30 Ekim 2011 Pazar

Parasız Yatılı'nın Düşündürdükleri


”Akıyordu su / Gösterip aynasında söğüt ağaçlarını / Salkım söğütler yıkıyordu suda saçlarını.”

Edebiyat, sessiz ezgilerin yüksek kulak çınlamalarına dönüştüğü yerdir.Herkesin,herşeyin,her bitmeyen yürüyüşün,her içli sesin peşinde yorulmayan gezgin gibidir.Ama onu duyanı,hissedeni,kucaklayanını ister,diler.Öyledir yaratılışı.Ömür boyu yaşayan bedenlerin,arzuların,çöküşlerin kiracısı gibi mahçup ve kırılgandır.Sonraları onu hayatının onulmaz parçası kılan,minnettarlığını hayat boyu erdeme bahşeden insan yüzlerini unutmaz.Ebedi olarak yerleşir konaklara.Yersiz,yurtsuz,bir dev çınarın hüzünle uzayan yalnız boy fidanları olsada onlar...Bırakmaz,sahiplenir ve sessiz ezgilerini sadece onun duyacağı biçimde fısıldar.Ezgiler her köşeden duyguları kıskıvrak kuşatan bitmeyen bir uzayışın tutkulu sarışlarnı,sonu belirsiz bir destanın ağıtlarını durmadan yayarlar.
Füruzan'ın edebi evreni ancak böyle ezgilerle tercüme edilebilir.Füruzan'da yaşamın günlük akışını evin bir köşesinde bazen serili minderlerin kıvrık uçlarına dalan gözlerle,bazen duvarların çatlamış hüznünü andıran eskimişliğiye,bazen geçmişin nostajisini gözkapaklarından damlayan küçük bir gözyaşıyla anımsayan yaşlılar olarak izleriz.Dingin bir pınarın usuk usul akan suları gibidir Füruzan'ın öykülerindeki günlük yaşam.Hüzün,evlerin içinde dolaşan,varlığı sarsılmaz bir babadır çoğu zaman.Hem ekmek taşıyıcısı,hem sıcak bir dokunuşun tılsımlı etikileridir.Hüzün hiçbir zaman sadece hüzün olarak çakılı kalmaz bu evlerde.Devinim halindedir.Babasız kalmış çocukların rüyalarını betimleyen şiir olarak da,yoksul annelerin omuzlarından inen ağır yüklerin paylaşımcı elleri olarak da ’ben buradayım’ der sürekli.
Düşler,doyulmamışlıklar,kırılgan umutlar,bekleyişler de ’ben buradayım’ derler sürekli.İstanbul'un şımarık bir çocuk gürültüsüyle duyulmaz,devesa gövdesiyle görünmez kıldığı ’ötekiler’ vardır bu satırlarda.Göçmenliğin pislikle anıldığı kalabalığın içinde başı öne eğik çocuklar,şehrin yabancılığında geçmiş yakınlığını unutan yaşlı bellekler,dul kalmış işsiz anneler,tersane işçileri emektar babalar...’Su Ustası Miraç’ vardır mesela.Hikayede alay ederlemiş bu kimin ustası diyerekten.İçlerinden biri ona suyun ustası dediğinde öylesi bir boşluğun ortasında savunmasız,tutunacak küçücük bir parça arayan titrek ellerin hissiyatıyla kavrulunur ki,bu savruluş okuyucunun şaşkın halleridir.Öyküyü okuyan herkes bunu bunu bilir,anlar ve sezer.
’Su Ustası Miraç’ bir delinin esaslı hikayesidir.Delinin anasıda öyle bir anadır ki,hem kendisine ’anacığım’ sözünü söyleyen tek kişi olarak oğlunu bulunmaz ama aynı zamanda tehlikeli umursamazlıkların kıyısına koyar.Hem analığın yürek merkezi,hem göçmen kıyısıdır onun için Vedat.Hep nedense ’farklı’ olmanın dayanılmaz rahatsızlığını her birilerinin (kardeşleri ve anası) sırtında yüke dönüştürmüştür o.Bir kere hiç olmayacak şekilde yoksullara ilgi duyar.Onlarla,her mevsimin verimliliğindeki bolluğun güzelliğini paylaşır.Sonra devletine başkaldırır.Tutuklanır.Miraç'a ustalık statüsünü Vedat vermiştir Suların ustası Miraç'ın evinde,salkım söğütler saçlarını yıkar.Anası Vedatı'nı kurtarmak için kolları svarken,Miraç,aynasında gösterir Vedat'ın yüzünü anasına.
’İskele Parklarında’ ”ağustosun on beşini yaz,on beşini kış” olarak geçiren analar,kızlar,yaşlılar vardır mesela.Yoksulluğun bir suya özlemle anlatıldığı parklarda özlemler dile gelir,öfkeler nedensizliğin süpriz hediyelerinde patlar...İstasyonun müdavim yolcuları kıyılarından geçerler yoksul oturuşların.Sanki görmemek,duymamak,dinlememek için oturmayı sevmez,hızlıca yürür geçerler.”Anne sucular zengin midir” soruları çocuk masumiyetinin yokluk içinde eridiği düşlerin serbestliğ ile sorulur.Anneler öfkelenir durduk yere.Öfkeler,yoksulluğun,yaşanmamış yarım baharların,on beşi yaz on beşi kış akşamların öfkeleridir...
’Parasız Yatılı’ en çok bekleyişlerin uzak umutlarıdır.”Hiç sekiz yaşında bir kız babasız kalır mı” sorularının yakarışlarıdır bu öykü.Akşam minik ellerle yakılan sobanın henüz ısıtılmayan evinde,henüz buz gibi duvarlarına sırtını dayamış çocuklar için  yazılmıştır sanki bu öykü.Sabah yalnız uyanışların ağlamaklı yüzleri hissedilir bu satırların diri yüreklerinde.Hep hayata erken başlanır.Ne de olsa Parasız Yatılı sınavına katılacak tüm öğrenciler erken gelirler imtihana.
Parasız Yatılı'nın düşündürdükleri o kadar sayısız ki...Füruzan'ın üslubu, her öyküsünde insan yüzlerini ve yaşanmışlıkları birbirine kördüğüm etmeden,sıkıca bağlayabilen bir ilüzyon ustası;zaman kavramını buharlaştıran,iç seslerin dış seslerle karıştığı bir gündelik iklimi hazırlayan bir duygu mimari sanki.’Parasız Yatılı’ ismiyle topladığı her bir öykünün değeri biraz da İstanbul'un hızlı ritmine ayak uyduramamış nesneler,insanlar ve geçmişlerin ağır işleyen hüznünde saklı.Dilin sülü ve biçimsel doğasına uymayan,özgün,öyküclüğün ayrıntılar evrenine yeni anlam ve kalıcılık katabilmiş bir sanatçıyla karşı karşıyayız.Füruzan'ın bulunduğu yeri en güzel ifadelerle anlatan ’sanatçı’ tavrının ne olduğu hakkında bizleri düşündüren,kendi ağzından dökülmüş şu sözlere bakalım:
”Sanatçıların taşıdığı akıl,vicdan,diri bakış,bunca acının,horlanmanın,çöpleştirip hakir görmenin şaha kalktığı şu yıllarda insanlığı anlayabilen tek alandır.”
andacyazli@yahoo.com

28 Ekim 2011 Cuma

Malzemesi İnsan Olmayan...

Malzemenin insan olmadığı bir sanat ediniminin edilgen olmaya yüz bağlamış kürsüsünden konuşmaya can atan sanatçı portlerini karşımda buluyorum.Öylesine sarmaş dolaş içiçe,renksiz boy uzatmış otların kısırlığını andırıyorlar.Biçimselliğin hüküm sürdüğü impatorluklar avlusundan fırlayıvermiş,iç yaşam klavuzunda saray soyluluğundan ziyade altın döşemeli saray zeminlerinde tapınan şövalye ruhlu prensler gibi beyhude hareketlerle sözümona geçiyorlar! Ama nasıl? Yaşanmışlıklardan,zorbalığın esiri büyük acıların istasyonundan,asla kavuşulamayacak tozlu yolların ızdıraplı kirliliğinden...Geçiyorlar belki,ama asla görmeden,ince ruhların ince sezgileriye hareket edebilme mistisizmini gölgeleyen buyurgan edaların pespayeliği ile.

Dostoyevski'yi ilk elime aldığım zamanların ’zamansızlığı’ beni tedirgin ederdi.Sanki o zamansızlığın ezgisi yaşam felsefimin yazgısal ezgisine dönüşebilecekmiş hissiyatı yaratırdı.Ezgiler çoğullaştıkça içinde depreşen azgın ruh kabadayılarını dizginleme görevide,sanatçılığın ince ayar dokunuşlarında gizlidir.Neden diye sorarlar,en içinden çıkılmaz düşüncelerin güçlü akıntısına karşı gelen esrarengiz çabanın sanat küreğinde gizli olduğunu? Nedenlerin,nasılların ardı ardına sürüklenen nesneler dünyasının nasıl da zamanı yok ettiğini,biçimsiz kıldığını unutma gafletiyle sorarlar.Zamansızlık bir yabancılaşmayı mı yaratır sorusu fısıltıyla dolaşır belki aralarında.Bazen güçlü bir etki sarmalında tüm soruların ana beşiği olur,ya da daha somut tabloda gittikçe buharlaşarak eriyip yok olan külfetler haline gelir.Ama nasıl? Zamansızlığın içinde kaybolmak nasıl bir ’aydın’ kibrine bürünmektir? Üç yönlü bir gelişim seyri berraklaşan aydın portlerini de ortaya döker.

’Farkına varmak’ üç yönlü değişkenliğin en stabil halini ima eder.Diğer ikisi ise içlerinde kıvrımlı ve hayli karışık yolları kapsayan süreçlerin varlığıdır.Farkına varmakla kurulan yabancılaşma kaçınılmazlığı, edinilen malzemelerin de (bu, entellektüel malzemelerdir) kullanım şemalarını görünür kılması açısından önemlidir.Şemalar,diğer iki yönün de belirleyici pusulalarıdır bir anlamda.Farkına varma, varlığı zaptedilemez bir duygunun tedirgin bekleyişleri gibi çok genel ama tutarsız olmaya hayli müsait mücadele ruhunu perçinler.Mücadele ile kurulan ilişki ise halkla kurulan iletişimin hem kibri boyutu hemde değerler inşasını ifşa eder.Öyleyse her farkına varış bir mücadele eksenili ’aydın’ yaratılışımıdır? Bu soruya verilecek cevabın üçüncü aşamada olduğu açıktır.Şöyle ki,farkına varış ile harekete geçen eylem odaklı mekanizma birinci olarak içe dönük ikinci olarak dışa dönük olarak yer eder.İçe dönük eylem, kuşkusuz sanat üretiminin başladığı ve ruhsal coşumlarla yükselişi nüksettiği sürekli bir devinim hali,yani aydının kendi kendisiyle varettiği bir savaştır.Dışa dönük olabilme ise toplumsal mücadelerde etkin bir aktivist rolü olarak değil,üretilen sanatı dışa nasıl yansıtıldığı ile ilgilidir.Bu da demek oluyor ki,farkına varma ile başlayan,mücadele ile seyreden,üretim ile sonlanan ama sabit geçişkenliği reddeden bir ’zamansızlık’süreci ile yoğrulur sanatçı.

Bu süreçler, Rus Edebiyatı'nın tarihsel çekişmeleri,Varoluş Edebiyatı,Şiir estetiği,Bohem kültürü,Toplumsal Gerçeklik temasını işleyen 20.yy sanatçıları vs yer alır.Belli bir yazar olgunluğunun nüksetmesine paralel çıkan üretme güdüsü derin bir zamansızlığa giden bir yoldur ister istemez.Ama bu geçici veya geçici olmayan yabancılaşma estetiği biçimselliğin aşırı ehemmiyetine dönüştüğü vakit,hammaddenin kuruduğu arazilerde hammediyi işlemeye çabalayan bir makine biçimsizliğine bürünür.Bu ise,dalgasız bir denizin huzurlu,endişesiz göz kırpışlarına aldanan bir şairin amaçsız kıpırdanışlarıdır.

andacyazli@yahoo.com

26 Ekim 2011 Çarşamba

”Sanatçının Duası”

Charles Baudelaire deyince kuşkusuz ilk akla gelen Les Fleurs du Mal (Kötülük Çiçekleri) adlı şiir estetiğidir.Bunun yanı sıra, dünya edebiyatında ”düzyazı şiir” anlayışını köklü bir biçime sokan ve neredeyse iki asır boyunca sarsılmaz bir kudretin taşıyıcısı olan Baudelaire, düzyazı-şiir kuramını ölümsüzleştirmiştir.Bu çerçevede aşağıda okuyacaklarınız onun düzyazı şiir nosyonuyla örülü eseri ”Paris Sıkıntısı”nda yer alan ”Sanatçının Duası” adlı muazzam mısralarıdır.Bugün bu vesileyle susmayı tercih ediyorum:

”Gün sonları ne kadar içe işleyici güzün! Ah! Can yakacak kadar işleyici! Çünkü öyle hoş duygular vardır ki,dalgaları yoğunluklarını önlemez;Sonsuz'un ucundan daha keskin uçda yoktur.


Bakışı göğün ve denizin uçsuz bucaksızlığına daldırmak ne büyük haz! Yalnızlık,sessizlik,gök yüzünün benzersiz araılığı! Ufukta titreyen, küçüklüğüyle,yapayalnız kalmışlığıyla benim çaresiz yaşamıma öykünen bir küçük yelken,dalganın tekdüze şarkısı,tüm bu nesneler benim aracılığımla düşünüyor,ya da ben onların aracılığıyla düşünüyorum;düşünüyorlar,diyorum, ama dilbazlılıklara,karşılaştırmalara,sonuç çıkarmalara başvurmadan,ezgimsi bir biçimde,çok güzel bir biçimde düşünüyorlar.


Gene de,ister benden çıksınlar,ister nesnelerden fırlasınlar,bu düşünceler fazlasıyla güçleniyor çabucak.Güç hazda bir huzursuzluk,olumlu bir acı yaratır.Fazlasıyla gerilmiş sinirlerim tiz ve sızılı titreşimlerden başka birşey vermiyor artık.


Şimdi de göğün derinliği şakına döndürüyor beni,duruluğu çileden çıkarıyor.Denizin duyarsızlığı,gözlerimin önündeki görünümün değişmezliği ayaklandırıyor beni...Ah! Hep böyle acı mı çekmeli,yoksa hep kaçmalı mı güzelden? Doğa,acımak bilmez büyücü,her zaman üstün çıkan karşıt,bırak beni! İstediklerimi ve gururumu baştan çıkarmayı bırak artık! Bir düellodur güzeli incelemek,sanatçıyı yere sermeden önce dehşetten haykırtan bir düello.”


andacyazli@yahoo.com

25 Ekim 2011 Salı

”Fahişe”


”Kitap mı alacaksın?”, ”Evet,neden bu kadar şaşırıyorsun”? ”Cümleler ancak olmadık zamanlarda ’cümle’ olabilirler.”diye söylendi.Hastanenin pembe duvarlarına aldırış etmeden yürüyordu.Hastane koridorları hastanenin bilindik kokularından farklı kokuyordu bugün.Yürürken neredeyse kafası değecekti tavana.Hastane birimleri arası geçişte ikide bir kapıyla karşılaşıyordu.Korkunç kapılar!Kapılardan geçerken iki misli eğiyordu kafasını.Kafasını eğmeyi akıl edebilmişken,aklında parlayan kelimeler sanki öne doğru itilmişlerdi.Tekrar ve tekrar belki her adım öncesi ve sonrası,geçişlerde,korkunç kapı eşiğinde yineledi cümlelerini:”Cümleler ancak olmadık zamanlarda ’cümle’ olabilirler.” Sonra? Yine kapılar belirdi.Hastanede ona keyif veren şey, karşısından beyaz önlüklerle ayrıcalıklı hızla geçen hemşirelerin kaçışan gözleriydi.Hızlı hızlı koşuşan adımlara uyum sağlayan o gözler...Herhalde ikide bir eğilen kafanın motor hareketleriydi kaçışan gözlerin hedefi.Gülünç gibiydi.Hep gülünç gelmişti zaten.Bu koridorlara aykırı bir kafanın görüntülü belgeleriydi sanki.Sığmayan kafalar birleşmeliydi belki de.Ülke böyle kurtulabilirdi.Neden,dar kalıplara aldırış etmeden bir ceket giysindi ki insan? Giymemeliydi! İsyan etmeliydi! Hem kadınlarda hoşlanmıyordu sığmayan kafalardan,elbiselerden,gözlerden...Hastalar ise sırasını bekliyorlardı.Zaten her defasında beklenen sıralar gelmedikçe daha çok sıra bekleyenle karşılaşılıyordu.Bu bitmez tükenmez çabayada akıl erdiremezdi.Belki de kafası sığmıyordu bu duruma da.Ölgün bakışlar üzerindeydi.Biçimsiz gurur hareketlerine gebe bakışlar...Sorduğu soruya yine kaçışan gözler etrafında belli belirsiz verilen cevabın 3.blok olduğunu duymuştu.Eyvah! Yine korkuç kapılar,kaçışan hemşireler,gelmeyen sıralar,yorgun hasta yüzleri profiline uygun arka fona yerleşik pembe duvarlar...Yine...yine...Arkası gelmedi.Kapı göründü.Özgürlüğe giden kapı!.Dışarı açılıyordu.Kafasını eğdi.Dışarı çıktı.İç cebinden çıkardığı sigarayı ağzına tutuşturdu.

3.blok sözünü sevmemişti.Biraz telaşlı biraz mahçup hafif mahzun odanın kapısına vurdu.Kafaya dikkat!Cevap yok! Girdi.Sevimsiz suratlı,kolalı gömleğinin kırışıklığına aldırmayan,koltuğuna iki büklüm yayılmış vaziyette bir adam ile sevimsizliği ile adama benzer;koltuğa yayılmamayışı ile farklı bir kadın onu karşıladı.’Ne işin var burada’ cümlesinin ’cümle’ haline getirilmeyişini, bakışların diliyle kurulduğu bir dilbigisi gramerine tanık oldu.”Hoşbulduk” dedi. ”Ne saçma bir söz!” Yıllardan sonra sırası gelen ölgün suratlar ardı adına giriyorlardı odaya.Bu garip dilbilgisi bu hastalara işlemiyordu fakat.Gayet pürüssüz ve ağızla kurulan cümleler ile sağlanıyordu iletişim.İletişimin böylesi ne güzeldi halbuki! Herkes kimle,nerede ve nasıl konuşması gerektiğini kavrayabilirdi böylece.Diğer türlü ’Hoşbulduk’dan başka diyecek birşey gelmiyordu akla.”Biz farklı çalışıyor muşuz” Tabi,eminim öyledir! Yani,biz farklı iletişimde kurarız yeri geldiğinde demeye çalışıyor.Hoşbulduklar geçici olacak anlaşılan.Hastalar kovuluyor,kovuldukça bitmeyen bekleyişlerin sıralarına geri dönüyorlardı.Pembe duvarlar açılan kapının aralığından sırıtıyorlar.Hemşireler son otobüsü kaçırmama telaşına benzer atiklikte geçişiyorlardı.Kapılar halen korkunç geliyordu.Sigarada kesmemişti.Sevimsiz suratlar komitesine ’Hoşbulduk’ dan başka birşey denilmiyordu.Zaten bir stajyer sevimsiz suratlar arasında nasıl mesleği sevebilirdi ki? Bizim mesleğimiz hemşirelerinki gibi de değildi üstelik.O kadar efor harcanmıyordu.Sevimsiz surat olman birde dilbilgisi bilmek yeterliydi.İzin istedi.Çıktı.Koridorun başına geldiğinde eli otomatik iç cebine yöneldi.Bir daha gelmeyecekti.”Karar mı vermişti şimdi?” Kararlarıda böyle hemşirelerin hızı gibi bir sürede verilebilseydi keşke.Düşünmedi! Sİgarasını yaktı.Bekledi.Gideceği yeri biliyordu.

Dolmuş durağında bekleyen birine adres sordu.3.blok cevabını almayacağı için seviniyordu.Umarsız el kol hareketlerini izledi.”İletişimin bir de böylesi varmış”.Düşündüğüne güldü! Bu ülkenin gramerini öğrenmek çok güçtü.Herkes farklı bir dilde konuşuyordu.Yürüdü! Pembe duvarların yerini biçimsiz gri betonlar,hemşirelerin yerini kornalı arabalar,hastaların yerini şehrin kabadayılarının duvar diplerinde çömelişi almıştı.Herşey aynıydı aslında.Aktörler değişiyordu.”Öyleyse huzurlu kıyı kasaba hayallerinin ne gereği vardı”? Güldü! İnsan yüzleriyle karşılaşıyordu sürekli.Biri geçiyor diğer bir yüz ifadesi başlıyor.Bütün ifadelerin toplamı toplum ediyor.Sonra okullarda toplumların tanımı yaptırılıyor.Kafa bulandırılıyor.Eğitim sistemi bozuk  yakarışları da hep bu çelişkiden çıkıyor zaten.Birileri kitaplarda yazılan geçitlere kafalarını sığdıramıyor.Sonra da ya hep kafaları eğik dolaşıyor ya da isyan ediyorlar.Kaosda böyle başlıyor sürekli.Bence sorun dilbilgisinde.Aynı dilde konuşabilseydik farklı olurdu,kim bilir! Yolun kıvrımlı inişinden süzülerek hedefine doğru yaklaşıyordu.Hedef da uzak sayılmazdı.Çömelen kabadayıların gittikçe artan sayısından anlaşılıyordu yaklaştığı.Girişe geldi.Durdu! Bir polisle karşılaştı.Girşite oturuyor, otoritesinin emin tavırlarına göre hal alan kaşlarını çatıyordu.Polislerden oldu olası hoşlanmamıştı! Yine hoşlanmadı.Kimliğini gösterdi.İçeriden yanık bir türkünün yoğun dumanları yükseliyordu.

Kadınlar söz konusu olduğunda aklına;batan bir güneşin ufkuna gözleini dikmiş bir şairin portresi gelirdi.Bu şair herhangi biri olabilirdi.Birde birkaç etkilendiği düşünürlerin kadın konusunda fikirleri (bu fikirler daha çok ’ıstırap’ gibi şeylerdi) damlardı aklına.Onlardan bir tanesi,en önemlisi,gramerini de gayet iyi anladığını düşündüğü Cesara Pavese idi.Çok ortak tarafları vardı sanki yaşamlarında.Sadece kendisinin bildiği ortaklıklar...Örneğin onun hayatı da pembe duvarlar,ölgün suratlar,sürekli bekleyişler,anlaşılmayan diller ile çevriliydi.Belki yanılıyordu! Ama öyleydi.Kuşkuya düşmek istemiyordu.Şimdi kafasında bir söz dolaşıyordu mesela.Pavese'ye ait şu söz:”Okurken aradığımız yeni düşünceler değil,kendi düşüncelerimizin basılı sayfada doğrulandığını görmektir.” En çok bunun içindi düşkünlüğü.Çünkü gördüğü kendi düşüncelerinin basılı haliydi.Kadında türküyü bırakmış,ona bakıyordu.Bu bakışlar ne polisin,ne de sevimsiz meslek elemanların bakışlarıydı.Bu bakışlar farklıydı!Ayrıca yine farklı bir dilin işleyişi vardı.Hoşbulduk cevabını büsbütün çürüten bu bakışlar altında,şehveti duyumsadı.Yine Pavese'ye sarıldı.”Hayatta en önemli şey düzüşmek olmasa,Tekvin onunla başlamazdı” Kadın yanına yaklaştı.Etrafta çömelen kabadayıların yürüyen versiyonları dolaşıyordu.Demek birde bunların yürüyenleri vardı! Kadınla birlikte kabadayılarda yaklaştı.Şimdi çömelmeseler bari!  Neyseki çömelen olmadı.Birkaç saniye tanımlanamayan bakışlar kisvesinde tanımlanamayan bir gerginliğin havasına büründü.Daha sonra bu gergin bekleyişe bir son verildi.Kadın kulağına müstehcen birşeyler fısıldadı.Utandı! Biraz sıkıldı.Alışık değildi ne de olsa.Küçük burjuva gramerinde hiç duyulmazdı bu sözler.Demek ki burada iletişim böyleydi.Ayrıldı! Vitrinlerin yine müstehcenliği ile karşılaştı.Bu sefer sözlerin yerini görüntüler almıştı.Yarı çıplak vücutları izledi.Çoğu yaşlı olmakla birlikte,dirayetli kalçalara hayran kaldı.”Sevda hanım mı?” ”Sevda hanımın torunu mu oluyosun”? Kahkalar etraftın tüm uğultusunu bir anda kesti.Kahkalara; çömelen...pardon! yürüyen kabadayılarda eşlik etti.Kahkalar soylu kadın zarafetinden ayrılıp,tırmalayacı sesin kimliksizliğine büründü.Sevda hanım gözüktü.Karşısında mavi bir kitabevi poşeti sallayan,deri ceketli,solgun yüzlü bir yüz gördü.Bu yüzü hatırlar gibi oldu.İçeriye aldı.Daracık bir avlunun sol köşesinden odalara giden koridorda yürüdüler.Kafa yine eğiliyordu.Korkunç kapılardan burada da vardı.Loş,havasız,hafif kırmızı  tonla aydınlatılmış bir odaya girdiler.İkiside susuyordu.Mavi kitabevi poşetinin hışırtıları duyuldu.İçinden bir kitap çıktı.Pavese'nin bir seri halinde geçen cümleleri homurtulu bir akışın akıntısına teslim edildi.Kadın,kitabı eliyle kavradı.Bir süre kafasını kaldırmadı kitaptan.Kaldırırsa herşey bitecekmiş gibi geliyordu.Cümleler ancak olmadık zamanlarda ’cümle’ olabilirdi.’Baz ve Kevok’ fısıltısı bir bir masal esrarengizliğini sundu loş kırmızı odaya.Yalnız iki karakterin bütünleştiği bir masal diyarı.Kadın kırışık,ince parmağını adamın dudaklarına değdirdi.İki kelimenin önlenemez uyumunu güçlükle bir araya getireren adam: ”Gitmem gerek” diyebildi.Hızla çıktığı odadan bu sefer kafayı eğmeyi unutmuş,yürüdüğü koridor boyunca kafasını ovmak zorunda kalmıştı.Çömelen kabadayılar ve polisin yanından çevik hareketlerle uzaklaştı.Kendisini ilk kez hemşireler gibi hissediyordu.

”Kafam düşüncelerin hantal ağırlığında eziliyor.Bilmem özel bir günün tarihsel yorgunluğu mu,yoksa son sözlerle biten bir kitabın kalın duvarına vurulan kafanın acısı mı”?

”Kitabı verebildin mi”? ”Hayır,kadını bulamadım”

andacyazli@yahoo.com

24 Ekim 2011 Pazartesi

Devam Ediyorum...

Acı çekmek maharetli bir deneyimdir.Deneyim sözünü ’maharet’ ile birlikte açmaza sürüklemek değil amaç,acının fevkalade bilincine erişip onu becerilerin üretken doğasına,yani yaratma kabiliyetine devşirmektir.19.yy Rus Edebiyatında da,özellikle Dostoyevski'nin dünyevi ve metafizik algılayışına paralel,Avrupa'nın 2.Dünya Savaş sendromundan çıkamayan yılgın entellektüel dirayene atıf ve kadim öz-kültürel geleneğimizin ’acı çekme’ yolculuğunun şiddetine mahzur bulunur halde bu yazının başına oturuyorum.Cesare Pavese'den Tezer Özlü'ye akışkanlığı hiç de yapmacık taklitçilikle geçmeyen ’acı çekme’ mirası da ilgilendiriyor beni.Evrenselliği bozguna uğratmamak,Tezer'e baktığımda Pavese'nin basık motel odasında kederlenmek gibi bir melonkolide bu ilginin parçlarından.Oğuz Atay'ın kentsoylu aydınlarında da aynı şekilde.”Tutunamayanlar”ın Selim Işık'ı mesela.Selim'in mısralarında aynı topluluğun acı çekmekle ün etmiş küçük kasabasında yer yer kan ve gözyaşı damlaları ile boyanan kaldırım taşlarında oturmak da aynı dilin aynı sezgileri.Devam ediyorum:

”Selim Işık tek ve Türk,Ve duygulu amansız.
Sabırısız ve olumsuz,yaşantısında cansız.
Sanılırdı:gerçekti,hayır gerçek değildi.
Tutunamayanların tarihine eğildi.
Kelime ve yalnızlık hayatın tadı tuzu.
Kucaklamak isterdi ölümü ve sonsuzu.”

Kentsoylu aydın durağının muavim müşterilerinden Hikmet Benol ve Albayı da unutmuyoruz.Ya ”Oyunlarla Yaşayanlar”ın Coşkun'nuna ne demeli? ”Korkuyu Beklerken” in ”Demiryolu Hikayecileri” aynı toprağın sevimsiz evlatları değil mi? Hatta ve hatta hikayenin sonunda pasif bir haykırışa oradan edebiyat havuzuna çok sonra da ’acı çekme mahareti’nin önsözüne dönüşen şu satırlara da bakalım:

”Ey sevgili okuyucum ben buradayım,sen neredesin”?

Devam ediyorum.Kadim öz-geleneğimiz demiştik ya hani...Neyse geçiyorum.Tezer Özlü'nün hastalığı sırasında biricik yakın dostu,yazar arkadaşı ve dert ortağı (bu dert kelimesinin üstünde durmakta yarar var) Ferit Edgü'ye yazmış olduğu mektuplardan evvel zaman önce bu lekeli defterde bahsetmiştim.Ne diyordu Tezer o mektuplarda:

”Bu hafif depresyon halini sevmiyorum diyemem,zevk verici keyif verici bir hastalık bu”

Tezer'in Avrupa sokaklarını yerle bir etmesinde,Pavese'nin kurumuş çamur izlerini avucunun içine alacak kadar acı çekmenin maharetine erişmiş biri olduğunu düşünürsek bu satırlara hiç de içerlenmeyiz.Pavese'nin mealan ’acı çekmeyi sonlandıracak en temiz yol intihardır.’ derken bunu teslimiyet rüzgarı olarak mı,yoksa ’maharet’ sandalında sağa sola kürek çekip bir olgunluğa erişen,erişme yolunda giden acı çekme yolcularının derin iç yalnızlığı olarak mı okumalıyız? (Cevapsız sorular)

Devam ediyorum.Kafka'nın ”Dönüşümü” de bu yolun yolcusu.Diğer Kafka eserlerine haksızlık etmek istemem ama ”Dönüşüm” tam bu yolun yolcusu.Tezer Özlü'nün Kafka objektiflerini hemen ”Yaşamın Ucuna Yolculuk” kitabının giriş kısmının üst sağ köşesinde küçük puntolar şeklinde görebiliriz.Uzağa gitmeye ne gerek var: ”Kafka ile yaşamak acınası güncelliğimizin umududur.” Peki ya ”Dönüşüm” ü nereye sıkıştırmalıyız? Selim Işık(lar),Pavese(ler),Hikmet Benol(lar),Demiryolcu(lar),Dostoyevski(ler),ler,lar... Kafka'nın çoğullarında çoğullaşan kahramanlar desek...Yeterli mi?

Devam ediyorum.Çünkü acı çekiyorum.Yaklaşık 1 yıldır ’devam etmekte’ olduğum ’Şeylerin Boktanlığı’ blogunda bir yıllık süreçte acı çekme maharetinin neresinde yer aldım bilemiyorum doğrusu.Halen maharet sandalında sağa sola kürek çektiğim bir gerçek.Ama şundan eminim artık:Yazmak ile tüm (lar) ve (ler) ile bütünleşen duygu,düşünce kalıplarımı essalı bir ”varoluş” a dönüştürebildiğimi sezinliyorum.Bunun için varım.Bunun için yazıyorum.Tıpkı Pavese'in dediği gibi:

”Biz yazgıyı özgürlüğe (ve doğayı nedenselliğe) dönüştürmek için dünyada varız.”


andacyazli@yahoo.com

21 Ekim 2011 Cuma

Sonsuz Terkedişler

Sıra sıra dizilmiş,eğri büğrü yaşanmışlıkların sırat köprüsünden yuvarlanan insan yüzleriyle karşılaşıyorum.Her bir yüzün ruhsal gel gitlerini ele veren çehrelerinde;soğuk,umarsız ve kaybedilmiş serzenişleri okuyorum.Yüzler konuşmaya başlıyor.Biraz dikkatin, hafif yoklamanın yeterli olduğu o kısacık anlarda kendisini açığa vuran bakışlar bana bu yüzlerde ’şiirsel’ dizeleri anımsatıyor.Arı bir dille içimden akan mısraların yankılarını buluyorum bakışlarda.Kaçan,yakalanan,güvensiz,çizgisiz,öfkeli bakışlar...Sanki bu bakışlar, anlamını yitirmiş,ormanını arayan yalnız bir ağaç gibi sararan kelimeleri açığa çıkartıyorlar.Kelimelerden cümleler,cümlelerden dimdik kararlı dizeler yaratıyorlar.Kelimeler yeniden keşfediliyor,onlara sımsıcak vakur dokunuşun ellleri teslim ediliyor.Şiir,bakışların tür tür değişkenliklerini umursamaz başkaldıran çılgın yeni yetmelere evriliyor ve şiir bakışlarda hiç eskimeyen,yüzünü herkese göstermeyen fazla utangaç ama bir o kadar da sadık konakçılar olarak yapışıyor.Bakışlar şimdi daha dokunaklı geliyor bana.Yurdunu arayan ’kayıp’ şairin ucuz motel odalarında biriktirdiği ortak acıların köhneliğine itiliyorum.İtildikçe bakışların ’kayıp’ dizelerinde yığılmış,tozlanmış zarfların üzerine fener tutuyor,tüm yıpranışlığın edilgen doğasında bakışları arıyor,şiirin bakir topraklarına yerleşmek isityorum.

Bir gece kendimi apansız biçimde şairin odasında buluyorum.Dalgın yüzünü yalayarak pencerenin geçit vermez camlarına dokunan,oradan odanın duvarlarında özgürce yükselen sigara dumanlarını izliyorum.Pencereden belli belirsiz,sisli bir gökyüzünün altında ihtiyar balıkçıların sesleri işitiliyor.Gece vardiyasından eli yüzü kara bulutlarla kaplı,bitkin vücudun son enerjisini ayaklarına vererek çıkan işçilerin eve dönüş saatlerini öğreniyorum.Bu arada her hareket bir bakışla kendini var ediyor.Bakışlar yoğunlaştıkça şair yerinden kıpırdar gibi oluyor.Sonra birden şairle balıkçıların arasında değişmez bir yasanın olduğunu fark ediyorum.Oltasını suya daldıran ve amacına giden yolun sadece beklemekten geçtiği bir döngünün aktörleri olan balıkçıların;bakışların mısralarını beklemekle yükümlü şairlerle nasıl ortak bağ kurabiliyorlar diye soruyorum. Bilinmeyen belki de hiçbir zaman farkına varılmayacak bir ortaklık.Her ikisinin de taşkınlıktan,fırtınadan kaçtığı durgunluğu,berrakığı dilediği o kadar belli oluyor ki...Şair susuyor.Sustukça parlayan gözlerine ağırlık,ince bir yatışmışlık vuruyor.Tahtası silikleşmiş masanın üstünde irili ufaklı mürekkep lekeleri parlıyor.Dip dibe sıkıştırılmış kitaplardan yorgun bir aydının karartı bakışları yükseliyor.Yine bakışlarla yüzleşiyorum.Geçmiş,eskimişlikler,olmamışlıklar,ulaşılmayacak özlemler öyle belirgin öyle çaresiz ki...Sayısız bakışlardan iki mısrayı bir araya getiremeyecek kadar kaybolmuşluk...Neden bu odadayım,neden mistik kasvetin içinde yoğruluyorum yoksa bende mi kaybettim bakışların şiir değneğini? Odadan bir çırpıda çıkıyorum.Sonsuz bir terk ediş mi,bilmiyorum!

Gecenin ölü topraklarına ağır ağır,telaşsız adımlarla basarak ilerliyor,kendimi birden balıkçıların nasırlaşmış ellerine bakarken yakalıyorum.Oltasını suyun derinlerine yollayan,belki de beklemenin anlamını hiç boyluca düşünmemiş ama hiç bir zaman onunla yaşamaktan kendini alıkoymamış balıkçıları izlemek,olmadık duyguların yeşermelerine neden oluyor.Yoksa ben mi öyle hissediyorum? Birbirimize paralel,mesafeli duruşumuzu bozmadan uzaklara göz daldırıyoruz.Birbirimizin varlığından haberdar ama birbirimize uzak.Tıpkı şairlerin ve balıkçıların hem yakın hem ulaşılmaz ortak yazgıları gibi.Sadece beklemek,sadece beklemeyi düşünmek,sadece beklemeyi yaşamak...Saaatler geçiyor balıklar el sallıyor ve devam ediyor yollarına.Bakışlar el sallıyor,hızlı adımlarla uzaklaşıyorlar etraftan.Sadece bekliyoruz...Balıkçı şafağın sökmesine yakın toparlanıyor,bekleyişlerin neticeye dönüşemediği gecenin yılgın iki yolcuları olarak ayrılıyoruzçSonsuz terk ediş mi,bilmiyorum!

Sokaklarda dönüyorum.Gördüğüm insan yüzlerini, cılız bir sineğin kanat çırpışları gibi çırpıyorum zihnimde.Onlardan bir mısra yazmaya çabalıyorum.Olmuyor! Bekleyişlerden yorgun düşerek şairin kapısına yaklaşıyorum.Biraz çekinerek gözlerimi pencereye dikiyor ve onun solgun yüzüyle karşılaşıyorum.Biraz kıpırdar gibi oluyor.Yukarıya çıkıyorum,kapının eşiğinde kararsız bekliyorum.Birden zihnimi şu kelimeler kuşatıyor : ”Sonsuz terk edişler geri dönüşlerin yazgısı mıdır?”

andacyazli@yahoo.com

16 Ekim 2011 Pazar

Kandilin Sönük Yurdunda Şiir

Asırlardır insanoğlunun varoluş yurdu olmuştur şiir.Enlemi ve boylamı olmayan,sıcak bir dokunuşun titrek ellerinden yoksun,soylu bir kıvılcım,sessiz iç çekişlerin basit ve sıkıntılı ruhu olagelmiş yurtlar.Üstüne imparatorlukar inşa edilmiş,kralların elinden altın yaldızlı taçlar giydirilmiş,sarayların geniş avlularında aşınmaz duvarlar konulmuş,şarap testileri kırılmış...Tarih her bir dönemecin peşinden giden heyecanlı,tezcanlı duruşunu kaybetmemiş.İzler yaratmış,yarattığı tüm coşkunluklarını alevlendirip çıkan kızgın dumanlardan destanlar yadetmiş.İnsan ise hem yadedilen,hem de biraz tarihin arka duvarlarına sığınmak istemeyen başına buyruk sezgileriyle hareket etmiş,edilgen kalmakla birlikte bunu kabul etmek istememiş.Tarih, edilgen ruhların anayurdu olmuş.Zaferlerden sarhoşa dönmüş ataların,ermişlerin,keşişlerin hikayeleri ile büyütülmüş yeni yetme gençliğin,bir deniz kıyısında çakılları dövmeyi görev saymış dalgalara bakarken neler düşünmüşler,akıllarından hangi tehlikeli oyunlar geçmiş de onları tarihin parçalarına dönüştürememişlerdir? Ne zaman hakikate ilişkin sualleri meraktan da olsa büyüklerinin kulaklarına fısıldar,büyüklerin sevimsiz suratlarına tanık olurlar? Tarihin gürültülü,savaşçı,hareketli doğasına taze gözkapaklarından terlemiş bıyıklara süzülerek inen iki damla gözyaşının eriyip gitmesine kim ses çıkarır,hangi mani ağıt yakar,hangi yetişkin sabırla kulak kesilir? Şiir böylece kimsesiz coşkuların,yarım kalmış üzüntülerin içine depreşen bir canavar olmaz mı? Hani şu çocukluğun içinde gezinen.

Nedir bunları düşünüdüren,şiirin öksüz kalmış çıplak kayalarına oturtan beni? Nikos Kazancakis'in kaba,saba,cahil bir benliğin derinliklerine giren orada ruhun tellerine dokunan,ürperten yaşama sevincini şiire dönüştüren bir ’Zorba’ olabilir mi acaba? Her raks oyununda kendini kaybetmiş,gözleri dönerek bulunduğu küçük odanın iki tarafında salınıp duran,karşısındaki kandili kendinden geçen kontrolsüz hareketleriye yıkan bir yaşam klavuzunun satırlarına odaklandıkça,sönen bir kandilin ardından saniyelerce mıhlanıp kalmam mı? Umudun kırık bir ekmek parçasına dönüştüğü,zevkin,eğlencenin yaşanabilir tüm yazgıları bir kandilin titrek ışığına ne kadar da muhtaç olduğunu sezinledim,amansızca düşündüm.Zorba'yı tıpkı yaşam dalının sadece ıssız bir ışık parıltısında saklı sineklerin,sönen ışıkla yerle bir olan bedenlerine benzettim.Bu benzetmede beni çeken şey,sönen son umudun,yaşam fişinin ardından tüm aldırmazlığıyla aynı hazda ve en aynı kuvvette raksı elinden bırakmayan adamın nasıl hayatta kalabildiğiydi.Aklımdan şu satırlar bir film şeridi gibi akıyordu: ”Şiir,umudun olmadığı yerde coşkuyla akan,kanla sulanan bir akarsudur.”

Tarih,kaygan rayların hızlı ve kararlı trenlerine dönüşürken,şiir rayların kenarlarında pineklemiş,gözleri nemli bir hüzne bürünen ihtiyarların yurduna dönüştü.Ebedi kalan da her geçen trenin arkasından sessiz iç çekişleriyle soluyan o ihtiyarlardı,rayların ortasına korkusuzca uzanan çelimsiz çocuk vücutlarıydı.İstasyonun hemen dibinde küçük,yoksul bir odada raksın çıldırmışlığı ile hayata başkaldıran Zorba idi,Zorba'yı büyük iç çelişkileri ile izleyen ve büyülenen hislerini saklayamayan yılgın bir entellektüeldi.Şiirin bir yurdu vardı.Birbirlerinden habersiz yüzlerin ışıltılarında,vücudun yüksek titreşimlerinde saklı,trenin arkasına aldığı insanlardı.

Kazancakis'in kaleminen bir ilüzyon ustasının kıvrak hamlelerine dönüşen tasvirleri,Tanrı'nın aynı şiir gibi eni boyu belirsiz,ölçüsüz ve sonsuz hislerin yürek çırpıntısına dönüşen yüceliği ve Zorba'da anlam bulan mistik çekiciliği, en kabil sorulara dönüşen şematik bir roman.Kazancakis'de toplanan soruların Zorba'nın dudaklarına bir zank gibi yapışması ”Neden Ölüyoruz” yakarışlarının derinliklerine sürüklenen hayalgücü imgesi ve verilen sonsuz cevaplar karşısında eli-kolu bağlı yaşamlarımız...

”Biz,dev gibi bir ağacın,ufacık bir yaprağı üzerindeki küçük küçük kurtcuklarız Zorba.Bu küçücük yaprak bizim yeryuvarlağımızdır;ötekiler de,gecenin içinde sallandıklarını gördüğün yıldızlar.Biz küçücük yaprağımızın üstünde sürünüyor ve onu hırsla araştırıyoruz.Kokluyoruz:Bize güzel kokuyor ya da kötü kokuyor.Tadına bakıyoruz:Yenilebilir buluyoruz.Vuruyoruz,sanki canlı bir şeymiş gibi çığlıklar atıyor.En korkusuz olan insanlar,yaprağın ucuna kadar varıyorlar;bu uçtan, gözlerimizle kulaklarımız açık olduğu halde kaosa eğiliyoruz.Ürperiyoruz.Altımızdaki korkunç uçurumu görüyor,dev ağacın öteki yapraklarının çıkardığı gürültüyü uzaktan uzağa duyuyor,öz suyun köklerinden yükselip kalbimizi kabarttığını kavrıyoruz.Böyle,uçuruma eğilmiş bir halde de,bütün bedenimiz ve bütün ruhumuzla,korkunun içimizi kapladığını anlıyoruz.O andan sonra artık şey başlar...”


andacyazli@yahoo.com

12 Ekim 2011 Çarşamba

Bilinçaltına Övgü

Her festival takipçisi için geçerli ve yerinde bir sözdür ’izlenimler’.Bir film festivaline gidiyorsanız izlemiş olduğunuz filmlerin kendinizce değerlendirmesini yapıp,onları bulunduğunuz yer ile anlamlı kılma çabası içinde olursunuz.Ortak duyguların harekete geçmesi,dile getirilmesi,karşılıklı entellektüel iletişimin sağlanması vs. ”izlenimler”i değerli kılan hallerdir.Beklentiler her kişi için spesifik olanı ima etse bile,bir film festivalinden temel beklentiler öyle ya da böyle temel bir uzlaşı zemini hazırlamalıdır Bir sinema izleyicisinin festival atmosferinde bilinçli ya da bilinçsiz talep ettiği gerçeklik: ”eylem içinde eylem” anlayışını pekiştirecek çeşitlilik ve sıradan olanın önemini kaybettiği entellektüel zihni üretime direkt katılabilme isteğidir.Söz konusu bakış açısını, salt film izleme eyleminden kopararak farklı eylemler sistematiğini eş zamanlı ve tutarlı hale getirmekle mümkün kılınabileceği gibi,zihni üretimin de etkileşime dayalı bir süzgeçten geçirilmesiyle ancak anlamı sağlanabilir.

48.si düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin yarıda keserek sonlandırmama neden olan durumlara geri dönüp  baktığımda, eksik ve yetersiz olandan çok ”sorunlu” bir zihniyet ile karşı karşıya kaldığımı idrak etmeye başlıyorum.Bunun olası nedenlerini,örneğin organizasyon eksikliği,büyük ciddiyetsizlikle belirlenen filmler,mekan ve zaman planlamalarının savsaklığı gibi konularla açıklayabiliriz.Böylesi bir eleştiri kuşkusuz ”teknik yetersizlik” adı altında ele alınıp ’düzeltilmesi mümkün sorunlardır’ şeklinde bir sonlandırmaya tabii tutulabilir.Ama karşınızda giderilemez ve kökleşmiş bir zihniyet duvarı varsa o duvarı sıvamak,renklendirmek bir işe yaramayacağı gibi haliyle o duvarın araksını görebilmemizi de güçlendirecektir.

Öncelikli olarak 46. ve 47. Altın Portakal Festivali ”Ulusal Yarışma” Filmleri kapsamlı bir analiz gerektirecek derinlikte filmlerden oluşup,bir sinema izleyicisi için istenilen başarıyı kısmen gerçekleştirmişti.Seren Yüce'nin yönettiği ”Çoğunluk”,Demirkubuz'un ”Kıskanmak”,İnan Temelkuran'ın ”Bornova Bornova” gibi kalburüstü filmler bu yıllarda yarışmışlardı.Filmlerden hemen sonra,film ekibiyle birlikte gerçekleştirilen söyleşiler ise tam anlamıyla sanat atmosferinin hazsal incelikleriydi.Seyirci kitlesi ise gösterilen filmler doğrultusunda ”sanatsal kimlik” kazanarak, zenginleşen festivalin aktörleri haline dönüşebilmekteydi veya dönüşebilme potansiyelleri hayli yüksekti.48.Altın Portakal ise neredeyse bu kısmı güzelliklerin en küçük parçasını bile barındırmamakla ciddi bir elşetiriyi hak ediyor.Şimdi yarışma filmlerinden iki tanesi ve festival temasıyla temellendirmeye çalışacağım örnekler gelinen noktanın basiretsizliğini gösterecektir diye umuyorum.

Bir grup genç arkadaşın çekip yönettiği ”Hangi Film” isimli bir yapımın çok küfür içerdiği nedeniye kıyasıya eleştiriye maruz kalması ve hatta daha ileri gidilerek ”Milli Eğitim Bakanlığı”na şikayet edilmesi gerektiği gibi eften püften ifadeleri dile getirenleri bir kenarda tutalım.Aynı kitleyi bir kadına gösterilen şiddet ve ”kadının yeri kocasının Acıbadem'deki lüks villasının yeridir” zihniyetiyle örülü filmi ”Geriye Kalan”ı yırtınarak alkışladıklarını yine bir kenarda tutalım.Festival'in bu yıl ”kadın hakları” gibi bir temayla (bu temalar genelde toplumsal sorunlara dikkat çekmek adına yapılır) izleyici karşına çıktığını da ayrıca unutmayalım.Bu üç olayın birbirleriyle hiç bir biçimde örtüşmeyen yanlarının olduğunu iddia edebilirsiniz.Aslen bu üç mesele tamda festival ortamını ve söz konusu zihniyeti gözler önüne serer nitelikte.Hem kadın hakları diyecek,cinsel özgürlük,eşitlikden dem vuracak hem de kadına biçilen toplumsal rol kalıplarını ahmakça alkışlayacaksın.Hem ”Sanattan Anlamıyorlar” diye veryansın edeceksin hemde filmde işittiğin küfürlere ahlak gömleği giydireceksin.Bilnçaltının kurbanı olup,alkışladığın her bir ”sorunlu” etmeni bilinçaltında kümelenmiş ”ataerkilliğe”e yönelik bir alkış olduğunun farkına varamayacaksın.Hem sanatsal bir aktivite hazırladığını öne sürecek hemde misyonu bilinçaltını övgüye kalkan toplumsal değer yargılarını şanla şerefle taşıyacaksın.Daha da kötüsü bunu sanat adına yapacaksın.

andacyazli@yahoo.com

2 Ekim 2011 Pazar

Yenilgi

En son anımsıyamadığı bir zaman önce oynadığı futbol maçına,yine anımsayamadığı belki de muhtemel tekliflere her hazırlıksız olduğu anlarda karşılaştığı hafıza boşluğuna ”anımsayamamak” ismini koyduğu bir günde arkadaşının çağrısıyla maça gitmeye razı oldu.Teklifle burun buruna geldiği ve söylemesi gerekli sözleri zihninde toparlamaya çalıştığı kısacık ama çabalamanın bir hayli güç olduğu sürede,her zaman olduğu gibi neye ne zaman hangi uygun cevaplar vermesi gerektiğinin ayırdına varamadığı için kıskıvrak köşeye sıkıştırıldığını hisetti.Üşengeç dudaklarının arasından sadece şu söz fırlayıverdi:”Olur.” 

Kendisiyle baş başa kaldığı zamanlarda hummalı bir edaya bürünür,gün ortasında yapılması gerekenleri planlardı.Genelde baş başa kaldığı kişi kendisi olduğu için,hareketleri bir kelebeğin süzülüşü kadar soylu olurdu.Bu soyluluk ona güç verirdi.Kısa süre önce görüşüğü çeşitli kişilerde nasıl izlenim bırakmış olduğunu düşünür,neden şu anda olduğu gibi soylu ve telaşsız hareketlerini sergileyemediğinin sorusunu sorar,uzun uzadıya düşüncelere dalardı.Sinirlendiği ender anlarda-sinirlilik kendi kendine kaldığı zamanlarda baş gösterirdi-insanları bir yük torbası gibi hayal eder ve bu yük torbasını neden her defasında kendisinin taşıması gerektiğine homurdanırdı.Herkes kendi yükünden sorumlu olsa,ne iyi olurdu diye geçirirdi aklından.Bazen de öfkesi dev çınar gibi büyür,dallanıp budaklanarak derin yalnızlığın karanlık odalarına uzanırdı.Böyle zamanlarda çevresinden hiç olmadığı kadar nefret eder,insanların-ama hepsinin-gündelik sorunların köleliğinde kaybolduğunu iddia eder,bölük pörçük okuduğu bazı filozofların aforizmalarını aklına getirirdi.Camus'un ”Sisifos”unu da sık sık bu sinsi nöbetlerde mırıldanır,kendisini ”Sisifos”un lanetlendiği dağın tepesine yerleştirirdi.Başkalarının yanında sarsılmaz bir güven duvarı ören ve her geçen gün o duvarları yükselten kimselere hem imrenerek,hem de tiksintiyle karışık bazı adlandıramadığı duygularla bakardı.Nasıl bu kadar tutarlı davranabiliyorlar dı,kendilerini başkalarına karşı bu denli yücelten ”sıradanlık” lığa nasıl erişebiliyorlardı? Kalabalık masalarda sözler havalarda uçuşur,biralar büyük keyifle yudumlanır,ağzın etrafını saran ıslaklık kibar bir dil sileceğiyle uzaklaştırılır,garson bir orkestra şefinin zarif el hareketiyle çağrılır,gelen konuklar espirili bir kaç söz ile sohbetin akışına dahil edilir vs. Tüm bunlar nasıl bu kadar ince kurallarına göre oynanabilir,akıl erdiremezdi (”Akıl” ve ”Mantık” üzerine en çok düşündüğü ve aklı yadsıma noktasına gelen sezgilerine kulak verdiği günlerdi). Ama her ne hikmetse gürülütünün köşebaşlarına yerleşen ikitidarında,garsonu çağıracak iki cümlenin sesini eriştiremezdi bir türlü kulaklara.Gürültünün iktidarına peşgeş çekilirdi böylece.Gürültü ve zefaret sandalı masalar bir kere daha galip çıkarlardı.Yenilgi başlamıştı.Yenilgi tekrarlanmıştı.Yenilgi bir tekerrürden ibarettir sözü çınladı kulaklarında.”Bakar mısınız..” ses yine duyulmadı.Duyulmuyacaktı da! Uğraşmak anlamsızdı,anlamsızlık anlamlı olabilirdi sadece.Öyleyse sende sesini çıkarmadan gürültünün ve zerafet sandalı masaların egemenliğine boyun eğ diye tekrarladı.Tekrarlanan yenilgiden başkası olamazdı ama.

”Yenilgi” kelimesi ceketinin iç cebinde taşır gibi,hiç şüpheye düşmüyordu varlığından.Ama yine de kuşkuya düştüğü zamanlar olurdu.Mesela sorardı:Yenilginin olabilmesi için önce bir savaş olması gerekmez miydi? Ben hiç savaşa girmedim ki diyerek de cevap verirdi kendisine.Peki neden bu kadar yorgun duyumsuyordum kendimi,yoksa bunun adı yenilgi olamaz mıydı? Sonradan karar verdi yenilgi konuşmaya başladığı ve düşüncelerini engelleyemediği sıralarda ortaya çıkıyordu.Geçen bir arkadaşına: ”Bundan böyle düşünceler,duygular,eleştiriler,en önemlisi bunları coşturan sorular sıkıyönetime tabii tutulacak,belli bir saatten sonta dışarı çıkmaya özellikle bilinçaltından üste geçmek gibi gaflete kesinlikle izin verilemeyeceği gibi, bu tarzdan çabalara girişen duygular şip şak tutuklanacaktır...”. Karşısında sus pus kalmış ve emirleri nereye ulaştıracağı bilemeden şaşkınlığa uğramış arkadaşı da: ”Peki efendimiz” gibi birşey mırıldanmıştı.Sonra devam etmişti:”Bu türden duygu,düşüncelerin varlığını gören,duyan,sezen her kimse ihbarda bulunmadığı vakit,tehlikeli düşüncelerde irtibata geçmek,kişiyi yalnızlığa sevk etmek ve düşüncelerin altında ezilmesine dolaylı destek vermek suçlarından, hakkında ağırlaştırılmış mühebbet hapis istemiyle dava açılacağını da aklında tutarsın herhalde” demişti. Sözlerinin altındaki ciddiyete kendisini inandırmak adına,şakaklarına yapışan ter damlacıklarını siler ve nihayet iş ciddiyeti test etmeye gelince, acı çekme sanatınının derinliklerinde süzülürdü.İlerideki çalışmaları,üstün tasarıları ve hayalleri acı çekme sanatına yönelik planlamalıydı.Sürekli bunu tekrarlar dururdu.Pavese'nin ”Yaşama Uğraşı”nı uğraş edinmesi de bu karardan sonra meydana gelmişti.Biraz da Dostoyevski okumalı,çilekeş ruhların zerafet sandalı masaları gibi olmayan masalarına buyur edilmeliydi.

Hayatını kademelşetiren kararlardan bazıları,sanki karşılaştığı olaylarda kendini gösteriyordu diye düşündü sonraları.Uzakta kurnaz gülümsemesiyle ona el sallayan sıkışmış tarfiğe selam vermeden,sol sapağa doğru yöneldi.Arabayla giderken hep farklı düşüncelere yönelirdi.”Ah,bide not etmeye fırsat bulabilsem,ne metaforlar çıkar ama... torpido gözüne bakalım,belki birşeyler vardır yazılacak birde kalem gerekecek ah ah” ”İşte yolda ölüm umarsızlığıyla baş başa bir kedi,öylece uzanmış gelen geçen herkese bedenini sergileyen çilekeş ruh” Ölen kedinin üstünden,istemeden de olsa bir kere de kendi geçti.Sonraki yolculuk boyunca hep bunu düşündü durdu.Hafif bir tebessüm yumuşaklığına yaslanarak uzattı dudağını boşluğa:İşte tam aradığım metafor! Ne kadar iyi! ”Ölen bir bedenin üzerinden geçilerek sağlanan yaşam hakları” İnsanlar böyle yaşam hakkına erişiyordu işte,bunun adı yaşamdı,böyle yaşamda tabiki yenilgi de olamazdı,”Sisifosluk”da diye düşündü.Şimdi maça nasıl çıkmalıydı.İşte herşey yenilgiyle sonuçlanmamış mıydı?,Şimdiden sonucu belli bir maçın ne önemi olabilirdi? ”Ama arkadışıma söz vermiştim” diye geçirdi aklından.Artık geri dönemem.”Sen dememişmiydin yenilgiyi test etmem zorun diye al sana bir fırsat,bu yüzden kaçırmamalısın bu maçı!”

Maç devam ediyordu.Aslında geriye kalan 10 kişi için devam ediyordu.¨Çünkü aralarında tek maçın sonucunu bilen benim” dedi ve sonra gülümsedi.Koşamıyordu da artık,zaten hiç aklına gelmemişti koşmak.Zerafet sandalı masalarda olduğu gibi burda da herşey kurallarına göre düzenlenmişti bir kere.Tıpkı garsona sesini duyuramadığı gibi sahada da ayakların hızına erişemiyordu.Çabalamak boşunaydı.Sadece seyirciydi,oyayan bir seyirci.Eskiden yoktu şimdi sahanını orta yerinde yüksekte zaman ve gol sayısını gösteren bir tabela görmüştü.Top yerine,süreler geçip gidiyordu yanından.Bakın! Maç esnasında süreyle ilgilenen tek kişi diye tarih atarlar mıydı acaba,konuşsaydı? ”Bir saniye beyler,lütfen beni dinlermisiniz ?” Sesini yine mi duyuramadı? ”Evet beyler bir dakikalığına maçı bırakın ve beni dinleyin lütfen!” ”Burada siz gözlerinizi faltaşı gibi açıp top peşinde koştururken,press sırasında rakibinizin sonraki hareketini düşünürken,kaçıracağınız adama nasıl okkalı bir pas verebilirim diye dertlenirken ben olanca varlığımla ne yapıyordum biliyor musunuz? Yukarıda gördüğünüz şu tabelada süreleri kovalıyordum,evet işte ben buyum” demek isterdi halbuki,hemde ne kadar isterdi bir bilseydiniz.Geri dönüşü yoktu.Sıkıyönetim başlamıştı.Zaten yenilgide tekerrürden ibaret değil miydi?

andacyazli@yahoo.com