29 Nisan 2011 Cuma

Dalarken...

Yorgun gövdelerin hızlı adımlarla kirlettiği sokaklarla sayısız insan yüzlerinin ifadelerine dalıyorum.Ağır haraketler,telaşsız adımlar ile.Birbirlerinin önünden,yanından,paralellinden akıp giden,asla değmeyen ama tuhaf bir biçimde birbirne kenetli, aynı akarsuyun sürüklediği insanlar.Asık,neşeli,mutsuz,düşünceli suratların hem bir yakınış ile ortaklaştığı,hem de başına buyruk hallerle ayrıştığı bu çekingen bahar gününde,alınlara düşen cılız günışığının ağırlaştırdığı bendenlerin izlerine kapılıp gidiyorum.

Küçük köpeği ve boyası aşınmış duvarlarda asılı eski güzel hatıraları ile pencere önlerini saran sardunyaların göz kamaştırıcı rüzgarına kapılan Neziha teyze,oturmuş kahvesini yudumlamakta.Geçtiği yolların halen yitmeyen gerçekliğini ara ara anımsayan, iç geçiren ve sonra köpeğinin bir köşede huzurlu yatışıyla gözleri ağırlaşan Neziha teyze'nin sardunyalarının başında eğilmiş,yalnızlığın beyaz atına biniyorum.Düz ovalarda,yüksek tepelerde,boş yollarda yolculuğa çıkıyorum.Yanıma Neziha Teyzeyi alarak.

Toprağın yüzü koyun yatan kahverengi bedenini,nasır tutmuş,çizgilerin belriginleştiği elleriyle döven Rahmi amcanın arkasında nefes nefese soluşunun dümdüz ovada haykıran sesine kulak veriyorum.Akşama,kollarıyla göğsüne sımsıkı sarcağı birkaç ekmeğin sıcak kokusuyla evin yolunu tutacağı hayaline ortak oluyorum.İnce,çelimsiz ve yorgun gövdesini arada bir dinlendirip,dikleştiği ve puslu gözlerini bir süre uzaklara diktiği o anın,sonbaharın gri bulutlarıyla birlikte tuvalime resmediyorum.Rahmi amca o dakkadan sonra göklerde nöbet tutan kasvetli gri bulutların serpiştirdiği su damlalarının arasına gözkapaklarından süzülen iki damlayı ortak ettiğini görüyorum.Bedeninden iki damla akıttığı toprağın emek ile yoğrulmuş gözyaşları.Sere serpe uzanıyorum toprağa.Yağmur damlaları yüzümü yıkıyor.Yanımda Rahmi amca. Göz göze geliyoruz.

Yüksek tepelerin ardında gizlenmiş kayalıkların uçurum kıyısında,boylu boyunca uzanmış gözleri gök mavinin,sürekli yer değiştirmeye meraklı parlak yıldızların üzerinde gezinen Elif'in gözlerine bakıyorum.Çocukluğun sancılarını,beklentilerini buğulaştıran,gökyüzüyle uyumlu o gözlerin.Büyüyememiş yetişkinliğin gölgesinde çocukluğun olgun,devrimci dalını arayan bir şaşkınlıkla Elif'i izliyorum.Tıpkı o dalın kudretini tüm hayatı boyunca arayacağı ama asla bulamayacağı gerçekliğini ona fısıldamak ister gibi.Hasta babasının,hırçın annesinin,buyurgan kardeşinin,beyhude gecelerin sımsıkı iplerini birbir çözmek ve küçük elini tutup gerçekliğin kırılgan dalına Elif'i almak,yıldızların yol gösteren ışığında kaybolmak isityorum.

Boş bir sokağın kaldırımı başında, hızlıca gözlerimin önünden geçen zayıf bir sokak kedisinin varlığı ile  uyanıyorum.Tatlı bir rüyadan uyanmanın düş kırıklığını üstümde hissediyorum.Önümden geçen sayısız yüzlerin yitip gittiğine tanık oluyorum.Hafifçe doğruluyorum yerimden.Neziha teyze,Rahmi amca ve Elif'i düşünerek yürümeye başlıyorum.

andacyazli@yahoo.com

26 Nisan 2011 Salı

Tezer Özlü ve Ölüm

Ölümün kaskatı gerçekliği ile ayyuka çıkan nesneler dünyasında bir arayış mümkün müdür? Ölümün arayışı..yaşamın tüm imkanlarıyla seferber ettiği  kalın duvarlarından sisli,puslu ve bilinmeyen yalnızlık çemberine sıçrayış mümkün müdür? Kendini yalnızlığa mahkum edebilmeyi,melankolinin ağır kokusunu hissedebilmeyi özgür kılacak cesaretle formatlanabilir mi insanlık?

Tezer Özlü'nün 'Yaşamın Ucuna Yolculuk' adlı anlatısında,ölümün; karanlık,izbe,küf kokan odalarda,tarihin ağır yüklerini ayaklarında taşıyan bir neslin kirlettiği caddelerde,tabutu andıran karanlık otel asansörlerinde,yabancı bir tenin başka tenleri anımsatan o şehvet anlarında bir yerde saklı olduğunu düşündüm hep.Çok düşünülmeyen,sınırlar ötesinde aranan,kapımıza uğramayacağını düşündüğümüz o hakikati,yani ölümü.

Avrupa'nın; havayı koyulaştıran gri bulutlarında,boş sokaklarında,duvarları aşınmış küçük cafelerinde,insanı küçülten dev yapılarında ölümün havası bir kütle gibi insanın üzerine çöktüğünü hissettiriyor bize Özlü.Cesare Pevesa ve Italo Svevo'nun güçlerini bu havanın katran yalnızlığı ile aldıkları,hep bir yerlerinde onu yaşattıklarını ve varoluşlarına dahil ettikleri sahici bir olgu olarak yeniden tanımlıyor.Özlü; Svevo'nun mezarının başında da,Svevo'nun kızıyla konuşurken de,Pevesa'nın insanın içine oturan o sözleriyle sarsıldığında da, ölüm onunla birlikte sahici ve kalıcı bir dost olarak sürekli yanında duruyor.Yaşamın dört duvar arasında sıkışmış ritüellerin,değer ve sistemlerin asıl olarak ölümün çaresizliğine boyun eğmek olduğu,ilişkilerin koca bir yalandan ibaret oluşu gerçekliğini saklamak ve mümkünse unutmak üzerine kurulu anlam dünyalarımızda biz her zaman ölüyüz diye sesleniyor pas tutmuş kulaklarımıza.Kalıpların paket halinde sunulduğu ve içinde ölümün yabancı ve korkutucu kokusunun sürüldüğü vitrinlerde hiç bir zaman hayat denilen dinamiğin ölüm ile sentezli sonsuzluğunu keşfedemeyeceğimizi seriyor önümüze.Küçük bir çocuğun çalışmaktan nasır tutmuş ellerini tutmadığımızda,bir yaşlı ağacın kollarını açan koynunda kaybolmadğımızda,erguvan ağaçlarının o eşssiz renk cümbüşlüğünde gözlerimizi parıldatmadıkça,üzüm bağlarının etrafında mekik dokumadıkça hayat denilen prangaların arasında her zaman esiriz.Ölümü düşünmeyen esirleriz haykırışlarında kayboluyor tüm o sözler.Duyulmadıkça,hissedilmedikçe...

andacyazli@yahoo.com

22 Nisan 2011 Cuma

Barba Antimos

Çocukluğun havuzunda etrafı saran rengarenk düşlerin konforuyla başımı suya sokup nefes almayı reddediğim günleri hatırlıyorum.Renklerin bir araya getirdiği karışımlarla oynayıp,hayallere dalıp,önümde beni oyalayan her nesneyi, ucu bıçakla yontulu kalemim ve birbirinden ihitişamlı pastel boyalarımla resmettiğim o günlerde; herşeye çocukça anlamalar yüklediğimi,onları yeniden resmetme ihtiyacı duyduğum günlerin nostajisine sarılıyorum.Karşımda gülen,konuşan,ağlayan,bağıran,emir veren,sigara içen,yemek yiyen yetişkin silüetleriyle gönlümce oynayıp,binbir şekle soktuğum,özgürce yüzlerine bakıp kahkalar attığım,şarkılar mırıldandığım zamanları resmettiğim o sanatçı çocuk yıllarımı özlüyorum.Neşelenen,duygulanan arada gözkapaklarından süzülen iki yaşın nehrinde kulaç atan çocukluğun labirentine kafalarını sokan yetişkinler,bazen bana köy insanlarını ve yemyeşil çimlerin arkasına sığınmış yüksek tepelerin resimlerini çizmemi söylerlerdi.Kağıdın orta kısmına yamuk yumuk el hareketleriyle birbirlerine eş çıtalar çizer,etrafını kuşatan uzun otlar yapar ve onları yeşile boyardım.Yaşlı bir amcayı elinde bastonu ile yııların yorgunluğunu taşıyan bir kahvede duvara yaslanıp,demli çayından yudumlarken hayal eder,düşlere dalardım.Yüzünü desenleyen yorgun,yılgın,emektar çizgilerin içinde yaşam denilen kutsallığın onurunu sezerdim.Sarının hüküm sürdüğü buğday tarlalarının saçlarını okşayan ılık bir rüzgara yüzünü dönmüş kadınların hüznüne ortak olurdum.Kafamı yükseklere kaldırıp birbirleriyle omuz omuza veren,dertlenen,gök mavinin huzruyla kol kola giren tepelerin heybetliğinde kaybolurdum.Sanki farkında olmadan bir roman kahramanı yaratır,onun hayal evreninde bir uçtan diğerine savrulur,onunla kır yürüyüşlerine çıkar,merak ettiğim herşeyi bilgeliğinden emin olduğum kahramanıma sorardım.Sanki..sanki..Barba Antimos ile tanışmıştım.Çocukluğun baharında Sait Faik'in Barba Antimos'unu okumuşum ve onunla birlikte büyümüşüm gibi.Nerden bilebilirdim çocukluğun içinde saklı Barba Antimos'un varlığını.

”Barba Antimos'u tanır mısınız?

Barba Antimos,dünya yüzüne düşmüş insanoğlu neslinin,tam seksen yaşına geldiği zaman kendisini bir adada yapayalnız,çoluğundan çocuğundan uzak,duvardaki levhalar kadar tarihi ve onlar kadar canlı bulan duvarcıdır.Ne sandalı,ne ağı,ne al atkısı,ayağında yün çoraplar,gür Maksim Gorki bıyıklarında tüten dumanı kalmıştır”

Barba Antimos'un çehresinde ona anlam katan ve her karışında yaşamın sihirli su damlalarını akıtan duruşunun gölgesinde büyümenin dayanılmaz cazibesine kapılmayacak çocuk yoktur yeryüzünde.Alın terinin kutsallığını;ondan izler taşıyan,hergün önünden geçtiğimiz ıssız sokaklarda yorgunluğumuzu emanet ettiğimiz duvarlara yaslanan herkes hisseder,tıpkı çocukluğun günahsız odalarında hissedildiği gibi.

”Ada'nın omuz verdiğiniz,üzerinde oturduğunuz,seyrettiğiniz,taş attığınız,ayak bastığınız,yaslandığınız,dayandığınız her duvarda onun harcından,onun el emeğinden,terinden birşey vardır.Onun yaptığı duvarlar ne mozaiktir,ne kütük ve taş taklididir.Onun duvarları,iki bin sene evvel yapılmış mütevazi ama arkasında ve içinde,kaba biçimde bir felsefe,yahut da bir aşk efsanesi,belki de bir Yunan tanrısı,her zaman haksızlığa karşı koymuş bir kahraman saklar”

Barba Antimos, içimizde bir yerlerde dalgalanan,savrulan ve etlerimizi acıtan haksızlığın karşısına dimdik dikilebilme direncini sağlar.Onunla ayaklanır,onunla hüzünlenir,onunla zafer kazanırız.Öyle yoğun duyguların binlerce dallara ayrılan çeşitliliğinde filizleniriz ki,kimse Barba Antinos'un her yerimizi kasıp kavuran fırtınalarını dindiremez,yok edemez,karşı koyamaz.Barba Antinos'un kudretiyle büyüyen her çocuk,parçalan yaşamlara,tepelerin ardında yankılanan ana feryatlarına,telaşlı adımların altında bir çınarın dibinde ölüm ile baş başa gözleri kısılan bir güvercine,çöplüklerin ağır kokusunda taze ekmeğin sıcaklığını  arayanlara bir kibrit çakar,Barba Antinos'un içinde gezinen çocuğun elinden tutar,mücadelenin dip diri gerçekliğine yürür,korkusuzca.

andacyazli@yahoo.com

18 Nisan 2011 Pazartesi

Cevdet Bey ve Oğulları

Bildiğimizi sandığımız üstünde farklı uzlaşmalara fırsat vermeyecek kutsal hakikatlerimizin; sıcak,konforlu ceketinin altında, asla gizlice içimize sinen kuru soğukluğu hissedemedik.Hissedemedik çünkü,dışarıda görüp tanık olduğumuz güler yüzlü insan yüzlerinin,söylenen her sözün bilge kudretinden emin olduğumuz rasyonelizenin,gözlerin hep en yükseklere dikilen,o hayatın sonsuzluk duygusunun tatminini yaşattığı idealizelerin bizi saran tatlı sıcaklığından vazgeçemedik.İmparatorluğun 'devrim' e bırakılan kalıntılarının içinde her türlü renkler,kokular,çeşitler arasında sarılamadık insanlığın kutsal hakikat dalına. Ihlamur ağaçlarının kokusunu içine çeken ve yüreğe inen o eşssiz huzurun paydasında göz göze gelmeye cesaret edemedik bir türlü.Bayramlarda alnına yapışmış küçük kan lekesinin aldırmazlığı ile koşuşan çocukların arasında çocuk olamadık,Nişantaşı'nın görkemli butiklerinden geçerken,Teşvikiye caminin yol boyunca  içinde kuşların cirit attığı,baharın tebessümü asla sönmeyen yüzünün bize döndüğü çınarların gölgesinde yürürken selamlaşamadık farklılıklarımızla.Kutsal hakikatlerimiz bizleri bırakmadı,kibrin bataklığında dibe battığımız her saniye, imdat bile diyemezken farkına varamıyorduk zaaflarımızın ve yapay ideallerimizin bataklığında boğulduğumuzu.


Orhan Pamuk'un ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları'nı okurken, farklı şekillerde bazen güçlü bazen soluk ama içimde sürekli sessizce gezen duygulardı bahsettiklerim.Cumhuriyetin ilk yıllarında;yeni yeni zenginleşen,büyük konakların içinde bahçıvanların,ahçıların,hizmetçilerin,piyano ve sayısız kitapların en ön sıralarda yer alış hayallerinin kurulduğu yılların özel hayatına sokuyordu bizleri, başarılı yazar. Cevdet Bey'in baba mesleğinden gelmeyen ama tüm hayatını mutlu,huzurlu ve zengin kılabilecek tüccarlığa atılış yıllarıyla,sonraki kuşaklar ile birlikte varoluş,kopuş,amaç ve hedeflerin çatışmalarında süregiden hayatların mahremiyle bizde tanık oluyoruz kendi tarihimize.

Cevdet Bey'in ölümünden sonra büyük oğlu Osman'ın baba mesleğini götürecek azimli bir iş adamı kimliği ile,küçük oğlu Refik'in tasarılarının arkasından giden ilkeli bir ahlak adamı arasında sıkışan aile değerlerinin,sonraki kuşakları belirleyecek kafa yapılarının farklılıklarıyla günümüz dünyasına bakış atıyoruz at gözlüklerimizi çıkararak.Refik'in en yakın arakadaşları Ömer ile Muhittin'in dünya tasavvuflarına,hararretli tartışma ortamında tanık olurken fark ediyoruz bir kere daha kendi penceremizden bakılamayacak farklı değer ve inançların varlığına.Ömer'in sadece zengin ve saygıdeğer bir idealin uğrunda kaybettiklerini,Muhittin'in Ömer'i inançsızlıktan ötürü suçladığı ama kendisinin inançların esaretiyle bunalımların uçurumunda gezdiğini gördükçe Kutsal hakikatleri katılaştıran 'devrimler'in dinamiğini daha iyi anlamlandırabiliyoruz.

Hakikat pencerelerimizin hep kendi içimize döndüğü,benmerkezciliğin kimlikleştiği coğrafyada ılık bir rüzgarın içısıtıcılığına mahkum olup; poyrazın ve içine yumruk gibi düşen soğugun nefesinde yaşamaya çalışan insanların adımlarını takip edememe üzerine kurulu ideolojimizin kayıtsızlığı ile kurumsallaşn aile hayallerimi düşünüyorum.Ömer'in alaycı ve çok bilmiş tavılarında zenginliğin katı katranına,hiçe sayılan yaşamların vicdanında bağımsızlaşan ama derdini asla anlatamayan Refik'i düşünüyorum.Sonra Ömer'i kimlikleştiren kutsal hakikat ve kibrin Refik'e ve sonraki kuşaklarına karşı nasıl bir silah tehtidine dönüşebileceğini hayal ediyor,irkiliyorum.

Cevdet Bey ve Oğulları günümüz Türkiyesi ve bir devrimin yarattığı insan tipolojilerinin tarihsel mücadeleleri ve çatışmalarını rahat ve tasasız biçimde anlatan ender romanlardan.Burjuvalaşan bir neslin yarattığı sorunları,korunaklı konaklarda akıtılan gözyaşlarını,sevinçleri,bağrışmaları,kavgaları,akşam yemeklerinde pahalı Fransız şarapları ile sarhoşluğun tadlarını uzun diyalog ve betimlemelerle anlatan Pamuk'un bu ilk romanı mutlaka okunmalı.

andacyazli@yahoo.com

16 Nisan 2011 Cumartesi

Bizim Büyük Çaresizliğimiz

Bizim Büyük Çaresizliğim'i izlerken çaresizliğin; kabul görür davranışların önünde yılgın,yitik bir o kadar cesaretten yontulmuş, çıplak gövdenin toplumsallığa siper edilebilirliği kadar isyanı sönük bir kavram olduğunu düşündüm.Büyümek ve yetişkin olmanın kalıpları katılaşmış,formülize edilmiş bir toplumun, beklentilerini yerine getirememenin çaresizliğini tek bir bedende hisseden iki yetişkinin yılgınlığı bahsettiğim.Yetişkinliğin sorumluluklarına karşı, içinde gençliğin ve çocukluğun saf kıpırdanışlarını besleyen,neşenin hüzne yenik düştüğü bakışların paylaşılmışlığını yaşayan iki dostun,tek bir sahnede açığa çıkan çaresizlikleri.Çetin'in Ender'e sevdiği şarkıyı dinletirken göz göze gelişlerindeki hüzünle gizli sevincin bizi, çaresizliğin kollektifleştirdiği ruhları aşk ile dostluk arasındaki grifit ilişkinin sınırlarında gezdirirken,sevgiye susama ve büyümenin getirdiği sorumlulıklar üzerinde düşünmeye sevk ediyor Seyfi Teoman'ın Barış Bıçakçı'nın romanından uyarladığı yeni filmi.

Aşk ve Nefret'in Savruluşu

Kamera, telaşsız hareketleriyle odaların ve evin her bir köşesinde aşk ile nefretin uyumsuzluğunu ararken,Çetin ve Ender'in geçmiş ile şimdiki arasında sıkı sıkıya tuttukları iplerin zaman zaman hızlıca iki tarafa savruluşuna tanık oluyoruz.Bu savuruş, neftetin hırçın profilini canlandırıken,çatışmanın şimdiki hale dönmesiyle yerini geniş bir huzurun dinginliğine bırakıyor.Çetin'in Ender'e çay getirirken ki sahnede,Ender çayın içindeki ıhlamurdan rahatsız olduğunu belirten birşeyler mırıldandığı sırada,Çetin Ender'e; eski kız arkadaşının alışkanlıklarından arınamadığı,1 Mayıs eylemine gitmesinin de bu zavallılık belirtisine karşılık geldiğini söyleyen sözleri büyük bir öfkeyle sarf ediyor.Buna karşılı Ender yine bu kulvarda Çetin'e benzer suçlamalarda bulunuyor.Kısa bir süre sonra tüm bu öfke,nefret ve çekememezlik yerini sakinliğin ve dostluğun şimdiki halini kabullenmiş çaresizliğine bırakıyor.Söz konusu iki sahne,filmin bütününde çaresizliğin toplumsal sistemin çizdiği sınırlar içinde kabullenmeyişin ve şimdiki zamanda büyüyememenin hırçın çocukluğunu en iyi tespit eden nitelikte.

Ender ve Çetin'in kurduğu dünyaya,annesini babasını bir kaza sonucu yitirmiş ve onun yüküyle baş etmeye çalışan Nihal katılınca,ikilinin sevgi,sevgisizlik,paylaşım ve çocuklukla örülü yaşamlarının hızlı bir biçimde yer değiştirdiği,bunun sonucunda büyümenin sancılı sürecine hapsolduklarını anlıyoruz.Nihal'in gelmesiyle birlikte,onun evin içinde varlığını kendi yaşamsal alışkınlıkların beyhudeliği ile karşılaştıran ve her karşı karşıya kaldıkları sürede sorumlulukların sarsıcı duvarlarına çarpmaları,bunun sonucunda yetişkinliğin gerektirdiği büyümenin evrelerinden geçmelerine tanık oluyoruz.İki yakın dostun,aynı kıza (yani Nihal'e) aşık olmasıyla somutlaşan bu durum,anaakım geleneksel anlatımın aynı kızı elde etmek için birbirleriyle savaşan erkeklerin klişesini yerle bir edip,iki dostu bu durumla başetmeye zorlayan bir paylaşım ilişkisine sokuyor.Filmin ve romanın bu yönde derin bir yol ayrımına girmesi,filmin başlarında kurulan çaresizlik olgusunu temellendiren ve bu yönde toplumsal çaresizliğin ilişkiler yumağını çözen bir anlayışa sahip olmasından kaynaklanıyor.

Oyun Dünyası ve Kopuş

Ender ve Çetin'in aşık olmalarıdan ötürü geliştirdikleri davranışlar,ikilinin geçmişlerinde ve şuaki hallerine sirayet etmiş çocukluk tavırlarının,birlikte hareket etme ve paylaşım tutumlarının açığa çıktığı bir dönüm noktası oluyor.Bireysel özelliklerin farklılıkları,örneğin Ender'in entellektüel ve şair yanının Nihal ile yakınlaşma sürecinde belirleyici faktör olması ve bu özelliğin en ufak kırıntısının Çetin'de olmamaması bile hiç birşeyi değiştirmiyor.İkili büyümenin ve yetişkinliğin aşılmaz düşündükleri duvarlarını her tırmanışlarında düşüp,tekrar birbirlerine tutunuyorlar.Nihal ise anne-babasının ölümünün ağır sancılarıyla yüzleşmesi,hamilelik,kürtaj gibi olaylar karşısında hızla büyüme ve yetişkinliğe adımını attığı her esnada,Ender ve Çetin bu gidişe ayak uyduramama ve geçmişin çocuk ruhunun hafifliğinden kurtulamamaları ile billurlaşan bir hayalkırıklığı içinde kalıyorlar.Ender ve Çetin'in yetişkinliğe geçişte Nihal ile hiçbir paralelllik taşımayan durumların ağır yükü karşısında,Nihal ile kopuşun vurucu gerçekliği ile yüz yüze kalıyorlar.Nihal toplumsal sistem ve değerlerin beklentilerine uygun büyümenin gerekliliğini yerine getirdiği ve artık eski Nihal olmadığı için 'gerçek' yaşamına yani abisinin yaşadığı Berlin'e geri dönüyor.Ender ve Çetin ise,çocukluğun kalıntılarını ortaya çıkaran,yetişkinliğin içine almadığı oyun dünyasının içinde kaybolmak adına Langırt masasını eve taşıyorlar.

Ender ve Çetin'in dört duvar arasında çocukluğun ve oyun dünyasının tasasız,dertsiz ve heyecanlı dünyalarına kapılırlarken,bize de şu iki soruyu sormak düşüyor: Çaresizliğimiz, kapitalist bireycilik karşısında kendi Langırt masasını kurup,yetişkinliğin normlarını reddeden,ona karşı başkaldıran pasivize bir eylem biçimi olabilir mi? Yoksa bizim gerçekliğimizi oyun masalarına mahkum eden,çocukluğun saf gerçekliğinde kalmasını isteyen ataerkil düzenin kendisi mi?


andacyazli@yahoo.com

14 Nisan 2011 Perşembe

Festivalleşen Sinema (3)

İstanbul Film Festivali'nin bünyesinden  tür,olgu,hikaye ve yönelim olarak ayrılan bölümlerin her birinin varlığı,kendi alanında bir tutarlılığı sağlıyor.Tek başlarına sadece bir film olma özelliğini taşıyan yapıtlar,temsil ettikleri bölümler sayesinde kimlikleşirken ,derdini daha billurlaşan bir noktaya çekebiliyorlar.Bu yönde, birçok bölümün arz-ı endam ettiği filmleri genel analize tabi tutma eğilimi,eleştirmenler ve izleyiciler açısından da kolaylık sağladığı aşikar.Festival bünyesinde kategorize edilen bölümlerin ve bu bölümlerin dayanaklarını oluşturan filmleri,ayrı başlıklar altında incelemeye çalışalım.

Press,Kar Beyaz ve Zefir 


Festivalin bölümlerinden birini oluşturan 'Türkiye Sineması 2010-2011' geçen yıl ve bu yılın çeşitli festivallerinde gösterilmiş türk sinemasından kapsamlı seçkiler sunuyor.Geçen yıl Antalya Altın Portakal Film Festivalin'de izleyiciyle buluşan 'Press' bunlardan bir tanesi.Film,1990'ların ortasında Diyarbakır'da bir grup gazetecinin yaşadıklarına odaklanıyor.Özgür Gündem gazetesini hergün bir dolu tehtit,korku ve baskı ortamında çıkarmaya uğraşan bir avuç cesur insanın hikayesi kısaca.Bu kapsamda gösterime sunulan bir diğer önemli film 'Atlıkarınca'.Ensest gibi 'tabu' bir olgunun psikolojik ve toplumsal boyutlarını deşifre etmeye niyetlenirken,izleyicinin duygusal tepkimelerine uygun bir ahlak dersi niteliğinde finalle sonlandırıyor hikayesini.Sabahattin Ali'nin kısa öyküsü 'Ayran' dan uyarlama 'Kar Beyaz' ve Belma Baş'ın ses getiren 'Zefir' de diğer önemli filmlerden.

Dünya Fesitvallerinden Yıllara Meydan Okuyanlar


Torino Atı
'Dünya Fesitvallerinden' adlı bölümde karşımıza çıkan;Cannes,Berlin gibi önemli festivallerde ilk gösterimlerini yapmış,eleştirmen ve izleyici nezdinde belli ölçüde başarı sağlamış filmler  göze çarpıyor.Bunlardan ilki,2010 Berlin'de En İyi Film ve En İyi Kadın Oyuncu ödülleriyle dönen İran filmi 'Bir Ayrılık'.Bir diğeri,usta Macar yönetmen Bela Tarr'ın kırbaçlanan bir atı korumaya çalışan ve bunun sonucunda ağır psikolojik rahatsızlıklra sürüklenen Nietzsche'nin hikayesini anlattığı 'Torino Atı'.İki sene önce yine IFF kapsamında 'Tony Manero' filmi ile  tanıdığımız Şili'li yönetmen Pablo Larrain'in 'Morg Görevlisi' öne çıkan diğer filmlerden.

Festivalin en önemli bölümlerinden biri olduğunu düşündüğüm 'Yıllara Meydan Okuyanlar',başarısı tescillemiş,hikaye anlatım ve teknik yaratıcılıkları ile çığır açmış yönetmenlerin filmlerine soyunuyor.'Anna ile Dört Gece' filmi ile yakın zamanda tekrar sesini duyuran Jerzy Skolimovski'nin 'Ölümüne Kaçış', bir Afkan mültecinin hayata tutunma çabasını konu edinirken, yakın zaman önce O'Horten ile kendisi tanıtan Norveç'li yönetmen Bent Harmer'in yeni filmi 'Yeni Yıl' yine benzer sularda yürüyen hikayesiyle bu böülümde kendilerine yer buluyorlar.

Buluşma Evi


Sinemanın genelde aykırı,biçimsel olarak tabir edilen filmerin oynatıldığı 'Mayınlı Bölge',sinefillerin ve deneysel nitelikte filmlerin keşifçiliğine soyunanların yine gözdesi olucağına benziyor.Festivalin 'İsimsiz' bölümünde ise 12.İstanbul Bianel'in düzenlediği bir program göze çarpıyor.Sinema ve siyaseti buluşturma gayesi taşyan bu bölüm,özellikle 'Paris Komüni' ile öne çıkıyor.

İstanbul Film Fesitvali,içinde barıdırdığı bölümler, farklı tür ve biçim denemelerinin varlığı ile şekillenen sinema hassasiyetini en üst düzeyde tutmayı başaran ender etkinliklerden bir tanesi.Kuşkusuz bu gücü,dünya sinemasının geçirdiği evreler,kırılmalar,diyalektik ilişkiler bağlamında kurumsallaşan yapısından alıyor.200'ü aşkın filmin gösterildiği ve her filmin tarihselliğini kendisiyle birlikte ilan ettiği,tarihselliğinden aldığı ve koruduğu parçalarıyla bütünselliğe kavuştuğu buluşma evi gibi.Şimdi o evin içinde sayısız hayal nesnesiyle ilişki kurma,dertleşme ve paylaşma zamanı.

İyi Seyirler.

andacyazli@yahoo.com

9 Nisan 2011 Cumartesi

Festivalleşen Sinema (2)

Türkiye sineması 70 lerin ikinci yarsından 90'ların ortasına kadar ki süreçte,yeşilçamın mekanik üretimi ve  erotik furyanın bayağı filmleri arasında sıkışan genel yapısından bir kopuş gerçekleştirdi.Önceki yazımda bu dönüşüme doğrudan etki eden iki önemli nokta üzerinde durmuştum.Bunlardan birincisi darbe yılları ve onun getirsi toplumsal baskı mekanizmalarının varlığı,diğeri ise 68 hareketinin tüm dünyada yankılanan özgürlük ve demokrasi hareketiydi.Her ne kadar bu iki gelişmenin kronolojik,mekansal,ideolojik ve nüfuz etme gücü bağlamında farklı aktörler ve dinamikleri de beraberinde getiren çeşitli yönleri olsada, Türkiye sinemasının gidişatını etkileyen direkt unsurlar olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz.

Dünya üzerinde yaşanan hareketlenmeler,özgürlük talepleri,sosyalizm,toplumsal muhafazakar ahlak ve mülkiyet değerlerine karşı gelişen öğrenci hareketleri gibi doğrudan sanat ve sanatı icra etmeyi etkileyen gelişmeler, Fransa Yeni Dalga akımının entellektüel baharını hazırladı.Sadece sinema ve film yapma ile sınırlı olmayan,sokağı mekansallaştıran ve isyana kucak açan bu anlayış, özünde isyanın fitilini sanatla yoğurmaya dayanıyordu.Bir başka deyişle isyan ve devrimin sokak adrenalisini,sanatın derin kuytusunda hazsal dinginliğe bırakan,sokağa yön veren bir anlayıştı.

Türkiye sinemasının tarihsel gelişimi,kimlikleşme süreci ve alternatifini yaratan öznel dinamiklerini ortaya koyması üzerine analizlerde bulunurken,arka planda gelişen toplumsal hareketlenmeler,sanatın evrensel değişimsel ve etkileşimsel gücünü göz ardı etmek bugüne dair festival ruhunu,daha özel olarak İstanbul Film Festivali'nin dayandığı düsturları anlamak açısından pek mümkün görünmüyor.Dolayısıyla,IFF'nin ortaya çıkışını sağlayan alternatif seyirci tipolojisinin bağımsızlaşması ve kendi sokak sanatını hiç olmazsa içsel olarak hazırlaması açısından önemlidir.Bağımsızlaşan bir sinemanın kendi dilini bulması,dünya sineması ile her yönlü etkileşim rüzgarına kapılması,sinema sanatını genç kuşaklara aşılama gayesi taşıması gibi sinema hassasiyetleri adı altında toparlayabileceğimiz  sayısız olgu, işlevini bu tarihsel gelişime borçludur.Festivalleşerek sinemayı anlamak ve icra etmek,bu türde hassasiyet kaygısı taşıyan seyirci tipolojisiyle mümkün olabilir.Seyirciyi alternatifleştirme ve sinema persektifi sunma ise genel olarak sinemanın festivalleşen bir kurumsallığa erişmesi,daha da ileriye götürürsek toplumun festivallleşmesi ile mümkün olabilir.

Bu anlamda Fransız Yeni Dalga akımı tam anlamıyla sanatın ve toplumun festivalleşmesi projesi üzerine şekillendiğini düşünenlerdenim.Türkiye'nin darbe yılları ve metaforik anlatımı zorunlu kılan sansür duvarlarının, bu yönde bir bağımsızlaşma ve festivalleşme girişiminin de ayrıca tetikleyicisi olduğu kanısındayım.İstanbul Film Festivali'nin 30.yılına özel program içeriğini; ticari sinemanın dar kalıplarını kıran alternatif sinema örnekleri ile irdelemek,söz konusu sinema hassasiyet duvarlarımızın nasıl sağlmalaştırılması ve korunması üzerine daha çok kafa yormamızı sağlayabilir belki.Sonraki yazımda bunun üzerinde durmayı düşünüyorum.

andacyazli@yahoo.com

7 Nisan 2011 Perşembe

Festivalleşen Sinema (1)

İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından bu yıl 30.'su düzenlenen İstanbul Film Festivali şu sıralar tüm hızıyla devam ediyor.Festival başlamadan önce böyle bir organizasyonun Türkiye sinema tarihindeki önemi ve korkutucu hızla gelişen 'sinema tüketimi' ne karşı entellektüel üretim ve hazzın yaşatılmasında ki yegane güç temsileyiti üzerine bir yazı yazmak istiyordum.Ama araya başka yazılar girdi ve sonuç itibariyle geç kalınmış bir festival yazısı yazmak zorunda kaldım. Şimdi tüm olası dezavantajları bir kenara koyup,biraz uzaktan IFF ve 30.yılın program üzerine tarihsel arka fonu kullanarak yoğunlaşmak istiyorum.


Fransız Yeni Dalga ve 68

François Truffaut
30.yılın heyecanına kapılmadan önce IFF'nin 1982'den beri süregelen tarihine bir göz atmamız elzem ve mecburi bir hassasiyet gibi gözüküyor.Bugün Türkiye sinema serüveninde ayrı bir başlıkta incelemesi gereken en önemli sinema etkinliğinden söz ediyoruz nede olsa.70'lerin ortasından 80 darbesine kadar yaşanan toplumsal dalgalanma ve çatışmaların ışığında, Türkiye sineması biraz da 'kimlik' kazanma kaygısının üzerine şekillendi.68 hareketinin Fransa'dan tüm dünyaya akın akın yayılan özgürlük ve eşitlik arayışları dünya sinemasının sisli ve karanlık yoluna pusula koyarken,Türkiye sineması da gerek 68 hareketinin dış etkisi gerekse de yerel hareketlenmelerin etkisi altında kendi ontolojik yapısının kurma gayretindeydi.Fakat Avrupa'da yaşanan özgürlük hareketinin Avrupa sinemasına sağlamış olduğu katkı ve diğer ülkeleri saran etkisi Türkiye sinemasında kalıcı değişimler yaratacak kadar güçlü bir unsur olamamıştır.

68 hareketinin dünya sinema literatürüne armağan ettiği 'Fransız Yeni Dalga' akımının, yenilikçi ve genel-geçer sinema pratiklerini radikal bir formatta karşısına alması ve bu yönde geniş bir entellektüel kitle yaratarak birçok genç yönetmeni rüzgarına katması,söz konusu özgürlük hareketinin sinemasal izdüşümünü yaratan en önemli unsur olarak karşımıza çıkmakta.Fransa'nın ünlü sinema dergisi Cahiers du Cinema'ya yazılar yazarak başlayan akımın önde gelen isimleri; François Truffaut,Jean-Luc Godard,Eric Rohmer gibi sinemacıların eşiliğinde sinemada geleneksel dramatik yapı ve hikaye anlatımı yıkan devrinsel bir sinema hareketinin dalgalarını yaratan bu isimler,Türkiye sinemasının kabuk değiştirme sürecinde önemli payandaları oluşturacaklardı.


Kimlik kazanma ve Darbe ile Yeniden

Türkiye sineması, 70 lerin başı ve ikinci yarısında Yeşilçamın fabrikasyon filmleri ve Aydemir Akbaş ile özdeşleşen bir erotik furyanın kıskacında kaldı.80 darbesinin yıkıcı etkisiyle birlikte toplumsal baskı ve basın üzerinde sıkı sansür uygulamaları gibi nedenlerden ötürü 'toplumsal gerçeklik' temalı, darbenin birey ve toplum üzerindeki travmatik etkileri gibi konular üzerine azda olsa bir eğilme gözüktü.Ömer Kavur'un 1987 yapımı 'Anayurt Oteli' bu refleksin bir tür dolaylı yansıması olarak karşımıza çıktı.Darbe ve totaliter yönetimin tüm halk üzerinde tehtih yaratan korku rüzgarı,Türkiye sinema hareketinin toplumsal gerçeklik temasına yönelimin tetikleyicisi olmuştur.

Buradan hareketle İstanbul Film Festivali'nin tüm bu gelişmler ışığında doğuşu ve 68 hareketinin iz bırakan akımlarını kucaklayan yeni bir sinema dili inşa etme süreci ve Türkiye sinema tarihinde ticari kaygıların edigen yapısna karşı yenilikçi,özgür ve entellektüel kaygının başat oladuğu bir sinema hareketinin öncülüğü üstlenmesi üzerine kaldığım yerden  devam edeceğim.

andacyazli@yahoo.com

3 Nisan 2011 Pazar

Ağaç Dalı Kompleksi

Yusuf Atılgan
Kaç gündür zihnimi kurcalayan sinemanın dört duvar arasına sıkışmış özgürlük haykırışlarını, şu günlerde sürmekte olan 30. İstanbul Film Festivali (IFF) ışığında irdelemeye çalışacaktım.Ama olmadı.Yusuf Atılgan'ın modern başyapıtı 'Aylak Adam' ı okumakta olan herkes önceliği böyle bir gücün pençesine teslim ederdi.Aylaklığın toplumsal değer ve inançların  ikiyüzlülüğüne karşı olan savaşımının fırtınasına kapılmamak ve olan biteni salt roman sosunun ağızda bıraktığı naif tatlı konforuyla açıklamak mümkün görünmüyordu.

Yusuf Atılgan bu romanında,aylaklığın manifestosunu çizerken;yaşam yolculuğunun süslü-yapay nesnelerinin kof ve köleci çöplüklerini elinin tersiyle iten bir karakter üzerinden nihilizmi inşa ediyor.Ama buradaki nihilizm boşluğun,boşvermişliğin tipik bir güzellemesi olarak değil,daha çok doğu nihilizminde saklı olan umut parçacıklarını çekip romanın bütünüyle sentezleyebilen bir nihilizm.Hal durum böyle olunca günlerini sabahtan akşama kadar tenha sokaklarda,Maçka tramvayının kalabalık iş dönüşlerinde,pastane ve kahve köşelerinde,fakülte koridorlarıda tüketmekte olan bir bedenin arayış ve düş kırıklığı arasında yalpalayan halinin gel-gitlerini yaşıyoruz.Karakterin bir adı bile yok.Atılagan onu C.diye tanımlıyor.Kalabalıkların telaşlı adımlarına,üç çocuklu huzurlu aile yaşamlarına,riyakarlığın mecburiyetine onun yaşamında yer yok.O bilinmeyen,yaşamamış ve boşluğun yekpareleştirdiği bir hayalet bu toplumda.

Mevsimlerin ayrıştırdığı her şey gibi,bir benliğin birbirleriyle amansız çatışmaların varettiği,yaşamın en mühüm kanıtı; duygu,düşünce,aşk,düşler ve ihtiras dalgalanmalarının ortasında bir dibe bir yüzeye çıkan yorgun bir karakter C.Yalnızlık senfonisinin kulağını her gün tırmaladığı boğucu,soğuk,uğultulu sokaklarda ruhunu tamamlayacak gerçek sevgiyi aramanın yılgınlığını şakaklarında kuvvetlenen bir ağrıyla  duyumsayacak kadar acılı,kendisine aidiyet duygusu veremeyen bir coğrafyanın tek tipleştiren düşlerinin arkasında sinsice gezinen,hemen bir açığı görse/hissetse sarılıp beden ve ruh esintisinin özgür hırpalıyışlarına  bir 'sevgi' yi, 'aşk' inşa edecek kadar mücadeleci,yılgınlığın hunharca eriten,yok eden zaafların,gözsterişin,metanın kibriyle zehirlenmiş statik insanlığın peşinden gitmeyecek kadar da devrimci bir karakter var karşımızda.

Bütün çağların trajedisini ruhuna yayılan dinginliğin ve huzurun gölgesinde hissedebilen bir karakter C.Ona sevgilisi tarafından en sevilen ressamın kim olduğu sorulduğunda,tereddütsz Van Gogh cevabını verebilecek kadar içinde tarjedileri saklıyabiliyor mesela.Çünkü onun toplumsal bütünlülüğnü sağlayan,anlam katan ve ayrılmaz kılan bir organın zarafetinden kopma cesareti gösterebilmiş biridir diyor Van Gogh için.Ressam sevgilisi ise akıl hastanesinde çizdiği resminde kulağını saklayabilecek,ona bir tür eksiklikten doğan kompleks ve zaaf yükleyebilecek kadar korkar biridir diyerek karşılık veriyor.Meselenin tüm ana gövdesi bu ikilemin hayat karşılığı/ayrılığı paradoksunda yatıyor.İnsan herşeye bunca karşıyken,kendisine de karşı olmadan nasıl sürdürebilir bir karşı yaşamı?

C'nin ve ressam sevgilisinin (C'nin tüm ilişkilerini içine alan geçmişide buna dahil) kafasında asla tükenmeyen bu karşılıklı savaşı C, Ağaç Dalı Kompleksi ve Kumda Yatma Rahatlığı ikilemininde ortaya seriyor.Bu farklılık genel olarak 'Aylak Adam'ında özetini ortaya koyan bir nitelikte ”(...) Bütün çağların trajedisi bu,'Kumda Yatma Rahatlığı ve Ağaç Dalı Kompleksi'.Şimdi kumda yattığım için kuyara diyorum.Daha da genişletilebilir.Kuyara (Kumda Yatma Rahatlığı),alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır.Düşünmeden uyuyuvermek.Biteviye geçen günlerin kolaylığı.Ya adako (Ağaç Dalı Kompleksi)...Hep öteye öteye uzar.Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu.Özgürlüğe susamıştıktır.Buna ben 'ağaç dalı kompleksi' diyorum.Genç hastalığıdır.Çoğunlukla Kuyara dişidir.Adako erkek.Pek seyrek cins değiştirdikleri olur.Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir.İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi ,yakınları onun içindeki bir adakoyu bulurlar.Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar.Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz.Asi daldır o.Ayrılır.Balta işlemez ona.”


andacyazli@yahoo.com

1 Nisan 2011 Cuma

Mektup Yok mu

”(...)Peki o zamana kadar ne yiyeceğiz?' diye sordu.Albayı flanel gecelik entarisinin yakasından kavramış şiddetle sarsıyordu.Albayın bu ana ulaşması yetmiş beş yılını-dakika dakika, yaşamının yetmiş beş yılını-almıştı.Yanıtlarken yalın,açık ve yenilmez hissetti kendini:”Elinin Körünü.”

Latin Amerika'nın ve dünyanın en heybetli yazarı Gabrial Marquez'in 'Albaya Mektup Yok' adlı uzun öyküsünden seçtiğim satırları paylaşırken, 'beklemek' eyleminin etrafında meraklı çocuk gözleriyle dolanmaya başladım..Hayatın en olağan vakitllerinde varlığını anımsatan,bazen hayatın kendisi rolünü üstlenmiş inatçı tavrıyla yanımızda dikilen gerçekliğimiz...Umut olarak tutunulan o ince,kırılgan dalın her an elimizden kayıp düşmesi kadar vurucu ve sarsıcı uzun bekleyişlerin derin iç dalışlarını yaşarken;dokunamadığın ama bir yerlerde yaşattığın sevgiliyi,çocuk kokusunu,ana feryadını duyarken cebelleştiğin o manidar hüzün.


Marquez
Hayatının büyük kısmını ülkesine hizmet etme gayretiyle yaşamış bir emekli asker.Günlerdir,haftalardır,aylardır peşinde saf bir umut vasıtasıyla koştuğu emekli maaşı.Yaşamından geri kalan 'onur','irtibat','kahramanlık' sıfatlarının hayali tezgahında bekleyişin tüm dirliğini hisseden bir yalnız adam.Marquez bu denli loş,kasvetli bir tükenmişliğin puslu yaşamlarına akıttığı bir iki umut gözyaşlarıyla selamlıyor hepimizi.'Yazmaya bir imgeyle başarım' hep diyor.'Beklemek' gibi natameli bir imgeyi yürekleri kanatan bir diken gibi kullanıyor.Onunla birlikte dikenlerin arasında kayboluyor,canımızı acıtan şeyin ne olduğunu anlamadan ırakta bir yerde beliren kırmızı gül bahçesine emin adımlarla yürüyoruz.Düşüyoruz,arkamıza bir kere bile bakmadan varamayağımızı bile bile koşuyoruz.

Albay her sabah yılların alışkanlıkları biriktirdiği şekilde, uzaklardan gelen vapur sesinin ılık esintisiyle besliyor en diri tuttuğu umudu.Postacının karşısında o dimdik 'asker' duruşunun altından fısıldıyor 'Mektup yok mu' diye.Sadece kendisinin duyduğu acıyı içine işleterek.Yine aynı sabah,uzaklardan gelen bir vapur sesi.Albay seslerin gülümser yüzlerine yine aldanmak istiyor,her sabah aldandığı gibi.Soruyor bir kez daha 'Metup Yok mu' diye.Yetmiş beş yılın ona sunduğu kutsallığın aşılmaz duvarlarının arasında birkaç kez soluklanıp,devam ediyor hiç ulaşmayacağı gül bahçesine.

Yenilmez hissedilen yüksek gururun gölgesinde yaşattığımız hüzünle yoğrulu çaresiz yüzün;başı öne eğik, sessizce fısıldarken yakalanan gerçek çaresizliğimiz karşısında bekliyoruz gül bahçesinin huzurunu.Hep bir yerlerde duyulan vapur sesleri küçük bir yaşam dalı olarak sunsa da kendisini...bekliyoruz.Yılların kemirdiği sarsılmaz gövdenin çaresizliği iki heceye sığan o feryada dönüşünceye dek bekliyoruz :”Elinin Körü”...


andacyazli@yahoo.com