16 Aralık 2011 Cuma

Kierkegaard:Özgürlük Düşkünü Bir Erotist

Danimarkalı felsefeci düşünür Soren Kierkegaard'ın kendisini özgürlükçü erotist olarak tanımlayan bir baştan çıkarıcının günlüğünü ve mektuplarını konu ettiği kitabı ”Baştan Çıkarıcının Günlüğü”, birçok açıdan ”baştan çıkarma” uğraşının derinliklerinde gezinerek, aşkın karmaşık doğasını inceleme yoluna gidiyor.Kierkegaard'ın etrafında büyük dikkat ve itinayla dolaştığı; aşk,evlilik,nişan,etik,estetik gibi kavramların,bir baştan çıkarıcının teori ve pratik uygulamalarının uyuşumunda nasıl bir yer edindiği sorusu,kitabın büyük bir kısmını dolduran günlük ve mektuplarda ahenkli bir bileşimin bütünselliğini oluşturuyor.Mektuplarda gerçek isminin Johannes olduğunu öğrendiğimiz bu baştan çıkarıcının,tesadüf olarak gördüğü ve hoşlandığı Cordelia isimli bir genç kızın yaşamına sirayet edişinin kademe kademe kodlandığı günlüklerin izinden bir aşk ilişkisinin doğuş ve bitiş süreçlerinin içinde buluyoruz  kendimizi.Akıcı bir edebi dille yazılan bu bölümler gayet olağan ’aşk romanı’ sosu ile bezeli günceler şeklinde.Başlangıçta her ilişkinin sistematik yasasına uyumlu bir ilişki biçimiyle karşılaşıyoruz; ilk karşılaşma ile başlayan karşılıklı iletişim ve etkileşim yansımalarıyla berraklaşan,anlık ve sezgisel hissiyatlarla alevlenen,yasalarla meşrulaşan ama aynı zamanda, her bir katmanın özgül yapısında iç içe girmiş sayısızca etmenin varlığını sürekli diri tutan bir birliktelik bu.Hemen belirtmeli ki,böylesi yüzeysel görünümünün ardında beklentisiz,boş bir roman atmosferinin içinde varolduğumuzu duyumsamak büyük bir yanılsamayı beraberinde geitirebilir.Çünkü,bir ilişkinin tüm sırdanlığıyla nasıl yavaş yavaş sanatsal bir mecraya,özgürlük pınarına yani estetik bir oluşumun tüm ana hatlarını meydana getiren yaratıcı kudrete doğru sürüklendiğini gördükçe bu yanılsamanın dayanaksızlığını derinden algılamaya başlıyoruz.En büyük gösterge ise,yazarın estetik ve etik tanımlamalarıyla netleştirdiği ilişkisinin,aslen bu türden küçük burjuva sıradanlığa karşı öne sürdüğü yöntemde diyebiliriz.Estetiğin bir ilişkide yer eden boyutunu şu sözlerde kavrayabiliriz:

”Estetiğin görkemi ve kutsallığı şudur:Sadece güzel olanla ilişkiye girer,edebiyat ve kadınlar dışında hiçbir şeyle ilgisi yoktur.”


Sürekli olarak işin estetik tarafında mekik dokunan ve estetizenin özgürlük anlayışı ve yoğuruşunu şart koşan bu satırların, özünde erkek açısından amaçsallığın ezberini de bozar nitelikte.Şöyle ki, bir kadına sahip olmak bir erkek tarafından amaçlanan temel bir arzuysa,bu arzunun amaçsallığı ne yönde varettiği de ayrıca bir soru işareti: ”Ona fiziksel anlamda sahip olmak değil,ondan sanatsal anlamda tat almakla ilgiliyim.”


Bir başka satırda yine ilintili olarak şu sözler dikkat çekiyor: Bir kadının ruhuna düş gibi süzülüp girmek bir sanattır,çıkmak ise bir başyapıt.”


Bu satırlar,bir aşkın estetik bir oluşumla ancak ve ancak ’sanatsal’ kılınabileceğinin en güzel ifadeleri.Kierkegaard'ın tevazü bir ’estet’den öte,özgürlük düşkünü bir baştan çıkarıcı olduğunun yalın ve içten itirafları sanki...Estetiğin bu denli yüksek özgürlük arayışını,en kadim ve olağanüstü duygu hali olan ’aşkt’a kimlikleştiriyor olması gerektiğini iddia eden bir yargı, onun hangi ilişki kalıpları ve özgürlüğü baltalayan yanına karşı tavır aldığını da bize göstermez mi peki? Bu sorunun cevabı en çok günlüklerde, ’nişan’ adı altında irdelenen ’etik’ kavramsalında göze çarpıyor.Nişan, baştan çıkarıcı Johannes'in gözünde;gerçek hedeflerine varabilmesi için geçici hedefe dönüştürdüğü etik bir insan icadından başka birşey değil.Bir anlamda onun deneyinde bir önemsiz ’denek’ den öte değil.

”Nişanlanmanın berbat tarafı işin daima etik yönüdür.Etik,öğrenirken de yaşarken de aynı drecede sıkıcıdır.” Daha sonra idealize ettiği estetik bir aşkın etik bir nişanlanma ile büyük farkına değiniyor: ”Estetik gök altında her şey aydınlık,hoş ve uçarcasınadır; etik ortaya çıkınca 
her şey sert,köşeli ve sonsuz bir can sıkıntısından ibarettir.”


Kierkegaard'ın gözünde bir aşk ilişkisi özgürlüğünden birşey kaybetmediği ölçüde estetik olabilir.Aşk,pür anlamda özgür ve sonsuz duyguların hareket geçmesi,onların birbirleriyle sınırsızca ahenkli dans edişidir.Yani,aşkın kendisi bir estetiktir.Kişinin o estetiğin ne ölçüde farkına vardığı,onu nasıl özümsediği ve nasıl kullandığı önem kazanır.Etik olan ise estetiği öldürür ve böylesine sınırsız,sonsuz,derin ve karmaşık bir aydınlık olan aşk sönümlenmeye yüz tutar,sığlaşır ve masumiyetini yitirir.

’Baştan Çıkarıcının Günlüğü’,aşkı ve aşkın doğasını anlatırken, genelde toplum tarafından marjinalize edilen ve meşru dayanaklarından yoksun bir ilişki somutluğundan olabildiğince kaçınıyor.Eserin özgünlüğünü sırf bu tarz bir yönteme başvurmadığından ötürü bile anlayabiliriz.Kierkegaard;insanı,insanlığı,varoluşu anlayabilmenin,bunlara dair söylemler üretebilmenin yegane yolu olarak gördüğü aşk ve kadın doğasını,mükemmel üslup ve teknikle donatarak böylesi derinlikli temada yansıtabildiği bir başucu kitabı sunuyor bizlere.Onu gerçek manada ’baştan çıkarıcı’ yapan güçte burada.


andacyazli@yahoo.com

10 Aralık 2011 Cumartesi

Joyce Anlatısında Ayrışım (2)

Joyce anlatısında,sanatçının başkalaşımlaşması ya da şematikleşmesi ama tüm bunlar olurken zihen ve ruhen ayrışımlaşması meselelerine değinirken, üstünkörüde olsa modern edebiyat sürecine değinmemiz gerektiğini düşündüm.James Joyce,post-modern edebiyatı dünya çapında hayata hazırlayan öncü bir sanatçıydı.Çoğu duayen gibi bu isimde ilk başlangıçta geniş bir yankı uyandıramadı fakat sonraları edebiyat tartışmalarının Proust,Baudelaire,Musil ile anılan en önemli isimlerinden biri oldu.Modern edebiyatın,William Faulkner ile özdeşleşen bilinç akışı tekniğini eserlerinde sahici bir temaya dönüştürdü ve hikaye anlatım tekniklerinden,üslup kullanımına uzanan geniş yelpazede alışılagelmiş biçemsel kalıpların ötesine tırmandı.Bu ve önceki yazımda bahse açmaya çalıştığım ”Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” romanında, hem edebiyattaki bu dönüşümü,hemde bu dönüşümden payını alan sanatçı oluşumunu incelemekti.Konuya ilişkin en doğru kelime olarak düşündüğüm ’ayrışım’ böylece netlik kazandı.İki taraflı bir ayrışımdı bahsedilen.Yani,modern edebiyat ve onun izdşümünü bireysel manada sağlayan bir sanatçının (Stephan) birbirlerine denk düşen ’ayrışım’ları...

Bu türden ayrışımın eşiğinde sallanan ve türlü toplumsal normların izleğinde bir kimlik mücadelesi veren bir gencin,hayatta karşılaştığı olayları ve onu kıskacına alan dayatmaların karşısında nasıl bir çehreye büründüğü oldukça anlam kazanıyor.Öncelikle,ev ve okul hayatında sembolleşen otoriter figürlerin varlığı ve bu figürlerin alınan kilit kararlardaki hakimiyeti, peşi sıra kabulleniş ve kopuş süreçlerini de beraberinde getiriyor.Önceki yazımda kopuş süreçlerinin sürekliliğine vurgu yapmıştım.Aşama aşama ele alındığında,çocukluk ve sonraki gençlik yılları bu kopuşların en belirgin yaşandığı evreler.Örneğin,tanrının mutlak varlığı ve onu kabullendirici tüm ara araçlar (öğretmen,okul,papaz) ın kuşatılmışlığında, çocukluğa dair tek tük bellekte yer etmiş sorular...Tanrı var mıdır? Günah vicdansal bir yük mü yoksa arınan bir ruhun hafiflemesi ve benliğin yeniden yaratılması mı? Bu tipten soruların uzun betimlemeler eşliğinde bir tür iç hesaplaşma anlarında ayyuka çıktığın görüyoruz.Stephan'ın kirlenmişlik karşısında, günah çıkarmaya gittiği o ikircikli ruh halinin hezeyanları da kitabın kırılma anlarından birine tekabül ediyor.Bu aynı zamanda,işlenen ilk günahın (seks) sembolleştiği büyülü kısımlardan biri.Stephan'ın imgelem dünyasında yer eden öncü ’kadın’ motifinin,sanatçı parıldayışındaki ’ayrışım’ı nasıl ortaya çıkardığını şu muazzam satırlardan çıkarmak çok güç değil:

”Kızın imgesi ruhuna işlemişti sonsuza kadar ve hiçbir söz bozmamıştı coşkusunun kutsal sessizliğini.Kızın gözleri onu çağırmış ve ruhu hop etmişti bu çağrıya.Yaşamak,yanılmak,düşmek,kazanmak,hayattan hayatı yaratmak! Yabanıl bir melek belirdi önünde,ölümlü gençlik ve güzelliğin meleği,hayatın şen saraylarından bir haberci,bütün yanılgı ve zafer yollarının kapılarını ona açmak için.İleri ve ileri ve ileri ve ileri!”


Stephan işlediğini düşündüğü ilk günahın da,kefaretini ödemeye hazır boyun eğişinin de,yarattığı,sevdiği,yakındığı,taptığı kadının varlığını da,imgelem dünyasında hep diri tutuyor.Yalnızlığa karşı direnmemeyi seçiyor.İnanmadığı hiç öğretinin (kilise ve tanrı) peşinden süreklenmeyeceğini arkadaşına itiraf ettiği bölüm, ondaki oluşumu en berraklaştıran odaklardan biri haline geliyor.

James Joyce'un kendi imgeleminde kendi portresini yarattığı Stephan karakterini okurken,günah sembollerinin sanatçı başkalaşımında ki (ayrışımında ki) yerini gerçek anlamda açıklığa kavuşturmamız gerekmekte.Bir nebze modern edebiyatının tarihsel aşamalarını daha iyi tanımlamak ve bugünün sanat eğilimine daha taze soluk verebilmek adına.

andacyazli@yahoo.com

6 Aralık 2011 Salı

Joyce Anlatısında Ayrışım (1)

James Joyce'un kendi benliğini ölümsüzleştirdiği Stephan karakterine atfen önceki yazımda şöyle bir cümle sarf etmiştim: ”Ama nasıl gençliğin diye soruyorum,benzerlikler arıyorum tüm şehirlerin yokuşlarında kendisini arayan,olmadık yollara sapan,yeni keşiflerle usanmayan,sonrasında sanat denilen dik yokuşun doruğunda özgürlüğe haykıran gençliği...” (James Joyce'un Gençliğinde Bir Portre,4 Aralık)

Bugün 6 Aralığı sonraki güne bağlayan gecenin sessiz saatlerinden biri.Bugün ilk kez olarak bir ayrışımın eşiğinde sallanmaktayım.Daha doğrusu sallanmaktaydım.Çünkü,geçen sene bugün (yine 6 Aralığı sonraki güne bağlayan sessiz saatlerden birinde) ilk yazımı (Yalnızlar Ülkesi), yanılmıyorsam itici istemimin (ki kendisiyle başım sürekli belada) iç dünyamda kuvvetli bir haykırışa dönüşmesiyle yazmıştım.Ne olacağını,ortaya nasıl birşey çıkacağını bilmeden,belki de bunun üzerine düşünme eğilimine bile girmeden ayrışımımın kararsız,bilinmez ve müphem gerçekliğine bir son vermiştim.Niye bunları söylemeye ihtiyaç duyuyorum? Anlatacağım.Yukarıda alıntı yaptığım cümlelerin asıl olarak beni ilgilendiren boyutuna geçmeden önce,çocukluk anılarının bir yaratıcı bedende ne anlama geldiği,sözünü ettiğim ayrışım eşiğinin muğlak gerçekliğini deşifre eden farkına varış/kopuş oluşumlarının nasıl başladığı ve en önemlisi hangi ’günah’ sembollerinin (kadın ve seks) bu ayrışımda imgeleştiğinden bahsetmek istiyorum (bu bölüm sonraki yazının konusu olacağı için bu yazıda üstünde durmayacağım).

”Neredeydi çocukluğu şimdi? Kendi alınyazısından kaçan,yaralarının utancını tek başına düşünen ve çirkinlikle yapmacıktan kurulu evinde dokununca dağılan soluk kefenler ve çelenklere bürünüp kraliçecilik süren ruhu neredeydi?”

Bir yazarın kopuş süreci çocukluk anılarının ayyuka çıkmasıyla başlar (ayrışım).Anıların yaratı dünyasında ki yeri,yaratıcının ilham kaynağına dokunan yaşanmışlıklardan ayrı,karmaşık bir tarafının bulunduğu gerçeğini örter çoğunlukla.Nedeni basit bir varsayımdan ileri gelmektedir: yaşanmışlıklar sanat deneyiminin birer parçası olarak yaşam deneyimlerine bağımlıdır.Halbuki, çocukluk anıları ne bir sonlanış ne de geçmişi değerli kılan nesneler bütünüdür.Bizatihi bugünle,yaratım anıyla,ayrışım eşiğinde ve varoluş arayışlarıyla ilintilidir.Yani,hayat boyu devam eden kopuşların (sanat üretiminin başladığı ve sonlanmadığı sürecin saysız duygu kopuşları) asli ve değişmez unsurlarıdır.Stephan'ın ”Neredeydi çocukluk şimdi” sözü sürekli kopuşların kaçınılmaz başlangıcının farkına varılmasıyla,hafif tedirginliğin su yüzüne çıktığı bir duygu iklimini çağrıştırıyor bana.Bir yadediş,pişmanlık veya geçmişi bugüne yeğleyen sesleniş işitilmiyor bu satırlarda.”Çelenklere bürünüp kraliçelik süren ruhu neredeydi” diye soruyor Stephan.Bu sorunun müzmin bir hale geleceğini ve ”kraliçelik ruhun” ”sanatçı ruh” a evrildiği ayrışımının en iyi ifadesi olarak dile getirmiyor mu bu cümleler?

Sanırım çocukluk anıları bir düzyazı estetizeliğine veya bugüne indirgeyen ve bugünün kişisel çıkışsızlığına dair geçmişi bir vaka-i hayriye olarak ele alan edebiyat rüzgarına karşı bir yelken açıyor diyebiliriz bu satırlar.Joyce'un Stephan'da billurlaştığı altın çağını ben biraz da bu açıdan değerlendiriyorum.Yaratma içgüdüsü şeklinde bir tabir kullanacaksak eğer, bu içgüdüyü sürekli kopuş ve çalkanışların meydana getirdiğini çok açık görebiliriz ve estetize kalıpların çocukluk anılarını geri çağrışım (nostajik) kalıplarına sığdırmayacağını da...Bu bağlamda Stephan'ın kopuş ve oluşum süreci,bir anlamda eşiğin aşılma haliyle, 6 Aralığı sonraki güne bağlayan geceyle kişisel bir birlikteliğin oluştuğu kanısındayım.Çocukluk anılarının yeni bir benlik ile yoğrulduğu ve sürekli kopuşların bir tür varoluşa dönüştüğü yolun başlangıcı olarak adlandırıyorum.

Devam edeceğim.

4 Aralık 2011 Pazar

James Joyce'un Gençliğinde Bir Portre

Kısa ve ya uzun bir bekleyişin ardından usulca yanaşan otobüse adımımı atar atmaz,arka köşenin boşluğundan duyulan anlık bir neşenin istem gücüme yansıyan hafifliğini düşünürüm.Etrafdaki insanları biraz yayvanca gözeterek,belki küçük bir kibarlık çehresine bürünerek,beni beklemekte olan koltuğun kokusunu takip ederim.Haftanın ilk iş gününde ’hadi sadede’ der gibi sabırsız yolcuların kaçışan,çoğu zaman durağan gözlerine ilişemez bir türlü o koltuklar.Koşuşturmalar,acele inip binmeler,karşılıklı gerginlikler,itiştirilen bedenler sahiplenmez arka köşeyi.Gecenin boşluğunda ansızın bir dolunay gibi parladığına tanık olurum; sarhoşların,evsizlerin,mutsuzların kucağı oluverir.Onlara yer açar,yaslanacak bir omuz verir.Gece onları yakalamasın,karanlık sessizliğinde ruhlarını eritmesin diye...Issız köşesinde ayna tutar buğulu,nemli camlarından öteye; öte uzak değildir bizzat kendisidir oturanın tüm gerçekliğiyle.Bu yüzdendir ki,arka köşeler hep esirgemiştir bedenin çok uzağına yansıyan merhametli dost aynaları.Otobüslerin istenmeyen tek bir yolcusu varsa onlardır.Kim katlanabilir ki kendisinin bu kadar uzak ve zahmetli olanına? Çünkü,zahmetlidirler aynı zamanda.İstemin çarpık,deli dolu ve hırslı olanını arzularlar.Kibirlidirler de bu yüzden.Ama kovulamazlar da...Saklı kalır onların arka köşeleri,çok uzakta değilse de kimse yanaşmak istemez kendine bu denli yakın?

Şimdi onlardan birindeyim.Korkusuzsa yaslandığım arka sıranın sert gövdesine aldırış etmeden garip bir acı duyumsuyorum.Okula yetişmenin günlerce tekrarlandığı anlardan birinde,elimdeki romanın bitmeyen yollarını bir bir sayıyorum.Ne kadar sayfa kalmış? Satır aralarında kaybolmuş,haz köprüleri yıkılmış bir okuyucunun sıkılgan tavıları değil benimkisi,sevimsiz arka köşeleri bir yolculuk hayallerine dönüştüren Stephan Dedalus'un yaşamı.Yani,İrlandalı büyük yazar James Joyce'un yarı otobiyografik eserine taze kan vermiş karakterin yaşamı.Daha ne kadar sayfa anlatabilir ki diye geçiriyorum aklımdan; sevimsiz arka köşeleri arayan bu sanatçı ruhun yolculuğunu.Kısa bir yolculuğun anlık deneyimleri gibi de değil üstelik.Besbelli, ”Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” ni yansıtan uzun bir yolculuğun en sessiz köşesinde sineye çekilmiş gençliğin iç çırpınışları...Ama nasıl gençliğin diye soruyorum,benzerlikler arıyorum tüm şehirlerin yokuşlarında kendisini arayan,olmadık yollara sapan,yeni keşiflerle usanmayan,sonrasında sanat denilen dik yokuşun doruğunda özgürlüğe haykıran gençliği?

Çocukluk anıları ailenin rutinleşen akşam yemeklerinde,büyük anne ve babaların pörsük,yumuşak tenlerinin sıcaklığında,beklenen ve beklenmeyen tüm misafir kahkalarında bir yere oturmuştur böylesi gençliğin.Nasıl ki,Stephan'ın sömestr tatilinin ürkekçe hayallerini kurduğu, ölgün ışığını esirgemeyen penceresinden dışarıya baktığı o okul yıllarında ki parlayan düşüncelerinde olduğu gibi ...Daha küçükken haksızlığa uğramışlığın müşfik ruhunda kuralsızca oynanan oyunun küskünlüğüne çok aldırış etmeden,bedenini arayan sanat ruhunun coşumculuğu değil midir otoritenin karşısına çıkaran onu,onun çocukluk anılarını? Tanrının ve onun yeryüzü erdeminin ve tüm dünyevi ruhları korkutan ve boyun eğdiren günahların ilk ve bitmeyen yolculuğudur Stephan'ı arka köşelere oturtan. Okul arkadaşlarının arasında en sevdiği şairin isimini söylerken bile, dinsizlikle suçlanması,içinde bir sanatçının portresini yavaş yavaş ören dokuma işçisinin varolduğunu gösteriri bize.James Joyce'un içinde büyüyen,nefes alışını yaratma ve sormayla sağlayan,doymak bilmez üretim şevki tamda böyle birşeydir.

Şimdi sağa sola çarparak,kapı kenarından bir çırpıda süzülerek ya da sırasının kendisine gelmesini bekleyerek hızlı terkedişlerin meydanına dikiyorum gözlerimi.Stephan gibi bende yerimden kımıldıyamıyorum henüz.Hem de sıranın bana geldiğini bildiğim halde.Çocukluktan alınarak yaşamın kademe kademe sağlandığı,neyin nasıl ve ne amaçla yapılacağını kulaklara fısıldıyan sözlere şimdilik kulak asmıyorum.Kitabın okunmamış sayfalarına göz gezdiriyorum : evet,daha çok var.Oturduğum arka köşemde, dışarının kaygan kaldırımlarını gösteren camından kendi silüetimi görüyorum.Stephan'ın portresi canlanıyor zihnimde : ”Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”.

andacyazli@yahoo.com

22 Kasım 2011 Salı

Torino Atı,Nietzsche ve Oblomov

Bela Tarr'ın son filmi ’Torino Atı’ aynı Trier'in Dogville'nde olduğu gibi siyah bir ekran üzerinde beliren dış ses aracılığıyla açılıyor.Anlatılan hikaye,Friedrich Nietzsche'nin Torino'da sahibi tarafından kırbaçlanan bir atın boynuna sarılarak ağladığı ve olay sonrasında suskunluğunu bozmadan geçirdiği on yılın, ”anne ben ne aptalım” sözüyle sonlandığı bir yaşam kesitine uzanıyor.Hikayeye dış sesin gözüyle ortak olduğumuz bu kesit,146 dakikalık seyrin ana çatısını oluşturuyor.Film,bu noktadan sonra bir baba ve kızın uzak bir dağ kasabasında geçirdiği 6 günü kadrajlıyor.Söz konusu baba,Nietzsche'nin boynuna sarıldığı atın sahibi arabacı.Bir anlamda film,146 dakika boyunca kırbaçlanan o at ve arabacısına ne oldu sorusuyla ilerleyerek,büyük düşünür Nietzsche'nin felsefi dünyasını olabildiğince aralıyor.

Torino Atı’ ile ilgili özellikle dikkat çekmek istediğim iki ufuk açıcı yazı üzerinden ilerlemeyi düşünüyorum.Bunlardan ilki,Yekta Kopan'ın ”Varolmanın Dayanılmaz Ağırlığı” ismiyle kaleme almış olduğu yazı.Özellikle Kopan'ın Ergun Kocabıyık'ın ünlü kitabı ”Dolaylı Hayvan” ile imgeleştirilen hayvan motiflerinin,ruh/beden ve akıl karşılığına tezahür eden boyutları oldukça önem kazanmakta.Kopan'ın kitaptan alıntılar yaparak at imgesini bahse açtığı bölümleri,tarihsel süreçleriyle beraber düşünmek,filmi etraflıca ele almamızı sağlayacaktır.Özbudun kitabında tarihsel referanslarla örüntülediği at imgesini; Kopan'ın belirttiği üzere Mevlana'dan Freud'a kadar geniş bir yelpazede açıklama yoluna gidiyor.Kitapta yer alan beli kısımlardan hareketle at imgesi: ”Beden bir araba,Atman bu arabaların içindeki yolcu gibidir...Ayırt etme yetisine sahip ve zihnini kontrol altına alabilen bir insanın duyuları ise,bir sürücünün terbiyeli atları ile dizginlere itaat eder”. (bknz.Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği,Fil UÇUŞU.blogger.com).

Anlaşıldığı üzere bu alıntı at imgesinin film nedzinde ’ruh’ ile özdeştiğini yere vurgu yapıyor.Akıl,ise bedeni harekete geçirmek ve onu canlandırmak adına ruha(at) işkence ediyor,yani kırbaçlıyor.Yine Kopan'dan alıntıyla söylersek karşımıza şöyle bir denklem çıkmakta: ”At=ruh / Arabacı=akıl / Araba=beden.” Nietzsche'nin ’tinsel’ varoluşu esasında, ’ben’ ve ’benlik’ arasındaki ’akıl’ köprüsünden geçen ve aklın bedenden hareketle ’benlik’i varettiği yerle ilintilidir.”Beden büyük bir akıldır,tek bir duygusu olan bir çoğulluktur,bir savaş ve bir barıştır,bir sürü ve bir çobandır”.Dolayısıyla bedenin aynı zamanda ’savaş ve barış’ disturları olduğunu da anlıyoruz.Bu kavramları birer ’tinsel’ mücadele olarak algılarsak,zihnimizde şu şekil bir soru belirmesi muhtemeldir : Tinsel mücadelede,’büyük bir aklın’ eseri olan bedeni itekleyecek ruhun,azap çektirecek bir akla ihtiyacı var mıdır? Diğer bir deyişle ’akıl’ yok olmaya mahkum mudur? Filme tekrar geri dönersek; baba/kızın 6 gün boyunca fırtınalı dağ evinde kapana sıkışmışlığını,’akıl’ı yok oluşa sürükleyen bir imge,bir ruhsal kopuş (at'dan kopuş) olarak adlandırabilir miyiz?

Bu sorulara dayanak oluşturan mekan ve makan dışı bileşkelerini öne çıkarmamız gerekiyor.Baba ve kızın ağır fırtınanın ortasında bir nevi yaşam mücadelesine dönüşen,içinde temel gereksinimlerin (yemek,ışık,su) varlığı ile sığınağı teşkil eden ’ev’,yani mekan...Mekan dışı ise söz konusu atmosferin ötesinde bambaşka zorlukların yaşandığı,gotik ve karanlık bir evren.Bu evrenin,yaşlı baba ve kızı palinke almak için ziyarete gelen adamda gizli olduğunu görüyoruz.Filmin neredeyse en yoğun diyalok kısmını oluşturan bu sahne,ziyaretçinin tükenmekte olan bir mekan-dışının kaotik yanına dikkat çekerek aklı (yani babayı) bir tercihte bulunması gerektiği üzerine uyarıyor.Aklın ise bedensel devinimini gerçekleştirecek ruha ihtiyacı var.Peki ruh (at) gerçekten bedeni istiyor mu? Daha doğrusu,ruh bütün istemsizliğiyle aklı ikna edebilcek bir kuvvet uygulayabilir mi bedene? (Atın yemek yememesi,su içmemesi ve yerinden kıpırdamaması).

Akıl,son bir kez harekete geçiyor.Akıl bir kez ve son kez fırtınayla savaşmalı ve rüzgarın tehtitkar doğasını yenmeli,mekanın dışında var olmalı...Öyleyse akılla bedenin arasında bir köprü görevi gören ruh ikna edilmeli.Peki,ruh ikna edilmek istiyor mu? Ruh,aklın boyundurluğundan kurtulup ya çoktan öldüyse? (Nietzsche'nin ölümü).Gerçekten savaşmak istiyor mu? Hasbelkader, baba ve kızın dağ evinden kurtulmak ve uzaklara yolculuk için attıkları adım havada kalıyor ve bir kez daha mekan çekici kuvvet haline geliyor.Akıl,acı çeken ruhunu bu bedende taşıyamıyor.Kopan'ın yazısında belirttiği durum gibi: ”Aklın,o hasta bedeni sürüklemesi için ruhuna işkence ettiği bir dönem”i yaşıyor baba(akıl).

İkinci bahsetmek istediğim yazı,Şenay Aydermir'in Altyazı dergisinde kaleme aldığı ”Peki ya o at Oblomov'sa yazısı. Ivan Gonçarov'un tüm zamanların en önemli klasiği haline gelmiş ’Oblomov’u,bu filmin merkezine koyan kanıt, kuşkusuz yukarıda sözünü ettiğim mekan/mekan-dışısal olgusu.Oblomov,değişen bir dünyanın değişime ayak uydurmayan/uyduramayan bir karakter.Karmaşanın,koşuşturmanın gölgesinde eskiyi yadeden ve yeni olan her duruma kayıtsız direnç göstren bir soylu.Bu durum,Oblomov'un karşısına çıkan en yakın arkadaşı Ştolts vasıtasıyla somutlaşıyor.Ştolt ise tam anlamıyla Oblomov'un tam tersi bir kişilik.Temsil ettiği herşey,yeni dünyanın olanakları,değişimin getirdiği heyecan ile ilnitili.Oblomov-Ştolts ilişkisi bir anlamda mekan-mekan-dışı ilişkisine benziyor.Karikatürize edecek olursak eğer,Oblomov mekanı,Ştolts mekan dışını simgeliyor.

Oblomov ve Ştolts'un ’Torino Atı'na yansıyan boyutunu anlamlandırmak için iki soruya ihtiyacımız var.Mekan ve mekan dışlılığı çelişen ve çatışan iki zıt uç nokta olarak görmemizi sağlayacak Gonçarov'cu bakış mı? yoksa, her iki kutbunda aslında ’ruh’un ölümünü doğuran varoluşsal bakış mı? Şenay Aydemir konuyla ilişkili şu tespiti yapıyor: ”Gonçarov,Oblomov'da bir dünyanın bitip bambaşka bir dünyanın kapılarının aralandığını anlatıyordu.Nietzsche Torino'da o atın boynuna sarıldığında belki de kendi dünyasının bitişine ağlamıştı.Ama Bela Tarr,bildiğimiz dünyanın hangi yöne eseceği belli olmayan kuru bir rüzgardan başka bir şey getirmediğini,sığınabileceğimiz evlerin ise aynı boğucu rutini tekrarlamaktan başka bir seçenek bırakmadığını anlatıyor.”

Ya da Nietzsche'nin deyişiyle : ”Zerdüşt'ün gözleri bir delikanlının kendisinden kaçındığını görmüştü.Ve bir akşam,”Alaca İnek” denilen şehri çevreleyen dağlarda bir başına gezmeye çıktığında: o da ne,gezinirken bu delikanlıyı bir ağaca yaslanıp oturmuş ve yorgun bakışlarla vadiyi seyrederken görmesin mi? Zerdüşt delikanlının yaslandığı ağacı tuttu ve şunları söyledi:

Bu ağacı ellerimle sallamak isteseydim,gücüm yetmezdi buna.Oysa gözümüzle görmediğimiz rüzgar ona istediği gibi eziyet ediyor,onu eğip büküyor.Görünmez ellerdir bize en kötü eziyetleri çektirenler,bizi eğip bükenler”.

andacyazli@yahoo.com

20 Kasım 2011 Pazar

Geleneksel Hazlar

”Yusuf'da bizdendir,değil mi Yusuf?” Kısa bir irkilişten sonra kafasını ona doğru dönük yüzlere çevirdi.Zamanın unutulduğu ender anlar vardır.Onunla birlikte insan da unutulur.Unutlmayı yeğler.Kafasını kalabalığın içinde sessiz düşüncelerin toprağına gömer.Zaman farklı bedenlerin,konuşmaların ve gülüşlerin konağındadır ama geçici ve sıkılgandır.Belli ki zaman Yusuf'u hatırlayacak ve gelecek.Belli ki zaman Yusuf'u gözetecek ve buyurgan takılacak.Tıpkı şimdi olduğu gibi...Yusuf,zamanın zamansızlığına öfkelenmiş olacak ve ’hı hı’ cevabını boşluğa doğru üfleyecek ama nereye kadar.Hangi zamanın sıkılışını ve terkedişini bekleyene kadar! Babasıyla hemen hemen her sene- kendisinin pek sevdiği kelimeyle- ’geleneksel’ yaptıkları akraba ziyaretlerinden birisindeydi.Pek haz ettiği söylenmezdi.Zaten haz kavramını bir kadından ibaret saydığı yanılsama yıllarını geride bırakmıştı.Hazlar nerede başlardı,nasıl kuvvetlenir ve ne zaman sönümlenmeye yüz tutardı? Şuan içinde bulunduğu  küçük odanın yoğun ışığı ve gürültülü söz cıvıldamaları hazlar hakkında birşeye işaret etmiyor muydu? Hazlar ’geleneksel’ buluşmaların ’geleneksel’ konuşmalarında ’geleneksel’ çay servislerinin ’geleneksel’ sıcaklığında bir yerlerde olmalıydı.Eski yılların özlemle yadedildiği unutulmuş hazları ise odanın parlaklığına karışmakta; buluşan yeni ve eski hazlardan herkes payına düşeni almaktaydı.Yusuf,’geleneksel’ haz paylaşımından hoşlanmadığını belli edercesine ’burası çok sıcak oldu,biraz hava alsam iyi olacak’dedi.Çıktı.Mutfağın balkona açıldığı kapının önünde durdu.Kuzeni Cansu'nun balkonun demir parlaklıklarına dirseğini dayamış ve hafif sarkık bir biçimde sigara içtğini gördü ve yanına gitti.Oturma odasıyla bitişik perde duvarının içinden uğultularla karşık çocuk sesleri ve kahkalar duyuluyor, hareketlenmeler sürüyordu.Zaman belli ki terk etmemişti sıcak konağı.Sessizce ve karşılıklı ve durağan ve beklentisiz dumanları içine çektiler.Hazlar gecenin uğultusunu dumanlarla örttü.

Yusuf'un halası Rabia hanm,emektar çevikliğinden birşey kaybetmemiş dik bakışını övgüyle metettiği üç kızına çevirmiş,kocası Mehmet beyin güven aşılayan gözlerinden güç alarak ortaya atıvermişti kendisini.Kürsü hakkını en olağan şekilde, iki güzel kızını yetiştirdiği yüksek ahlak,dürüstlük,bağlılık değerlerini ’geleneksel’ tekrar ederek kullanıyordu.”Cansu'ya işyerinde tembih etmişler,işçilere iyi davranma diye.Aman kızım beni yine şaşırtmadı.Hiç durur mu tabi ki ağzının payını vermiş o patron denilen şerefsize.Babasıdır aynı.” Mehmet bey hikayelere yetişmekte güçlük çekiyordu şüphesiz.Son çay keyfi, ağır bir uyku bulutunun üstüne çökmesiyle sonuçlanmıştı.Yine de yüzünden eksik olmayan tebessümü hiç unutmazdı.Kasabanın saygılı,hak tanır ve düzenli bilinen esnaflarındandı.Otuz beş yıldır hiç durmadan iğneyle kazdığı kuyuyu derinleştirmiş ve elde ettiği başarıyı kızlarının iyi yerlere gelmesiyle olan bağını fırsat buldukça dillendirirdi.Aynı başarıyı kızlarından beklemek otuz beş yılllık sabrın ve didinmenin küçük bir armağanı olmalıydı.”Emel'de şu üniversiteyi bitiremedi.Bir oğlan bulmuş.Gülme kız ne var bunda halan bilmesin mi!Oğlanın babası Recep'in işyerinden.Namuslu bir adam diyor Recep.Oğlan da arada babasının yanına gelir.Bir kırtasiyecide çalışıyormuş.Askere gidecek yakında.Emel'de bitirir şu okulu.Sonra..” ”Canım dur allah aşkına bu ne hız,bırak gençler anlaşşın aralarında,hayırlısı neyse o olsun.Böyle herşeyi oldu bittiye getirmiyor mu bu kadın...” Yusuf nişanlın var mı?” Amcası Recep, ’geleneksel’ sorusunu ve sorudan sonra vereceği ’geleneksel’ cevabını hiç düşünmeden sallayıvermişti.Yusuf'dan önce babası devreye girdi.Entellektüel duruşunu,ağır el hareketleri ve telaşsız konuşmasıyla süsleyen,aile içinde ki ’eğitimci’ sıfatını bir koz olarak değil yeri ve zamanı geldiğinde gerektiği ölçüde az kelimelerle kullanan,espirili dilini her sohbetin içine katan Veysel bey konuyu bir çırpıda değiştirdi.Sanki Yusuf'un vereceği cevabı önceden sezmiş bir vaziyetin kırlangıcı gibi kendisine pek uymayan atiklikle : ”Yarın şu kiracı işini siz halledin,beni hiç bulaştırmayın zaten anlamam o işlerden biliyorsunuz...” Kucağında,uzun bir suskunluktan sonra huysuz çığlığını herkesin suratına vuran bebeği sallayarak cevap veren Emine hanım: ”Veysel abi olmaz öyle şey,o üçkağıtçı herife iki kelimeyi çok mu göreceksin...” Kocası Recep ise daha sözün tamamlanmasını beklemeden: ”Abim hep böyledir.Yarın gidip adama ne yapacağımı biliyorum ben.” Odanın çay,börek atıştırmalarıyla tatlı ve huzurlu birlikteliği,ansızın gergin bir tartışmanın cereyanına bırakıverdi kendisini.Yusuf, kanepenin köşesinde her türlü duygu tonlarından uzak bir melodiye kaptırmış gibiydi kendisini.Arada bir yanında oturan, kafasını arkaya dayamış ve benzer umursamazlık içinde düşünen Cansu'ya çeviriyordu yüzünü.Aralarında zaman zaman kısa konuşmalar oluyordu.Öylesine şeylerdi.Çok geçmiyordu ki,her ikiside tekrar içlerine kapanmasın.Diğer iki kuzeni biraz önce uykularının geldiğini söyleyerek ayrılmışlardı.Emel,gözlerini tavana dikmiş kimseye sezdirmeden uyumanın yollarını arıyordu.Mehmet bey ve Rabia hanım yükselen alevin kokusunu almış kurtarıcılar gibi kostümlerini kuşanmışlardı.

Veysel bey kargaşalardan oldu olası tiksinen ve gerektiğinde ender sinirli halini bu tür kargaşaların yatışmasına karşı kullanmaktan kaçınmayan bir adamdı.Oğlu Yusuf'la yol boyunca konuştukları meselelerde bile-ki bu meseleler sanat tartışmaları olurdu genelde- kargaşaya zemin hazırlayan her söz atışını elinin tersiyle itmiş ve yeniden doğmasına asla izin vermemişti.Bunun yanı sıra düşüncelerini, sorulduğu ve alakalı olduğu zamanlarda ince ve gösterişten uzak bir tavırla belirtir,hiç bir zaman karşısındakine dikta edici tarzda yaklaşmazdı.Uzun yılların hasatını biriktirmiş düşünceler basit bir kibre,aşağılayıcı bir kuşatmaya,sabırsız bir kine bürünmez;yerini ve zamanını iyi bilen bir bilgenin hoş sohbetlerini çağırırdı.Bu tutumunu,fakültede ders verdiği yıllarda da sürdürmüş,bu vesileyle öğrencileriyle iletişimini müzmin hazlara çevirmeyi bir görev bilmişti. ”Hazlar,çıkarların kenetlendiği ve sarmallaştığı yerde süssüz bir gökyüzü gibidir.Oysa hazlar,renklerle anlamlıdır.Yok mudur hazları o yüce tuvalde mavileştiren canavar.” sözlerini ilk kez babasından duymuştu Yusuf.Arabayla gelirken de kira meselesini Yusuf'a söz arasında açmış ve kısaca ”sadece yüz lira için ortalığı ayağa kaldırdırıyorlar” serzenişinde bulunmuştu.

Mehmet bey hararetle : ”Ne demek oluyor canım,yüz lira kolay mı kazanılıyor da..” Recep bey hemen arkasından homurdanarak : ”Abi,yarın beraber gideriz kira ücretini yüzüne söyleriz kabul ederse eder.Yoksa baksın başının çaresine..” Yusuf'da hafifden kıprdamış,tartışmanın gidişatına uygun bir pozisyon almıştı.En sonunda Veysel bey,tartışmayı daha fazla uzatmak istemediğini ima ederek : ”Tamam yarın gidecem ve söylemem gerekeni söyleyecem.Artık bu konu kapansın rica ediyorum.” Emine hanım son sözü içinde saklamadan büyük bir coşkuyla : ”Recep yarın abinle git.Veysel abi sen yalnız yapamazsın bu işi.Eğer bu iş hallolmaz ve kira işinde anlaşılmazsa tadilat başka bahara kalır.Malum Veysel abi,bizim aşağıdaki evde bu bahara kadar beklemez biliyorsun.”

Gece,yorgun koşuşturmasından kalan ne varsa derin nefes alış ve horuldamalara bıraktı kendisini.Artık çocuk sesleri,bağrışmalar duyulmuyordu.Erkenden yapılacak işlerin hazır bekleyişleri tan kızıllığıyla belirecekti.Kızıllık yerini aydınlığın çehresine bıraktığında ise,bütün hazlar sokakların,evlerin,avluların,bahçelerin,dükkanların arasına sızıp ’geleneksel’ yolculuğuna devam edecekti.Yusuf birden irkilerek uyandı.Bir çırpıda gecenin nöbetine ortak oldu.Kalktı.Üstüne hafif bir yelek aldı ve dışarıya çıktı.Cansu sabit bakışlarla sigara içiyordu.Sanki Yusuf'u bekler bir haldeydi.Sigarasını ağzında bir süre bekledikten sonra ateşi fitilledi.Nedense gecenin durgunluğunda ışıltılı ve fırtınalı bir enerjiye kapıldı.Anlamadan ve belki farkına bile varmaksızın iç dünyası dalgalandı.Gözleri gökyüzünde kamaştı.Babasının o garip sözü aklına geldi...

andacyazli@yahoo.com

18 Kasım 2011 Cuma

’İyi Olanın Tarifi’

 Badiou ünlü eseri Etik’te temel bir postulat öne sürüyor: Bugünün politik / sistem karşıtı hareketlerinin öncelikle kötünün ne olduğunu tanımladıklarını; iyininse ancak kötüden hareketle tarif edildiğini ifade ediyor. Dolayısıyla Badiou için öncelikli devinimin, yani “priori ” olanın, iyi olanın tarifi ve bu tarif üzerinden politik duruşun hatta “praksis” in gerçekleştirilmesidir. Badiou bu önermesi ile temel bazı dikatomileri de tahayyül etmemize olanak sağlıyor. Özellikle Foucault’ nun “deli- akıllı”, “hasta- sağlıklı”, “tembel- çalışkan”, “yoksul-zengin” gibi dikatomilerini ele aldığımızda,  iktidar teknikleri ( bu teknikler için bknz: Foucault, Hapishanenin Doğuşu) aracılığıyla daima öncelikli olarak “anormal- normal” çatısı altında birincilerin tecrit edildiğini görmekteyiz. Kuşkusuz ki iktidar, ikinci olguların korunmasını birincilerin tarifi üzerinden gerçekleştirir. Bu doğrultuda “iktidar ve direnç” olgularını da temel bir dikatomi olarak düşünürsek; toplumsal muhalif hareketler özellikle Marxistler özelinde daima iktidarın / kapitalizmin ne olduğu tanımlanır, daha sonra buradan yola çıkarak alternatifin / direncin ne olması gerektiği tariflendirilir. Nitekim Marxistler resmen açık bir tuzağa düşüp iktidar tarafından kıskaç altına alınırlar diyebilirim. Çünkü Sanem Güvenç ve Sibel Yardımcı’ nın dediği gibi her iki durumda da ilk tanımlanan, hareketi başlatan, yani direnişi önceleyen iktidardır. Daha açık bir ifadeyle, genel kanıya göre her zaman iktidarın kurallarını koyduğu düşünülen bir düzlem var önümüzde…


 Son kertede, “iktidar-direnç” ikiliğinde direnci belirleyen, daima iktidar olmuştur. Çünkü direnç grupları tekrardan belirtmek gerekirse özellikle Marxistler toplumsal muhalefetini; kötünün yani iktidarın, yani kapitalizmin ne olduğu üzerinden yola çıkarak ortaya koyar. Bu da kapitalizmin yahut iktidarın karakterize ettiği bir “direnç” den başka bir anlam ifade etmemektedir.


Michel Foucault
 Foucault iktidar- direnç meselesini şu sözlerle açıklığa kavuşturuyor: “İktidar ilişkileri kaçınılmaz olarak direnişe yol açar, her an direniş çağrısı yapar, direnişe imkân tanır ve direniş imkânı olduğu için, tahakküm uygulayanın iktidarı çok daha fazla kurnazlıkla tutunmaya çalışır.” Foucault da bana hak verircesine iki önermenin altını kalınca çiziyor. Birincisi, iktidar zaten direnç yaratır ve direnişe imkân tanır, ikincisi ise iktidarın çok daha fazla kurnazlıkla tutunmaya çalıştığıdır. Marxistlerin iktidarın bu kıskacında sıkışmalarının şüphesiz ki birçok sebebi var; ancak kanımca Foucault şu iki postulatıyla bunu çok daha net özetliyor: A. Muhalifliğe, bir ideoloji vermek ne derece anlamlıdır ki ben muhalifliğe araçlar yüklenmesini gerekli bulmuyorum B. İktidar ne herhangi bir sınıfın, bir grubun, bir odağın tekelindedir ne de kaynağı tek bir noktadan yayılır.


Montesquieu
 Kötünün ne olduğunun betimlenmesi üzerine buradan hareketle iyi olanın tarifinin ve iktidardan bağımsız bir direnç uygulamasının tarihsel önemimin kuşkusuz bir başka boyutu daha var. O da tarihin hangi taraftan ilerlediği sorusudur. Marx “ Felsefenin Sefaleti’nde ”  “tarih kötü taraftan ilerler ” demişti. Nitekim tarih, Marx’ ın dediği gibi adaletin, eşitliğin ve özgürlüğün ikna gücüyle değil;  krizlerin, savaşların, sınıf çatışmalarının ekseninde ilerliyor. Kuşkusuz ki bu tartışma Hegel’den Marx’ a, Marx’dan Balibar’ a, Balibar’dan Benjamin’ e kadar uzanan tarihsel ilerlemecilik tartışması. Ayrıca bu tartışma ancak başka bir yazıda ayrıntılı bir biçimde ele alınabilinir. Yine de küçük bir parantez açmak gerekirse Marx’ın bu sözlerini Hegel’in “ tarihi gelişmenin rasyoneli ağır basacak ve kötüden iyi doğacak önermesine ilişkin verdiği bir cevap niteliğindeydi.


Walter Benjamin
 Montesquieu sanki bu tartışmaya yıllar öncesinde metafiziksel minvalli bazı önermeleriyle katkıda bulunmuş. Montesquieu cumhuriyetçi, monarşik ve despotik olmak üzere üç hükümet tipolojisi yaratır. Birincisi, cumhuriyet ya da demokrasi: halk kütlesi veya aristokrasi veya oligarşi en üst erki elinde tuttuğu zaman. İkincisi, monarşi: prens belli temel yasalarla uyum içinde yönettiği zaman. Üçüncüsü, despotik: devlette böyle temel yasalar veya yasa koyucular ve yasa koruyucular olmadığı zaman. Cumhuriyetçi hükümetin ilkesi yurttaşlık erdemidir; monarşik hükümetin ki onur ve despotizmin ki ise korkudur. Montesquieu,  hakkın, eşitliğin, adaletin ve özgürlüğün geçerli olmadığı despotik devlet tarifinde hükümdarın yani fiziksel dünyanın mutlak gücünün sınırlayıcısını din olarak belirlemektedir. Despotik devlette kurallara ve yasalara bağlı olmayan yönetim vardır. İşte tam bu noktada Montesquieu dine Merton’cu analizle söylemek gerekirse açık ve kapalı işlev tadında bir fonksiyonellik kazandırmaktadır. Yani din, kanunların bittiği veya eksik kaldığı yerde başlar diyor Montesquieu.  Ona göre ancak din kuralları değişmez, çünkü amacı tek ve değişmez bir mükemmelliğe, "en iyi" ye yöneliktir; oysa kanunların amacı, gerçekleşmesi mümkün türlü 'iyi" lere yöneliktir. Dolayısıyla Montesquieu, akıl insanları iyi olmaya zorlar ve o akıl Tanrı’yı da iyi yaratır demektedir. Fakat Montesquieu’nun unuttuğu bir durum var Max’ın dediği gibi “tarih asla iyi taraftan ilerlemez, kötü taraftan ilerler”.  Walter Benjamin ise; Hegel ve Marx’ ı her şeyi kötülüğün üzerine inşa etmekle suçluyor ve “ tarih kötü taraftan ilerlemez, tarihin kötü tarafı ileler ” diyor. Tarihin kötü tarafı ilerliyorsa Tanrı’nın da kötü tarafı ilerliyor demektir.


 Marxistlerin temel yanılgısı olan “iyi” nin kötüden hareketle tarifi meselesi, gösteriyor ki tarihin hangi tarafı ilerliyor? tartışmalarının bir tezahürü olarak gerçekleşmektedir. Evet, Benjamin’ in dediği gibi “ tarihin kötü tarafı ilerler” fakat bu demek değildir ki “kötü” den bağımsız bir “iyi” nin tarifi yapılamasın. Ki kötüden bağımsız bir “iyi” betimlenemedikçe Marxistler ve bizler daima iktidarın karakterize ettiği bir “iyi” ye mahkûm edileceğiz.


 Emre Özcan
 Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji A.B.D, Yüksek Lisans Öğrencisi


 NOT: Değerli dostum ve yol arkadaşım Andaç Yazlı’ ya bloğunda yazı yazma fırsatını bana tanıdığı için teşekkürü bir borç bilirim.

17 Kasım 2011 Perşembe

Aşk ve İskele

Yüzü iskeleye dönük küçük bir otel var orada.Her daim donuk mavimsi sulara gözleri dikilmiş,alışılmışlığın kayıtsız gölgesinde sığınaksız ve çabasız bir kadının bekleyişleri sayılıyor otelde.Küçük bir odanının sürekli değişen ten kokuları sarartmış duvarları belki.Yatağın iki ucunda birbirinin aynısı iki komidin ve küçük bir farkla birbirlerinden ayrışan bekleyişleri.Soldakinin üzerinde, çapraz bir biçimde yayılmış,arka tarafı tavana bakan kalın bir rus romanı duruyor.Odanın sessizliğine hiç aldırış etmeden beklemekte...Sanki dünden kalma bir ayrılışın yaralı tanığı gibi.Daha düne kadar yabancılık çektiği,yılların tozlanmışlığına aldırmadan sabrettiği rafda kararlı bir elin kendisine uzanışını beklediği bir kitapçıya tekrar geri dönmüş gibi...Tekrar ve tekrar uzun ayrılıkların beşiğine atlayacakmış gibi...Kadınla benzer kaderin odasına hapsedilmişliği yaşıyor.O kadın; uzun işkencelerden sonra tahliye edilerek ölümün işlemez dakikalarını iskele başlarında tüketen Yusufla çırılçıplak gecenin koynuna uzandığı akşamın fırtınalarını biriktiriyor...bekliyor!

Yusuf ölümü beklediği küçük kasabasında kaybettiği yılların çıplak gerçekliğine varmış bir öfkenin,sabırlı ama bekleyişten uzak tezcanlığını yaşıyor.’Hapisane buraya çok mu uzak’ sorusunun bozulmamış çocuk ruhunu selamlıyor.Küçük mahalle arkadaşına vermiş olduğu sözü tutuyor ve ona bisiklet hediye ediyor.Bisiklet,Yusuf için özgür bir yurdu;kanla,işkenceyle susturulmuşluğun dışlandığı diyarları hatırlatıyor.Çocuğun,hayallerinin keşfedilmemiş kıtalarında canlanan hapisaneler,Yusuf'un benliğinde bisikletle varoluyor.Çocukluk arkadaşı Mikail'in kışın ortasında çıktıkları yayla evinde: ’Bir sosyalizm vardı oda yıkıldı amına koyayım’ sözleri ince bir tebessümün ifadelerini yaratıyor Yusuf'da.Mikail'in yenilgiyi baştan kabullenmişliği,Yusuf'un çektiği acıların üsütüne kıvrılmış bir yılan gibi sarılıyor.Sadece orada mı? Islak çimlerin üstünde telaşsız yürüyen salyangozu izleyen istemsiz gözlerde,Mikahil'in ’alıp başımı gidicem bu memleketten’ laflarıda,ölümün çalan çanlarını Yusuf'a hatırlatan cenazelerde,hediye alınan bisikletde,televizyonda bir rus balerine hayranlıkla bakan o nostaljik hayallerde bekleyişlerin üzerinde kıvrılan yılan gibi...kıpırtısız...sadece beklemekte!

Bir kitapçıdan çıkan kadının arkasından ’orospular kadar kültürlü olamadık’ sözleri...Hemen suratını acı bir eşkitmeyle söyleyemediği sözleri yansıtan cılız bir öfke...Yusuf'un öfkesi.Alınan bir rus romanı.Kesişen gözler.Bekleyişlerin sabırsız yolcuları.Kadının bir meyhane akşamı ’Tusuri Satrpialo’ eşliğinde Yusuf'la tekrar karşılaşması.Sonrasında sevişmenin iskeleyi coşturan dalgaları.Ölüm söylenmemiş bir söz kadar değerli,işitilmek istemeyen bir sır kadar korkunç...Komidinin üstünde ilk karşılaşmayı taçlandıran bir rus romanı.Ardından Yusuf'un kulağına fısıldanan : ’ rus romanlarından fırlamış gibisin’ sözleri...Ayrılık vaktinin ölümle birleştiği denizin durgun suları...

Çocuğun benliğindeki hapisaneler gibi uzağa kaçışın hayallerini ıslatıyor dalgalar.Hızlanarak ve her ikisinin asla gelmeyecek geleceklerine yağıyor adeta.Kadın komidinin üstündeki romana umursamadan dikiyor gözlerini iskeleye.Birazdan Yusuf belirecek orada.Çoktan terkedilen şehrin Yusufla baş başa kalan ölüm kokusunu duymadan ayrılıyor kadın.Kitap hala komidinin üstünde,yapayalnız.Yusuf iskeleye doğru yürüyor.Yüzüne sıçarayan suların serinliği aşkı vuruyor.İskele hayatında bir daha hiç bu kadar gri,azgın ve coşmuş bir duyguyu yaşayamayacak.Yusufla birlikte iskelede ölüme gidecek...

andacyazli@yahoo.com

15 Kasım 2011 Salı

Evet,Bu Bir Film Değil

İran sinemasında söylenmek isteneni binbir zorluk ve sıkkınlıkla dile getirebilme telaşı sezilir çoğu kez. Kiarostami'de bu tarzda bir telaş o kadar ince bir dokunuşta vakurlaşır ki, karakterlerin surat ifadelerinde müzmin bir haykırışa dönüşür,Farghadi'de söz söyleme derdi,günlük koşuşturmaların görünmeyen çeperinde gergin tonda hissettirir kendini.Geçtiğimiz aylarda izlediğimiz ’Bir Ayrılık’da işin içinden çıkılamayan,hemen herkesi cendere altına alan hukuk kapanının her bir çehreye yansıyan gerginliğini sezeriz film boyunca.İran Sineması,bazen bir yüzün alıklaşmasında,bazen sessizliğin derin ruh çırpınışlarında,bazen de söylenmek isteneni kılı kırk yapan titiz kamera hareketlerinde hatırlatır kendini.Bu hatırlatmayı en son Cafer Panahi örneğinde gözlemleyebiliriz. 20 yıl film yapamama ve 6 yıl hapis cezasına çarpıltırılan,filmler ve vermiş olduğu demeçleri ile otoriter rejimin kara listesinde yer alan yönetmen;’Bu Bir Film Değil’ çalışmasıyla İran sinemasının şaha kalkan atının isyan tekmesini belki son ama güçlü bir biçimde savuruyor.

Panahi görsel atmosferini kendi evinde kurduğu hikayenin; yasaklanmasına vesile olan çalışmalarını ’canlandırma’ usulü yeniden oynuyor.Çok küçük bir kısmının-final sahnesi- haricinde evin içinde adeta bir kapana sıkışmışlığa tank oluyoruz.Elindeki bilgisayar,kamera ve film videolarıyla Panahi; sinema yokluğunda neden ve nasıl yaşayamayacağını kanıtlama derdinde sanki...Filmlerinden kareler paylaşarak (Ayna,1997) ve bu karelerde ayyuka çıkan dolaylı bir söz söyleme sanatını yaşayarak,yasağın sadece kendisine verilmediğinin de altını çiziyor.Özgür düşüncenin askıya alındığı ve sanatın rejimler uğruna heba edildiği İran'da,hayalgücünün depreşen duygu selini bir filmin film olamamayışının akıbetine bırakıyor.Bu noktadan sonra ’Bu Bir Film Değil’ isminin gerçek manada gerçek bir film haline neden gelemeyeceğini de net bir biçimde anlamış oluyoruz.

Panahi halıların üzerine yapıştırdığı bantlar aracılığıyla hayali oluşturduğu kamera arkasının,büyük projlelerle varolan set mekansalılıklarının aksi üzerine düşünmeye sevk ediyor.İran sinemasının özüyle bütünleşen yaratıcılığın ayrıntılarını gördüğümüz bu karelerde,bir sinema yapımının küçük puzzellarından küçük ölçekte bir stüdyo kurmacası içinde buluyoruz kendimizi.Bir anlamda açığa çıkan şey;gösterilemeyenin ya da gösterilmesi mümkün olmayanın ne pahasına olursa olsun düşünsel mecrada tahakküm aracına hapsedilemeyeceğidir.Diğer bir deyişle,hayalgücüyle sağlanan,düşünsel pratiğin alanına giren çabaların hiçbir ikitidar sarmalında yer alamayacağıdır.İran sinemasının imgesel donanımlarla bu denli içli dışlılığı ve bunu Avrupa sinemasının görsel estetize taklitçiliğine kapılmadan başarıyor olmasını birde bu açıdan düşünmeye ihtiyaç var.

Finale doğru yaklaştığımızda ise Panahi,seyirci üzerinde çöreklenen sıkışmışlığın alternatifleri üzerinde geziniyor.Seyircinin bunun gerçekten bir film olup/olmadığı sorusuyla cebelleştiği anlarda sokak karşımıza çıkıyor.Naif bir biçimde sokağın bir filmi ete kemiğe büründürebilecek özgürlüğünü test ediyoruz.Panahi elinde kamerayla sokak kapısına doğru yönelirken,sokağın özgürlüğe doğru aralanacak bir yol mu sorusu kısa bir süre sıcak kalıyor.Çok geçmeden sokağın da alevler içinde yandığı gerçeği;ksıkıvrak sanatçı ruhunu sarmalayan iplerin hazırda bekletildiği ’çaresizlik’ yurdunu açığa çıkarıyor.

Evet,bunun bir film olmadığı ve olamayacağı sokak kapısının caddeye çıkan karanlık aralığından anlaşılıyor.Kamera derhal kapanıyor ve simsiyah perdenin üzerinde beliren ’Bu Bir Film Değil’ yazısı tek gerçeklik haline dönüşüyor...

andacyazli@yahoo.com

3 Kasım 2011 Perşembe

Leyli Meccani ya da Anılar Coğrafyası

Leyli meccani eski Türkçe'de parasız yatılı okulları anlamında kullanılıyormuş.İlgim,kelimenin-önceki ve şimdiki- kullanım şekli değil.Kelimeler elbette bulundukları halleriyle tarihseldirler.Durum,olay ve olguları açığa çıkarma misyonları göz önüne alınırsa,başlı başına tarihsel referans ölçütleri bile diyebiliriz.Düşüncelerim birden her nedense Walter Benjamin'in tarih incelemelerine gidiyor.Orada beni çeken mıknatıs manyetiği görünmez tarihin parçalarına yapışıyor.Ama leyli meccani diyorduk en son.Neyse,oraya geliyoruz.Benjamin,tarih anlayışını; tarihin muzaffer kaplanlarından çok yenilenlerin dergahına oturttuğu için olsa gerek leyli meccani özel bir anlama bürünüyor.Çünkü leyli meccaninin tarihsel bir yükümlülüğü var.Omuzlarında tarihin ’öteki’ neslini taşıyor.Tarih çocukları da doğal olarak,’öteki’ neslin mazlum iç çekişleriyle değil,zafer sarhoşluğunun yapay cennetinde yetişiyorlar.Leyli meccaniler ya yenilenlerin tarihsel analizlerinde ya da ’soğuk’ anıların ısıtıcı hikayelerinde,satır aralarına kalıyorlar.
”Parasız Yatılı'nın Düşündürdükleri” ismiyle kaleme aldığım geçen haftaki yazımın hedefi,toplumsal beleğin tersine direksiyon kırmış bir yazarın hayal evreninde gezinmekti.Parasız yatılı imtihan kuyruklarında geçen sessiz bekleyişler,taşralı yoksul çekingenliğin ’yabancı’ göz gezdirişleri,arkada bırakılanların birer özlem kırıntılarına dönüştüğü duygu iklimi,kahramanlık destanlarından kopuk makul insan seyrini çağrıştırdığı için önemliydi kendi adıma.Sanki bu durumu sezgisel kavrayışa,bir aşk hissiyatına hatta tarihi bir yükümlülüğün ezgisel ritmine dönüştüren o kelimeyi bulmuştum: leyli meccani.
Bir dönemin ılık bir ürperti ile anımsadığı bu yıllar neden tarihin yaldızlı kostümlerinde apoletlere dönüşemezdi? Halbuki,karanlık bir avlunun penceresinden giren ölgün ışıklar altında geçirilen soğuk geceler ne çok şey söyleyebilirdi insanlığa.Her bir leyli meccani geleneğinde yok muydu yenilgiler,zaferler,umut bekleyişleri,kavgalar? Kutlamalar,merasimler,büyük buluşmalar mesela? Anılar coğrafyasında ayyuka çıkan engebelli yüksek dağlar,coşan akarsular,bilinmez yollar,uçsuz vadi kıvrımları bu kutlamalarda yeni baştan hareketlenmezler miydi ? Ya sonraki gelenler için nasıldı durum? Leyli meccaniler büyüklerin nostaljik dalışları olarak mı görülüyordu? O yııların anlatılarında anıtsal hiç birşeye rastanmaz mıydı? 
Cavapsız bırakılan sorular Füruzan'ın edebi bahçesinde kuvvetli renk cümbüşlüğüyle beliriyor adeta.Füruzan'ın öykücülüğündeki leyli meccaniler tarihsel figürlere,’öteki’ tarihin yaşanmışlıklarıyla dönüşüyor ancak.Bunun nedeni oldukça basit: Belleksel tarihdir Füruzan'ın yarattığı.Kendi anılarının solmadan,hırpalanmadan başkalaşımıdır burada var olan.Renksiz,kokusuz,duyumsuz hayallerin devesa masal evrenine aktarılımıdır.Leyli meccaniler Füruzan ile birlikte tarihin sayılmışlıkları arasında yer bulabilir,anıtsal kılınabilir böylece.Füruzan'ların,leyli meccanilerin,Benjamin'lerin coğrafyasında,ötekilerin oluşturduğu ’enkaz’ tarihin ayrışmış parçalarından bir tablo elde edilebilir mesela.
Neden olmasın?
andacyazli@yahoo.com

30 Ekim 2011 Pazar

Parasız Yatılı'nın Düşündürdükleri


”Akıyordu su / Gösterip aynasında söğüt ağaçlarını / Salkım söğütler yıkıyordu suda saçlarını.”

Edebiyat, sessiz ezgilerin yüksek kulak çınlamalarına dönüştüğü yerdir.Herkesin,herşeyin,her bitmeyen yürüyüşün,her içli sesin peşinde yorulmayan gezgin gibidir.Ama onu duyanı,hissedeni,kucaklayanını ister,diler.Öyledir yaratılışı.Ömür boyu yaşayan bedenlerin,arzuların,çöküşlerin kiracısı gibi mahçup ve kırılgandır.Sonraları onu hayatının onulmaz parçası kılan,minnettarlığını hayat boyu erdeme bahşeden insan yüzlerini unutmaz.Ebedi olarak yerleşir konaklara.Yersiz,yurtsuz,bir dev çınarın hüzünle uzayan yalnız boy fidanları olsada onlar...Bırakmaz,sahiplenir ve sessiz ezgilerini sadece onun duyacağı biçimde fısıldar.Ezgiler her köşeden duyguları kıskıvrak kuşatan bitmeyen bir uzayışın tutkulu sarışlarnı,sonu belirsiz bir destanın ağıtlarını durmadan yayarlar.
Füruzan'ın edebi evreni ancak böyle ezgilerle tercüme edilebilir.Füruzan'da yaşamın günlük akışını evin bir köşesinde bazen serili minderlerin kıvrık uçlarına dalan gözlerle,bazen duvarların çatlamış hüznünü andıran eskimişliğiye,bazen geçmişin nostajisini gözkapaklarından damlayan küçük bir gözyaşıyla anımsayan yaşlılar olarak izleriz.Dingin bir pınarın usuk usul akan suları gibidir Füruzan'ın öykülerindeki günlük yaşam.Hüzün,evlerin içinde dolaşan,varlığı sarsılmaz bir babadır çoğu zaman.Hem ekmek taşıyıcısı,hem sıcak bir dokunuşun tılsımlı etikileridir.Hüzün hiçbir zaman sadece hüzün olarak çakılı kalmaz bu evlerde.Devinim halindedir.Babasız kalmış çocukların rüyalarını betimleyen şiir olarak da,yoksul annelerin omuzlarından inen ağır yüklerin paylaşımcı elleri olarak da ’ben buradayım’ der sürekli.
Düşler,doyulmamışlıklar,kırılgan umutlar,bekleyişler de ’ben buradayım’ derler sürekli.İstanbul'un şımarık bir çocuk gürültüsüyle duyulmaz,devesa gövdesiyle görünmez kıldığı ’ötekiler’ vardır bu satırlarda.Göçmenliğin pislikle anıldığı kalabalığın içinde başı öne eğik çocuklar,şehrin yabancılığında geçmiş yakınlığını unutan yaşlı bellekler,dul kalmış işsiz anneler,tersane işçileri emektar babalar...’Su Ustası Miraç’ vardır mesela.Hikayede alay ederlemiş bu kimin ustası diyerekten.İçlerinden biri ona suyun ustası dediğinde öylesi bir boşluğun ortasında savunmasız,tutunacak küçücük bir parça arayan titrek ellerin hissiyatıyla kavrulunur ki,bu savruluş okuyucunun şaşkın halleridir.Öyküyü okuyan herkes bunu bunu bilir,anlar ve sezer.
’Su Ustası Miraç’ bir delinin esaslı hikayesidir.Delinin anasıda öyle bir anadır ki,hem kendisine ’anacığım’ sözünü söyleyen tek kişi olarak oğlunu bulunmaz ama aynı zamanda tehlikeli umursamazlıkların kıyısına koyar.Hem analığın yürek merkezi,hem göçmen kıyısıdır onun için Vedat.Hep nedense ’farklı’ olmanın dayanılmaz rahatsızlığını her birilerinin (kardeşleri ve anası) sırtında yüke dönüştürmüştür o.Bir kere hiç olmayacak şekilde yoksullara ilgi duyar.Onlarla,her mevsimin verimliliğindeki bolluğun güzelliğini paylaşır.Sonra devletine başkaldırır.Tutuklanır.Miraç'a ustalık statüsünü Vedat vermiştir Suların ustası Miraç'ın evinde,salkım söğütler saçlarını yıkar.Anası Vedatı'nı kurtarmak için kolları svarken,Miraç,aynasında gösterir Vedat'ın yüzünü anasına.
’İskele Parklarında’ ”ağustosun on beşini yaz,on beşini kış” olarak geçiren analar,kızlar,yaşlılar vardır mesela.Yoksulluğun bir suya özlemle anlatıldığı parklarda özlemler dile gelir,öfkeler nedensizliğin süpriz hediyelerinde patlar...İstasyonun müdavim yolcuları kıyılarından geçerler yoksul oturuşların.Sanki görmemek,duymamak,dinlememek için oturmayı sevmez,hızlıca yürür geçerler.”Anne sucular zengin midir” soruları çocuk masumiyetinin yokluk içinde eridiği düşlerin serbestliğ ile sorulur.Anneler öfkelenir durduk yere.Öfkeler,yoksulluğun,yaşanmamış yarım baharların,on beşi yaz on beşi kış akşamların öfkeleridir...
’Parasız Yatılı’ en çok bekleyişlerin uzak umutlarıdır.”Hiç sekiz yaşında bir kız babasız kalır mı” sorularının yakarışlarıdır bu öykü.Akşam minik ellerle yakılan sobanın henüz ısıtılmayan evinde,henüz buz gibi duvarlarına sırtını dayamış çocuklar için  yazılmıştır sanki bu öykü.Sabah yalnız uyanışların ağlamaklı yüzleri hissedilir bu satırların diri yüreklerinde.Hep hayata erken başlanır.Ne de olsa Parasız Yatılı sınavına katılacak tüm öğrenciler erken gelirler imtihana.
Parasız Yatılı'nın düşündürdükleri o kadar sayısız ki...Füruzan'ın üslubu, her öyküsünde insan yüzlerini ve yaşanmışlıkları birbirine kördüğüm etmeden,sıkıca bağlayabilen bir ilüzyon ustası;zaman kavramını buharlaştıran,iç seslerin dış seslerle karıştığı bir gündelik iklimi hazırlayan bir duygu mimari sanki.’Parasız Yatılı’ ismiyle topladığı her bir öykünün değeri biraz da İstanbul'un hızlı ritmine ayak uyduramamış nesneler,insanlar ve geçmişlerin ağır işleyen hüznünde saklı.Dilin sülü ve biçimsel doğasına uymayan,özgün,öyküclüğün ayrıntılar evrenine yeni anlam ve kalıcılık katabilmiş bir sanatçıyla karşı karşıyayız.Füruzan'ın bulunduğu yeri en güzel ifadelerle anlatan ’sanatçı’ tavrının ne olduğu hakkında bizleri düşündüren,kendi ağzından dökülmüş şu sözlere bakalım:
”Sanatçıların taşıdığı akıl,vicdan,diri bakış,bunca acının,horlanmanın,çöpleştirip hakir görmenin şaha kalktığı şu yıllarda insanlığı anlayabilen tek alandır.”
andacyazli@yahoo.com

28 Ekim 2011 Cuma

Malzemesi İnsan Olmayan...

Malzemenin insan olmadığı bir sanat ediniminin edilgen olmaya yüz bağlamış kürsüsünden konuşmaya can atan sanatçı portlerini karşımda buluyorum.Öylesine sarmaş dolaş içiçe,renksiz boy uzatmış otların kısırlığını andırıyorlar.Biçimselliğin hüküm sürdüğü impatorluklar avlusundan fırlayıvermiş,iç yaşam klavuzunda saray soyluluğundan ziyade altın döşemeli saray zeminlerinde tapınan şövalye ruhlu prensler gibi beyhude hareketlerle sözümona geçiyorlar! Ama nasıl? Yaşanmışlıklardan,zorbalığın esiri büyük acıların istasyonundan,asla kavuşulamayacak tozlu yolların ızdıraplı kirliliğinden...Geçiyorlar belki,ama asla görmeden,ince ruhların ince sezgileriye hareket edebilme mistisizmini gölgeleyen buyurgan edaların pespayeliği ile.

Dostoyevski'yi ilk elime aldığım zamanların ’zamansızlığı’ beni tedirgin ederdi.Sanki o zamansızlığın ezgisi yaşam felsefimin yazgısal ezgisine dönüşebilecekmiş hissiyatı yaratırdı.Ezgiler çoğullaştıkça içinde depreşen azgın ruh kabadayılarını dizginleme görevide,sanatçılığın ince ayar dokunuşlarında gizlidir.Neden diye sorarlar,en içinden çıkılmaz düşüncelerin güçlü akıntısına karşı gelen esrarengiz çabanın sanat küreğinde gizli olduğunu? Nedenlerin,nasılların ardı ardına sürüklenen nesneler dünyasının nasıl da zamanı yok ettiğini,biçimsiz kıldığını unutma gafletiyle sorarlar.Zamansızlık bir yabancılaşmayı mı yaratır sorusu fısıltıyla dolaşır belki aralarında.Bazen güçlü bir etki sarmalında tüm soruların ana beşiği olur,ya da daha somut tabloda gittikçe buharlaşarak eriyip yok olan külfetler haline gelir.Ama nasıl? Zamansızlığın içinde kaybolmak nasıl bir ’aydın’ kibrine bürünmektir? Üç yönlü bir gelişim seyri berraklaşan aydın portlerini de ortaya döker.

’Farkına varmak’ üç yönlü değişkenliğin en stabil halini ima eder.Diğer ikisi ise içlerinde kıvrımlı ve hayli karışık yolları kapsayan süreçlerin varlığıdır.Farkına varmakla kurulan yabancılaşma kaçınılmazlığı, edinilen malzemelerin de (bu, entellektüel malzemelerdir) kullanım şemalarını görünür kılması açısından önemlidir.Şemalar,diğer iki yönün de belirleyici pusulalarıdır bir anlamda.Farkına varma, varlığı zaptedilemez bir duygunun tedirgin bekleyişleri gibi çok genel ama tutarsız olmaya hayli müsait mücadele ruhunu perçinler.Mücadele ile kurulan ilişki ise halkla kurulan iletişimin hem kibri boyutu hemde değerler inşasını ifşa eder.Öyleyse her farkına varış bir mücadele eksenili ’aydın’ yaratılışımıdır? Bu soruya verilecek cevabın üçüncü aşamada olduğu açıktır.Şöyle ki,farkına varış ile harekete geçen eylem odaklı mekanizma birinci olarak içe dönük ikinci olarak dışa dönük olarak yer eder.İçe dönük eylem, kuşkusuz sanat üretiminin başladığı ve ruhsal coşumlarla yükselişi nüksettiği sürekli bir devinim hali,yani aydının kendi kendisiyle varettiği bir savaştır.Dışa dönük olabilme ise toplumsal mücadelerde etkin bir aktivist rolü olarak değil,üretilen sanatı dışa nasıl yansıtıldığı ile ilgilidir.Bu da demek oluyor ki,farkına varma ile başlayan,mücadele ile seyreden,üretim ile sonlanan ama sabit geçişkenliği reddeden bir ’zamansızlık’süreci ile yoğrulur sanatçı.

Bu süreçler, Rus Edebiyatı'nın tarihsel çekişmeleri,Varoluş Edebiyatı,Şiir estetiği,Bohem kültürü,Toplumsal Gerçeklik temasını işleyen 20.yy sanatçıları vs yer alır.Belli bir yazar olgunluğunun nüksetmesine paralel çıkan üretme güdüsü derin bir zamansızlığa giden bir yoldur ister istemez.Ama bu geçici veya geçici olmayan yabancılaşma estetiği biçimselliğin aşırı ehemmiyetine dönüştüğü vakit,hammaddenin kuruduğu arazilerde hammediyi işlemeye çabalayan bir makine biçimsizliğine bürünür.Bu ise,dalgasız bir denizin huzurlu,endişesiz göz kırpışlarına aldanan bir şairin amaçsız kıpırdanışlarıdır.

andacyazli@yahoo.com

26 Ekim 2011 Çarşamba

”Sanatçının Duası”

Charles Baudelaire deyince kuşkusuz ilk akla gelen Les Fleurs du Mal (Kötülük Çiçekleri) adlı şiir estetiğidir.Bunun yanı sıra, dünya edebiyatında ”düzyazı şiir” anlayışını köklü bir biçime sokan ve neredeyse iki asır boyunca sarsılmaz bir kudretin taşıyıcısı olan Baudelaire, düzyazı-şiir kuramını ölümsüzleştirmiştir.Bu çerçevede aşağıda okuyacaklarınız onun düzyazı şiir nosyonuyla örülü eseri ”Paris Sıkıntısı”nda yer alan ”Sanatçının Duası” adlı muazzam mısralarıdır.Bugün bu vesileyle susmayı tercih ediyorum:

”Gün sonları ne kadar içe işleyici güzün! Ah! Can yakacak kadar işleyici! Çünkü öyle hoş duygular vardır ki,dalgaları yoğunluklarını önlemez;Sonsuz'un ucundan daha keskin uçda yoktur.


Bakışı göğün ve denizin uçsuz bucaksızlığına daldırmak ne büyük haz! Yalnızlık,sessizlik,gök yüzünün benzersiz araılığı! Ufukta titreyen, küçüklüğüyle,yapayalnız kalmışlığıyla benim çaresiz yaşamıma öykünen bir küçük yelken,dalganın tekdüze şarkısı,tüm bu nesneler benim aracılığımla düşünüyor,ya da ben onların aracılığıyla düşünüyorum;düşünüyorlar,diyorum, ama dilbazlılıklara,karşılaştırmalara,sonuç çıkarmalara başvurmadan,ezgimsi bir biçimde,çok güzel bir biçimde düşünüyorlar.


Gene de,ister benden çıksınlar,ister nesnelerden fırlasınlar,bu düşünceler fazlasıyla güçleniyor çabucak.Güç hazda bir huzursuzluk,olumlu bir acı yaratır.Fazlasıyla gerilmiş sinirlerim tiz ve sızılı titreşimlerden başka birşey vermiyor artık.


Şimdi de göğün derinliği şakına döndürüyor beni,duruluğu çileden çıkarıyor.Denizin duyarsızlığı,gözlerimin önündeki görünümün değişmezliği ayaklandırıyor beni...Ah! Hep böyle acı mı çekmeli,yoksa hep kaçmalı mı güzelden? Doğa,acımak bilmez büyücü,her zaman üstün çıkan karşıt,bırak beni! İstediklerimi ve gururumu baştan çıkarmayı bırak artık! Bir düellodur güzeli incelemek,sanatçıyı yere sermeden önce dehşetten haykırtan bir düello.”


andacyazli@yahoo.com

25 Ekim 2011 Salı

”Fahişe”


”Kitap mı alacaksın?”, ”Evet,neden bu kadar şaşırıyorsun”? ”Cümleler ancak olmadık zamanlarda ’cümle’ olabilirler.”diye söylendi.Hastanenin pembe duvarlarına aldırış etmeden yürüyordu.Hastane koridorları hastanenin bilindik kokularından farklı kokuyordu bugün.Yürürken neredeyse kafası değecekti tavana.Hastane birimleri arası geçişte ikide bir kapıyla karşılaşıyordu.Korkunç kapılar!Kapılardan geçerken iki misli eğiyordu kafasını.Kafasını eğmeyi akıl edebilmişken,aklında parlayan kelimeler sanki öne doğru itilmişlerdi.Tekrar ve tekrar belki her adım öncesi ve sonrası,geçişlerde,korkunç kapı eşiğinde yineledi cümlelerini:”Cümleler ancak olmadık zamanlarda ’cümle’ olabilirler.” Sonra? Yine kapılar belirdi.Hastanede ona keyif veren şey, karşısından beyaz önlüklerle ayrıcalıklı hızla geçen hemşirelerin kaçışan gözleriydi.Hızlı hızlı koşuşan adımlara uyum sağlayan o gözler...Herhalde ikide bir eğilen kafanın motor hareketleriydi kaçışan gözlerin hedefi.Gülünç gibiydi.Hep gülünç gelmişti zaten.Bu koridorlara aykırı bir kafanın görüntülü belgeleriydi sanki.Sığmayan kafalar birleşmeliydi belki de.Ülke böyle kurtulabilirdi.Neden,dar kalıplara aldırış etmeden bir ceket giysindi ki insan? Giymemeliydi! İsyan etmeliydi! Hem kadınlarda hoşlanmıyordu sığmayan kafalardan,elbiselerden,gözlerden...Hastalar ise sırasını bekliyorlardı.Zaten her defasında beklenen sıralar gelmedikçe daha çok sıra bekleyenle karşılaşılıyordu.Bu bitmez tükenmez çabayada akıl erdiremezdi.Belki de kafası sığmıyordu bu duruma da.Ölgün bakışlar üzerindeydi.Biçimsiz gurur hareketlerine gebe bakışlar...Sorduğu soruya yine kaçışan gözler etrafında belli belirsiz verilen cevabın 3.blok olduğunu duymuştu.Eyvah! Yine korkuç kapılar,kaçışan hemşireler,gelmeyen sıralar,yorgun hasta yüzleri profiline uygun arka fona yerleşik pembe duvarlar...Yine...yine...Arkası gelmedi.Kapı göründü.Özgürlüğe giden kapı!.Dışarı açılıyordu.Kafasını eğdi.Dışarı çıktı.İç cebinden çıkardığı sigarayı ağzına tutuşturdu.

3.blok sözünü sevmemişti.Biraz telaşlı biraz mahçup hafif mahzun odanın kapısına vurdu.Kafaya dikkat!Cevap yok! Girdi.Sevimsiz suratlı,kolalı gömleğinin kırışıklığına aldırmayan,koltuğuna iki büklüm yayılmış vaziyette bir adam ile sevimsizliği ile adama benzer;koltuğa yayılmamayışı ile farklı bir kadın onu karşıladı.’Ne işin var burada’ cümlesinin ’cümle’ haline getirilmeyişini, bakışların diliyle kurulduğu bir dilbigisi gramerine tanık oldu.”Hoşbulduk” dedi. ”Ne saçma bir söz!” Yıllardan sonra sırası gelen ölgün suratlar ardı adına giriyorlardı odaya.Bu garip dilbilgisi bu hastalara işlemiyordu fakat.Gayet pürüssüz ve ağızla kurulan cümleler ile sağlanıyordu iletişim.İletişimin böylesi ne güzeldi halbuki! Herkes kimle,nerede ve nasıl konuşması gerektiğini kavrayabilirdi böylece.Diğer türlü ’Hoşbulduk’dan başka diyecek birşey gelmiyordu akla.”Biz farklı çalışıyor muşuz” Tabi,eminim öyledir! Yani,biz farklı iletişimde kurarız yeri geldiğinde demeye çalışıyor.Hoşbulduklar geçici olacak anlaşılan.Hastalar kovuluyor,kovuldukça bitmeyen bekleyişlerin sıralarına geri dönüyorlardı.Pembe duvarlar açılan kapının aralığından sırıtıyorlar.Hemşireler son otobüsü kaçırmama telaşına benzer atiklikte geçişiyorlardı.Kapılar halen korkunç geliyordu.Sigarada kesmemişti.Sevimsiz suratlar komitesine ’Hoşbulduk’ dan başka birşey denilmiyordu.Zaten bir stajyer sevimsiz suratlar arasında nasıl mesleği sevebilirdi ki? Bizim mesleğimiz hemşirelerinki gibi de değildi üstelik.O kadar efor harcanmıyordu.Sevimsiz surat olman birde dilbilgisi bilmek yeterliydi.İzin istedi.Çıktı.Koridorun başına geldiğinde eli otomatik iç cebine yöneldi.Bir daha gelmeyecekti.”Karar mı vermişti şimdi?” Kararlarıda böyle hemşirelerin hızı gibi bir sürede verilebilseydi keşke.Düşünmedi! Sİgarasını yaktı.Bekledi.Gideceği yeri biliyordu.

Dolmuş durağında bekleyen birine adres sordu.3.blok cevabını almayacağı için seviniyordu.Umarsız el kol hareketlerini izledi.”İletişimin bir de böylesi varmış”.Düşündüğüne güldü! Bu ülkenin gramerini öğrenmek çok güçtü.Herkes farklı bir dilde konuşuyordu.Yürüdü! Pembe duvarların yerini biçimsiz gri betonlar,hemşirelerin yerini kornalı arabalar,hastaların yerini şehrin kabadayılarının duvar diplerinde çömelişi almıştı.Herşey aynıydı aslında.Aktörler değişiyordu.”Öyleyse huzurlu kıyı kasaba hayallerinin ne gereği vardı”? Güldü! İnsan yüzleriyle karşılaşıyordu sürekli.Biri geçiyor diğer bir yüz ifadesi başlıyor.Bütün ifadelerin toplamı toplum ediyor.Sonra okullarda toplumların tanımı yaptırılıyor.Kafa bulandırılıyor.Eğitim sistemi bozuk  yakarışları da hep bu çelişkiden çıkıyor zaten.Birileri kitaplarda yazılan geçitlere kafalarını sığdıramıyor.Sonra da ya hep kafaları eğik dolaşıyor ya da isyan ediyorlar.Kaosda böyle başlıyor sürekli.Bence sorun dilbilgisinde.Aynı dilde konuşabilseydik farklı olurdu,kim bilir! Yolun kıvrımlı inişinden süzülerek hedefine doğru yaklaşıyordu.Hedef da uzak sayılmazdı.Çömelen kabadayıların gittikçe artan sayısından anlaşılıyordu yaklaştığı.Girişe geldi.Durdu! Bir polisle karşılaştı.Girşite oturuyor, otoritesinin emin tavırlarına göre hal alan kaşlarını çatıyordu.Polislerden oldu olası hoşlanmamıştı! Yine hoşlanmadı.Kimliğini gösterdi.İçeriden yanık bir türkünün yoğun dumanları yükseliyordu.

Kadınlar söz konusu olduğunda aklına;batan bir güneşin ufkuna gözleini dikmiş bir şairin portresi gelirdi.Bu şair herhangi biri olabilirdi.Birde birkaç etkilendiği düşünürlerin kadın konusunda fikirleri (bu fikirler daha çok ’ıstırap’ gibi şeylerdi) damlardı aklına.Onlardan bir tanesi,en önemlisi,gramerini de gayet iyi anladığını düşündüğü Cesara Pavese idi.Çok ortak tarafları vardı sanki yaşamlarında.Sadece kendisinin bildiği ortaklıklar...Örneğin onun hayatı da pembe duvarlar,ölgün suratlar,sürekli bekleyişler,anlaşılmayan diller ile çevriliydi.Belki yanılıyordu! Ama öyleydi.Kuşkuya düşmek istemiyordu.Şimdi kafasında bir söz dolaşıyordu mesela.Pavese'ye ait şu söz:”Okurken aradığımız yeni düşünceler değil,kendi düşüncelerimizin basılı sayfada doğrulandığını görmektir.” En çok bunun içindi düşkünlüğü.Çünkü gördüğü kendi düşüncelerinin basılı haliydi.Kadında türküyü bırakmış,ona bakıyordu.Bu bakışlar ne polisin,ne de sevimsiz meslek elemanların bakışlarıydı.Bu bakışlar farklıydı!Ayrıca yine farklı bir dilin işleyişi vardı.Hoşbulduk cevabını büsbütün çürüten bu bakışlar altında,şehveti duyumsadı.Yine Pavese'ye sarıldı.”Hayatta en önemli şey düzüşmek olmasa,Tekvin onunla başlamazdı” Kadın yanına yaklaştı.Etrafta çömelen kabadayıların yürüyen versiyonları dolaşıyordu.Demek birde bunların yürüyenleri vardı! Kadınla birlikte kabadayılarda yaklaştı.Şimdi çömelmeseler bari!  Neyseki çömelen olmadı.Birkaç saniye tanımlanamayan bakışlar kisvesinde tanımlanamayan bir gerginliğin havasına büründü.Daha sonra bu gergin bekleyişe bir son verildi.Kadın kulağına müstehcen birşeyler fısıldadı.Utandı! Biraz sıkıldı.Alışık değildi ne de olsa.Küçük burjuva gramerinde hiç duyulmazdı bu sözler.Demek ki burada iletişim böyleydi.Ayrıldı! Vitrinlerin yine müstehcenliği ile karşılaştı.Bu sefer sözlerin yerini görüntüler almıştı.Yarı çıplak vücutları izledi.Çoğu yaşlı olmakla birlikte,dirayetli kalçalara hayran kaldı.”Sevda hanım mı?” ”Sevda hanımın torunu mu oluyosun”? Kahkalar etraftın tüm uğultusunu bir anda kesti.Kahkalara; çömelen...pardon! yürüyen kabadayılarda eşlik etti.Kahkalar soylu kadın zarafetinden ayrılıp,tırmalayacı sesin kimliksizliğine büründü.Sevda hanım gözüktü.Karşısında mavi bir kitabevi poşeti sallayan,deri ceketli,solgun yüzlü bir yüz gördü.Bu yüzü hatırlar gibi oldu.İçeriye aldı.Daracık bir avlunun sol köşesinden odalara giden koridorda yürüdüler.Kafa yine eğiliyordu.Korkunç kapılardan burada da vardı.Loş,havasız,hafif kırmızı  tonla aydınlatılmış bir odaya girdiler.İkiside susuyordu.Mavi kitabevi poşetinin hışırtıları duyuldu.İçinden bir kitap çıktı.Pavese'nin bir seri halinde geçen cümleleri homurtulu bir akışın akıntısına teslim edildi.Kadın,kitabı eliyle kavradı.Bir süre kafasını kaldırmadı kitaptan.Kaldırırsa herşey bitecekmiş gibi geliyordu.Cümleler ancak olmadık zamanlarda ’cümle’ olabilirdi.’Baz ve Kevok’ fısıltısı bir bir masal esrarengizliğini sundu loş kırmızı odaya.Yalnız iki karakterin bütünleştiği bir masal diyarı.Kadın kırışık,ince parmağını adamın dudaklarına değdirdi.İki kelimenin önlenemez uyumunu güçlükle bir araya getireren adam: ”Gitmem gerek” diyebildi.Hızla çıktığı odadan bu sefer kafayı eğmeyi unutmuş,yürüdüğü koridor boyunca kafasını ovmak zorunda kalmıştı.Çömelen kabadayılar ve polisin yanından çevik hareketlerle uzaklaştı.Kendisini ilk kez hemşireler gibi hissediyordu.

”Kafam düşüncelerin hantal ağırlığında eziliyor.Bilmem özel bir günün tarihsel yorgunluğu mu,yoksa son sözlerle biten bir kitabın kalın duvarına vurulan kafanın acısı mı”?

”Kitabı verebildin mi”? ”Hayır,kadını bulamadım”

andacyazli@yahoo.com

24 Ekim 2011 Pazartesi

Devam Ediyorum...

Acı çekmek maharetli bir deneyimdir.Deneyim sözünü ’maharet’ ile birlikte açmaza sürüklemek değil amaç,acının fevkalade bilincine erişip onu becerilerin üretken doğasına,yani yaratma kabiliyetine devşirmektir.19.yy Rus Edebiyatında da,özellikle Dostoyevski'nin dünyevi ve metafizik algılayışına paralel,Avrupa'nın 2.Dünya Savaş sendromundan çıkamayan yılgın entellektüel dirayene atıf ve kadim öz-kültürel geleneğimizin ’acı çekme’ yolculuğunun şiddetine mahzur bulunur halde bu yazının başına oturuyorum.Cesare Pavese'den Tezer Özlü'ye akışkanlığı hiç de yapmacık taklitçilikle geçmeyen ’acı çekme’ mirası da ilgilendiriyor beni.Evrenselliği bozguna uğratmamak,Tezer'e baktığımda Pavese'nin basık motel odasında kederlenmek gibi bir melonkolide bu ilginin parçlarından.Oğuz Atay'ın kentsoylu aydınlarında da aynı şekilde.”Tutunamayanlar”ın Selim Işık'ı mesela.Selim'in mısralarında aynı topluluğun acı çekmekle ün etmiş küçük kasabasında yer yer kan ve gözyaşı damlaları ile boyanan kaldırım taşlarında oturmak da aynı dilin aynı sezgileri.Devam ediyorum:

”Selim Işık tek ve Türk,Ve duygulu amansız.
Sabırısız ve olumsuz,yaşantısında cansız.
Sanılırdı:gerçekti,hayır gerçek değildi.
Tutunamayanların tarihine eğildi.
Kelime ve yalnızlık hayatın tadı tuzu.
Kucaklamak isterdi ölümü ve sonsuzu.”

Kentsoylu aydın durağının muavim müşterilerinden Hikmet Benol ve Albayı da unutmuyoruz.Ya ”Oyunlarla Yaşayanlar”ın Coşkun'nuna ne demeli? ”Korkuyu Beklerken” in ”Demiryolu Hikayecileri” aynı toprağın sevimsiz evlatları değil mi? Hatta ve hatta hikayenin sonunda pasif bir haykırışa oradan edebiyat havuzuna çok sonra da ’acı çekme mahareti’nin önsözüne dönüşen şu satırlara da bakalım:

”Ey sevgili okuyucum ben buradayım,sen neredesin”?

Devam ediyorum.Kadim öz-geleneğimiz demiştik ya hani...Neyse geçiyorum.Tezer Özlü'nün hastalığı sırasında biricik yakın dostu,yazar arkadaşı ve dert ortağı (bu dert kelimesinin üstünde durmakta yarar var) Ferit Edgü'ye yazmış olduğu mektuplardan evvel zaman önce bu lekeli defterde bahsetmiştim.Ne diyordu Tezer o mektuplarda:

”Bu hafif depresyon halini sevmiyorum diyemem,zevk verici keyif verici bir hastalık bu”

Tezer'in Avrupa sokaklarını yerle bir etmesinde,Pavese'nin kurumuş çamur izlerini avucunun içine alacak kadar acı çekmenin maharetine erişmiş biri olduğunu düşünürsek bu satırlara hiç de içerlenmeyiz.Pavese'nin mealan ’acı çekmeyi sonlandıracak en temiz yol intihardır.’ derken bunu teslimiyet rüzgarı olarak mı,yoksa ’maharet’ sandalında sağa sola kürek çekip bir olgunluğa erişen,erişme yolunda giden acı çekme yolcularının derin iç yalnızlığı olarak mı okumalıyız? (Cevapsız sorular)

Devam ediyorum.Kafka'nın ”Dönüşümü” de bu yolun yolcusu.Diğer Kafka eserlerine haksızlık etmek istemem ama ”Dönüşüm” tam bu yolun yolcusu.Tezer Özlü'nün Kafka objektiflerini hemen ”Yaşamın Ucuna Yolculuk” kitabının giriş kısmının üst sağ köşesinde küçük puntolar şeklinde görebiliriz.Uzağa gitmeye ne gerek var: ”Kafka ile yaşamak acınası güncelliğimizin umududur.” Peki ya ”Dönüşüm” ü nereye sıkıştırmalıyız? Selim Işık(lar),Pavese(ler),Hikmet Benol(lar),Demiryolcu(lar),Dostoyevski(ler),ler,lar... Kafka'nın çoğullarında çoğullaşan kahramanlar desek...Yeterli mi?

Devam ediyorum.Çünkü acı çekiyorum.Yaklaşık 1 yıldır ’devam etmekte’ olduğum ’Şeylerin Boktanlığı’ blogunda bir yıllık süreçte acı çekme maharetinin neresinde yer aldım bilemiyorum doğrusu.Halen maharet sandalında sağa sola kürek çektiğim bir gerçek.Ama şundan eminim artık:Yazmak ile tüm (lar) ve (ler) ile bütünleşen duygu,düşünce kalıplarımı essalı bir ”varoluş” a dönüştürebildiğimi sezinliyorum.Bunun için varım.Bunun için yazıyorum.Tıpkı Pavese'in dediği gibi:

”Biz yazgıyı özgürlüğe (ve doğayı nedenselliğe) dönüştürmek için dünyada varız.”


andacyazli@yahoo.com

21 Ekim 2011 Cuma

Sonsuz Terkedişler

Sıra sıra dizilmiş,eğri büğrü yaşanmışlıkların sırat köprüsünden yuvarlanan insan yüzleriyle karşılaşıyorum.Her bir yüzün ruhsal gel gitlerini ele veren çehrelerinde;soğuk,umarsız ve kaybedilmiş serzenişleri okuyorum.Yüzler konuşmaya başlıyor.Biraz dikkatin, hafif yoklamanın yeterli olduğu o kısacık anlarda kendisini açığa vuran bakışlar bana bu yüzlerde ’şiirsel’ dizeleri anımsatıyor.Arı bir dille içimden akan mısraların yankılarını buluyorum bakışlarda.Kaçan,yakalanan,güvensiz,çizgisiz,öfkeli bakışlar...Sanki bu bakışlar, anlamını yitirmiş,ormanını arayan yalnız bir ağaç gibi sararan kelimeleri açığa çıkartıyorlar.Kelimelerden cümleler,cümlelerden dimdik kararlı dizeler yaratıyorlar.Kelimeler yeniden keşfediliyor,onlara sımsıcak vakur dokunuşun ellleri teslim ediliyor.Şiir,bakışların tür tür değişkenliklerini umursamaz başkaldıran çılgın yeni yetmelere evriliyor ve şiir bakışlarda hiç eskimeyen,yüzünü herkese göstermeyen fazla utangaç ama bir o kadar da sadık konakçılar olarak yapışıyor.Bakışlar şimdi daha dokunaklı geliyor bana.Yurdunu arayan ’kayıp’ şairin ucuz motel odalarında biriktirdiği ortak acıların köhneliğine itiliyorum.İtildikçe bakışların ’kayıp’ dizelerinde yığılmış,tozlanmış zarfların üzerine fener tutuyor,tüm yıpranışlığın edilgen doğasında bakışları arıyor,şiirin bakir topraklarına yerleşmek isityorum.

Bir gece kendimi apansız biçimde şairin odasında buluyorum.Dalgın yüzünü yalayarak pencerenin geçit vermez camlarına dokunan,oradan odanın duvarlarında özgürce yükselen sigara dumanlarını izliyorum.Pencereden belli belirsiz,sisli bir gökyüzünün altında ihtiyar balıkçıların sesleri işitiliyor.Gece vardiyasından eli yüzü kara bulutlarla kaplı,bitkin vücudun son enerjisini ayaklarına vererek çıkan işçilerin eve dönüş saatlerini öğreniyorum.Bu arada her hareket bir bakışla kendini var ediyor.Bakışlar yoğunlaştıkça şair yerinden kıpırdar gibi oluyor.Sonra birden şairle balıkçıların arasında değişmez bir yasanın olduğunu fark ediyorum.Oltasını suya daldıran ve amacına giden yolun sadece beklemekten geçtiği bir döngünün aktörleri olan balıkçıların;bakışların mısralarını beklemekle yükümlü şairlerle nasıl ortak bağ kurabiliyorlar diye soruyorum. Bilinmeyen belki de hiçbir zaman farkına varılmayacak bir ortaklık.Her ikisinin de taşkınlıktan,fırtınadan kaçtığı durgunluğu,berrakığı dilediği o kadar belli oluyor ki...Şair susuyor.Sustukça parlayan gözlerine ağırlık,ince bir yatışmışlık vuruyor.Tahtası silikleşmiş masanın üstünde irili ufaklı mürekkep lekeleri parlıyor.Dip dibe sıkıştırılmış kitaplardan yorgun bir aydının karartı bakışları yükseliyor.Yine bakışlarla yüzleşiyorum.Geçmiş,eskimişlikler,olmamışlıklar,ulaşılmayacak özlemler öyle belirgin öyle çaresiz ki...Sayısız bakışlardan iki mısrayı bir araya getiremeyecek kadar kaybolmuşluk...Neden bu odadayım,neden mistik kasvetin içinde yoğruluyorum yoksa bende mi kaybettim bakışların şiir değneğini? Odadan bir çırpıda çıkıyorum.Sonsuz bir terk ediş mi,bilmiyorum!

Gecenin ölü topraklarına ağır ağır,telaşsız adımlarla basarak ilerliyor,kendimi birden balıkçıların nasırlaşmış ellerine bakarken yakalıyorum.Oltasını suyun derinlerine yollayan,belki de beklemenin anlamını hiç boyluca düşünmemiş ama hiç bir zaman onunla yaşamaktan kendini alıkoymamış balıkçıları izlemek,olmadık duyguların yeşermelerine neden oluyor.Yoksa ben mi öyle hissediyorum? Birbirimize paralel,mesafeli duruşumuzu bozmadan uzaklara göz daldırıyoruz.Birbirimizin varlığından haberdar ama birbirimize uzak.Tıpkı şairlerin ve balıkçıların hem yakın hem ulaşılmaz ortak yazgıları gibi.Sadece beklemek,sadece beklemeyi düşünmek,sadece beklemeyi yaşamak...Saaatler geçiyor balıklar el sallıyor ve devam ediyor yollarına.Bakışlar el sallıyor,hızlı adımlarla uzaklaşıyorlar etraftan.Sadece bekliyoruz...Balıkçı şafağın sökmesine yakın toparlanıyor,bekleyişlerin neticeye dönüşemediği gecenin yılgın iki yolcuları olarak ayrılıyoruzçSonsuz terk ediş mi,bilmiyorum!

Sokaklarda dönüyorum.Gördüğüm insan yüzlerini, cılız bir sineğin kanat çırpışları gibi çırpıyorum zihnimde.Onlardan bir mısra yazmaya çabalıyorum.Olmuyor! Bekleyişlerden yorgun düşerek şairin kapısına yaklaşıyorum.Biraz çekinerek gözlerimi pencereye dikiyor ve onun solgun yüzüyle karşılaşıyorum.Biraz kıpırdar gibi oluyor.Yukarıya çıkıyorum,kapının eşiğinde kararsız bekliyorum.Birden zihnimi şu kelimeler kuşatıyor : ”Sonsuz terk edişler geri dönüşlerin yazgısı mıdır?”

andacyazli@yahoo.com