31 Aralık 2010 Cuma

Ciddi Bir Adam Olamamak

Coen Kardeşler'in Amerikan taşrasında kurdukları absürd evrende,hayatın ciddiyetine fazlasıyla kapılan bir profesörün, gündelik hayatının çıkışsızlığına çare olarak gittiği hahamın yanında,hayatını kuşatan sorunlara cevap aramayı beklediği anda ,haham profesöre bir hikaye anlatır.Hikayeye göre Yahudi bir dişçi,Yahudi olmayan bir hastanın dişlerinin arkasında İbranice 'Yardım Et' yazısı olduğunu fark eder.Dişçi bunun ne anlama geldiğini,bir mesaj olup olmadığını aynı hahama danışmaya gelir.Larry (Profesör) şaşkın bakışlarla ve birazda verile(bi)cek cevabın heyecanını hissetiği kalp atışlarıyla hahamın ağzından çıkacak kelimeleri bekler.Çünkü dişçinin cevabını aradığı 'anlamsızlık' ın anahtarı,Larry'nin hayatında başedemediği sorunlar deryasının kurtarıcısı gibidir.Uzun hikayenin sonunda meraklı gözlerin bakışı altında kalan haham Larry'e bir türlü beklediği yanıtı veremez.Larry'e göre hahamın vereceği yanıt, hayatının bütün anlamlandırılmayan sorunlarını sonlandıracak bir güçtedir.Ama bir türlü o yanıtı alamaz.Haham'ın vereceği tek yanıt,verebileceği hiçbir yanıtının olmadığıdır.


Karsının kendisini aldatması,oğlunun gizli işler çevirmesi,kızının estetik yaptırmak istemesi,karısını aldatan adamın kendisini evden çıkarmaya uğraşması,Koreli öğrencisinin teklif ettiği rüşvet'in sonucu ahlaki ikilemin içinde kalması,ırkçı komşusunun kendisine ait olmayan alanı malıymış gibi kulllanması,kardeşinin gün boyunca tuvaletten çıkmaması ve sürekli kumar oynması Larry'nin mesleği olduğu fizik profesörlüğünün,Fizik kuralları gibi belli bir yasalar bütününde açıklanayacak sorunlar olduğunu anlamasıyla kaldığı çaresizliğin absürdlüğünden doğan 'hayat' ın tüm paradokslarıyla dalga geçiyor Coen Kardeşler.Öyle ki Larry'nin tüm bunlara cevap aramasıyla oluşan anlamsızlığın tüm kurumları da (din,aile,eğitim,bilim) bütün bunlardan nasibini alıyor.

A Seious Man (Ciddi Bir Adam)


Coen Kardeşler tıpkı tanrı tarafından lanetlenen Albert Camus'un mitolojik kahramanı 'Sisifos' gibi Larry'ide, yukarı çıkarıldığı taşın aşağı yuvarlanmasıyla onu tekrardan yukarı taşımakla yazgılı bir kahrama yad etmekten geri kalmıyorlar.Kurulan evrende herşeyin cevabını arayıp bulamayan fakat kasabanın diğer insanlarını tüm bu bilinmezlik cennetinde,şikayet etmeden yaşamaları Larry'i varoluşunun lanetli duvarlarına iyice hapsetmekten başka bir işe yarmıyor.Eşini aldatan adam Sy'nin,aynı gün yaptıkları kazada  ölmesi ve kendisinin  kurtulması Larry'nin hayatını anlamlandırma/ciddiye alma telaşını iyice pekiştiriyor.

Coen Kardeşler'in hayatı anlamlandırma serüveninin asla gerçekleşmiyeceğini,hayat dediğimiz absürdlüğün dünyasını kavramakla,anlamlandırmakla kendi varoluş çizgisini çizen tüm kurumların,kişilerin tıpkı filmin finalindeki  belirmekte olan kıyametin gerçekliği karşısıda küçücük ve değersiz olduğu ve anlamsızlığın bize öğrettiği tüm peşinden koşulan ideallerin nasıl önemsiz kaldığını,tehtitvari bir fırtınanın  ve ya telefonda doktorun ürkütücü ses tonunun (finalde Larry ile doktor arasındaki diyalog) felaketi karşısında 'tek başına' kalabilmenin acı ama absürd insanlık tarihini bir kez daha ortaya koyuyorlar.

Anlamlandırmaya uğaraştığımız ve asla ulaşamıyacağımız ideallerin peşinden sürüklenirken,Sisifos'un kaderine mahruz kalmanın çıplaklığını Larry'nin vücudyla yaşadığımız küçük dünyalarımızın,büyük belirsizlikleriyle dolu 'hayat' yolculuğunun gerçek filmi Ciddi Bir Adam.Yeni yılımızın ciddiyetine çok fazla kapılmama dileğiyle mutlu yıllar...

andacyazli@yahoo.com

29 Aralık 2010 Çarşamba

Elif Batuman'ın Söyledikleri

Radikal gazetesin'de Berrin Karakaş ile yapılan röportajın (Radikal Hayat,28.12.2010) başlığında 'Futbol takımı tutsam Çarşı'nın yanında olurdum' sözünün sahibi,başarılı fenomen bir Türk asıllı Amerikalı yazarın, satırlar arasında biraraya gelen edebiyat,sinema,siyaset sarmalının entellektüel geçmişi,bendenizi bu yazının başına oturtması dışında,yepyeni bir 'hayat zengiliği' nin kapılarını sonuna kadar açmanın buruk mutluluğuyla buluşturdu.

Batuman hakkında asıl söyliyeceklerimi şimdilik unutup,gündemin telaşlı yankılarında sesi duyulmayan bu nevi şahsına münhasır kişiliğin geçmişine kısaca uzanmak istiyorum..1977'de New York'ta doğan Batuman New Jersey'de büyüdü.Harvard'dan mezun olduktan sonra Standford Üniversitesi'nde Karşılaştırmalı Edebiyat üzerine doktora yaptı.Bu süre içinde ve sonrasında da The New York Times,Harpers Magazine,London Review Books,The Guardian,New Yorker için yazılar yazdı.'The Possessed Adventures With Russian Books and The People Who Read Them / Ecinniler:Rusça Kitaplar ve Onları Okuyanlarla Maceralar' kitabı,The New York Times'in 2010'un en iyi 100 kitabı listesine girdi.

Kendisine, Sizi Rus romanında en fazla etkiliyen karakter nedir sorusu üzerine 'Anna Kareina' daki Eugene Onegin yanıtı ve sonrasınsında karakterler dünyasının fiziki ve ya duygusal özdeşleşmeden çok daha soyut ve metaforik 'dünya görüşüyle özdeşleşmek' diye bahsettiği 'özdeşim dünyası' nı şu tespitlerle iyice anlamlaştırıyordu.'Anna Karenina'daki buz pateni sahnesinden ne kadar etkilendiğimi yazmıştım.(...) Koç Üniversitesi'ne geldiğimde bu pateni pistleri olduğun öğrendiğimde yalnız,ilk işim gidip kayıt yaptırmak oldu' 

Referanslar dünyasının_önceki yazılarımda da değindiğim özdeşim teması_ Batuman ile aramda özdeşimlerin sağladığı yeni referansların kaynağı oldu diyebilirim.Buz pateni'nin büyüleyici hayal dünyası ve nostajinin daha doğrusu geçmişe duyulan acı bir özlemin 'hayat pratiği' ne dönüşmesi benimde geçmişin referanslarına doğru derin ve hüzünlü bir yolculuğa çıkmama sebep oldu.Elka'nın kendisinden 'Rus romanlarından fırlamış gibisin' diye bahsettiği  Sonbahar (2009) filminin Yusuf'u, televizyondaki Rus  buz patenini izlerken büyülendiği ve geçmişin özlemle sentezlenen umudun varlığına işaret ettiği o sahne gibi bir kez daha Batuman ile beraber o dünyanın kapısını aralayıp uzun uzun bakmanın hüznüyle başa başa kaldık sanki.

Rus Edebiyat dünyasının iki 'dev' yazarı Tolstoy-Dostoyevski üzerine sorulan karşıaştırmalı soru üzerine ise 'Tolstoy sinema gibidir',Dostoyevski  'Yunan Tiyatrosu' gibidir diye cevap verir.Bu iki 'dev' dünyanın karşılaştırılmasının anlamsız olduğunu,okuyucuların etki alanlarına nüfuz edebilen referanslar ve imgelerin gücü ile herkeste farklı algılamalara gebe kalabilecek,subjektif değerlerin varlığına  dikkat çekmişti.Tolstoy dünyasının 'Buz pateni' ile imgeleşen anlarını sinema ile tanımlayan Batuman,Sonbahar filmindeki 'Buz pateni' büyüsünün 'Anna Karaina' nın 'Buz pateniyle' özdeşleştrien bendeniz arasında da yeni bir 'sinema ve edebiyat' paylaşımının anahtarı olmuştu.

Edebiyat,özellikle Rus Edebiyatı ve Türkiye üzerine yapılan sohbetin, Orhan Pamuk'un spesifik anlatımı,özgün romanları,Nobel ödülü ve algılanışı şeklinde bir yere gelmemesi tabiki mümkün değildi.Orhan Pamuk hakkında sorulan bir soru üzerine de Batuman: 'Orhan Pamuk'u okurken kesinlikle çok zorlandığımı söyliyebilirim.Herkesin çok iyi kitap olarak söylediği Cevdet Bey ve Oğulları'nı okuyamadım.Diğer kitaplarına başladım fakat onlarıda bitiremedim.'Kar' kitabının başlangıcı ilk 100 sayfasını çok sevmiştim.Sonra bir şekilde o enerjiyi yitirdim.(...) Nobel aldıktan sonra Standfor'da yaptığı konuşmayı dinledim.Mükemmel bir konuşmaydı.'Kar' ı yazmadan önce yaptığı araştırmaları anlattı.Ve o zaman gerçekten edebiyatla ve romanla ne kadar ilgilendiğini anladım...' Belki de Orhan Pamuk hakkında yazılan onca söz,onca eleştiri Batuman'ın şu sözleriyle özetleniyor. 'Orhan Pamuk Batı'da bir adamdı ve Doğu'da sıkışıp kalmıştı.'

Yazdığı kitabının isminden de anlaşılacağı üzere,Rus Edebiyatı ve Türk Okurları arasındaki ilişkiyi,kendi tabiriyle maceraları anlatıyor.Varoluşunun özdeşliği Rus edebiyatı ve Buz pateni büyüsü'nün Türk okuyucularının dünyasında anlamını ve yansımasını irdeliyor.Banada  Elif Batuman'ın söyliyeceği daha çok söz varmış gibi geliyor..

andacyazli@yahoo.com




26 Aralık 2010 Pazar

İkarus'un Düşüsü Sırasında Bir Manzara

Yazdığı ilk kitabın girişinde kendisinden 'Eskiden çok ciddi ve entellektüeldi,şimdi televizyona ve polisiye romanlarına tutkun' diye bahsettiği şair Şavkar Altınel'in Kitap-lık dergisinde yayımlanan 'Fransız Pencereleri' öyküsünü okurken,yazarın onsekizinci yüzyıldan kalma bal renki,gösterişsiz ve çiseleyen ince yağmur altında parlaklaşan levhaların boy gösterdiği günümüz Bordeoux binalarını gezerken tanık olduğu ayrıntıların,resimleri,heykellerin 'dedektif romanlarına' özgü bilinmezlikle biraraya getirme tutkusu,bende de sıkıcı Pazar gününün tatlı kahvesinden sonra,yazıya oturmamı sağlayan ayrıntılar labirentinin tetikleyicisi oldu.

Bordeoux'un sessiz caddelerinin yer yer boy gösterdiği 'tarihsel bellek' in şehrin dokusuna yer etmiş ve anıtlarla ölümsüzleşen kalıntılarının birinde,söz konusu Jirendolar Anıtının dibinde bilgi veren bir levhanın açıklaması,bize tarihin acıları hakkında şehrin sorumluluğuna dikkat çeker gibi çarpıcı bir bilgi aktarıyordu.'İlk sınır dışı etme treni 20 Ağustos 1940'da bu istasyondan hareket etmiştir.Bu şekilde Mauthausen Toplama Kampına götürülen 927 İspanyol Cumhuriyetçisinden çoğunun burada ölmüş olması insanlığa karşı işlenmiş büyük şuçlardan biridir'.

İkarus'un Düşüsü Sırasında Bir Manzara
 Levhada bu bilginin yer alması ve yazarın kısa bir bellek süzgecinden sonra Pieter Brueghel'in 'İkarus'un Düşüsü Sırasında Bir Manzara' tablosunda İkarus'un sular altına gömülmesi sırasında, bir çifçinin umarsızlıkla tarlasını sürmeye devam etmesi anının fotoğrafları geçirirken.Bendenizde de bu tablonun acılar tarihinin sessiz tanıklığını oluşturan 'kayıtsız insan halleri' nin suçluluğuna değinmek için bir fırsat kolladım.Birileri acıların tarihinde kaybolurken,aşağılanırken,öldürülürken,koparılırken birileri ise herşeyden habersiz (tıpkı tablodaki çifçinin tutumu gibi) üç maymun oyunlarının güvenli sığınaklarına sığınma yada kayıtszılığın onaylanmış dünyasının figuranlığını yapmanın ayrıcalığına hapsoluyorlar.İnsanoğlu iki ayrı kutbun 'İkarusların' ve 'Çifçilerin' ayrıştırdığı dünyaların savaşlarıyla varolabildi.İnsanlar ise bu iki kutbun iki tarafaları olarak,gerek düşünsel gerekse yaşamsal pratiklerle kanıtlar hiyerarşisini oluşturdular.İkarus'ların dünyası Michael Haneke'nin Cache (Saklı) filminde George ailesi ile çok belirgin somutlaşlaşıyor sanki.Tıpkı savaş mağdurlarının televizyondaki görünrtülerine kayıtsız kalmanın huzuru gibi..

andacyazli@yahoo.com

24 Aralık 2010 Cuma

Silik Resimler Berraklaşınca...

Yer, telaşlı adımların gündüzden kalma sessizliği ele geçirdiği yalnızlar ülkesinin sidik kokan sokaklarından biri.Zaman,haftanın tüm anlamsız yorgunluğundan intikam alan belirsizliğin çılgıın saniyeleri.Gecenin ve benliğin dipsiz kuyularına el atmanın naif sarhoşluğunu hissetme anı.İki ucuz şarapla kendin olabilmenin rahatlığı ve samimiyeti.Sakınmadan,sıkılmadan, düşünmeden söyleyebilmenin dayanılmaz hafifliği.Eski küskünlüklerin ve devam eden kırgınlıkların karmaşık halaturiyesini basitleştiren sözcüklerin yüreğe inen balyozu.Hafif hafif kana arışan alkolün saçma sözcükleri biraraya getirmesiyle oluşan anılarda kalan boktanlığın silik resimleri.Boktanlığın bölük pörçük silik resimleriyle,yanında horlamakta olan bir köpeğin huzurlu iç çekişlerinin arasında yazıya oturan bir adamın ruh hali.

Küçük bir odada inatlaşmalırın gergin sessizliğinde orta yol bulmaya çalışan bir ruh halinin panoroması.Kapıyı üç kez tıkırdatarak giren kirli bir adamın gerginliğin bozulmasına olan katkısından doğan bir rahatlamanın çekingen mutluluğu.Gece sıkıştıran sigara nöbetlerini yenememenin yıpranmışlığıyla,gıcırdayan zemine basmamaya çalışan bir tedirgin ruh halinin kalp atışları ve hedefe varılmasıyla yakılan bir sigaranın tarif edilemez keyfinin hatırda kalan anları.Çatışılan ev üyeleriyle,çok dilliğin/farklılıkların işlemediğine kendini inandırmanın somut tanıklıkları.Evde fare var telkinlerini paranoyaya dönüştürmenin huzursuz bekleyişleri.

Kasvetli ruh halini azdıran havanın ıssız parkında sessiz tanıklığını yapmakta olan Tom'un gitar melodileri.Lal kapısından geçmekte olan  adamın,Tom'un sorularıyla 'lost in translation' anının suçluluk duyguları.Karşıdan sallana sallana gelmekte olan ev arkadaşına selam vermenin provasını yapma.Provanın hiç birzaman umduğu mükemmelliyette olmadığının farkındalığıyla herseferinde bıkmadan deneme.Akşama doğru gidilecek karnavalın zihinde belirmesiyle saniyelik duygu kıpırdanışları.

Yalnızlar ülkesinin sidik kokan sokalarından birinde sarılmalarla sonuçlanan 'dayanışma' nın mutlu zaferi.İki şarapla kendin olabileminin,benliğin kibrini yenebilmenin olgunlaştıran insanlık halleri.Ve adına hayat dediğimiz o anların duygu denklemini satırlara dökmenin safça mutluluğu.

andacyazli@yahoo.com

23 Aralık 2010 Perşembe

Sinemadaki Naylon Torba Büyüsü

'Tıpkı Hagi'nin Leeds maçındaki topuk pasını gördüğümde 'şiir gibi' diyerek futbolun büyüsünü idrak etmem gibi sinemanın büyüsünü de idrak ettiğim bir an var Amerikan Güzeli (American Beauty) filmindeki uçuşan beyaz  naylon torbası sahnesi..' diye başlıyor Ece Temelkuran sinema dünyasının mahremini ortaya döktüğü, şehvet dolu anların resmini çekip meraklı ellere teslim ettiği,yeni bir 'giz' in peşine düşen sonsuz 'giz' lerin dünyasından çekip kopardığı 'naylon torbayı' 'Filmlerle Yaşayanlar' ile paylaşırken.Birkaç yıl önce izlemiştim (3 yıl kadar) Kırmızı Balon'un Yolculuğu (Le Voyage du Ballon Rouge) filmini,kurstan kursa koşturup,çocukluğun masumiyetini modernizmin  reflekselere kurban eden çocuğun 'Kırmızı Balon' ile yaşamını kuşatan herşeye karşı masumiyetini kazanma savaşı verdiği o anların mahremini keşfeder gibi,ya da faşizmin hüküm sürdüğü bir dünyanın masumiyet çağını bitirdiği yerde küçük bir çocuğun masalların başkaldıran dünyasında,masumiyet savaşı verdiği sinemanın en 'giz' anlarını kalkana dönüştürdüğü 'Pan'ın Labirenti (Pan's Labyrinth) filmindeki anlar gibi yeniden düşünmemi sağladı, uzun soluklu sinema belleğimin dolambaçlı yolarında gezinirken.

'Naylon Torba Büyüsü' sanatın her alanda olduğu gibi sessiz bırakılan,susturulan yerlerde  yaşamların lal dirini kıran savaş dilinin simgesi Masumiyetlerin çalındığı,yaşam alanların daraltıldığı,silinmeyen gözyaşların kuruduğu dünyaların mahremine giren,'giz' lere eirşen ender anların simgesi.Sözcüklerin tükendiği anda beliren 'tenlerin hissiyatı' gibi gerçek,yalanların ördüğü yapmacık gülüşlerin hiyerarşisini elinin tersiyle ittiği kadar devrimci,gerçeğin marjinalinde kaybolacak kadar tekinsiz, en kuytu derinliklerde beliriveren bir ışık huzmesinin varlığı kadar umutlu atmosferlerin anıdır 'Naylon Torba Büyüsü'.

Ece Temelkuran, 'Vesikalı Yarim' deki  manav ile  konsomatris'in bir ev tutup konserveleri rafa dizmeleri kadar inadına bir şeyin olamıyacağını söylediği gibi,o konservelerin dünyasında bütün kuralların,bütün imkansızlığına rağmen bir başkaldırı dediği gibi birşey hayatımızda 'Naylon Torba Büyüsü'.Sinema benim hayatımda böyle bir duygunun tekabülü,karmaşık duyguların netliğe kavuştuğu anların fotoğraflarına bakmak gibi bir hissiyatın tezahürü.

Belkide Bertolth Brencht'in Yıkanmak İstemeyen Çocuklarına kulak vermek gerekir.'Evvel zaman içinde bir çocuk vardı/Yıkanmayı sevmeyen/Bir pundura getirip yıkadılar mı/Yüzünü külle sıvayan/Kayzer geldi ziyarete/Aldırmayıp yedi kat merdivene/Anası bir havlu arandı/Oğlanın yüzünü gözünü silmeye/Bir paçavra bile bulamadı/Boşa gitti ziyaret/Kayzer savuştu çabuk/Ne bekliyodu ki çocuk?

Yıkanmak İstemeyen Çocuklar'ın 'Naylon Torba Büyüsü' nü hep diri tutmak umuduyla..
                                                                                                                
 andacyazli@hotmail.com

19 Aralık 2010 Pazar

Anarşik Altyazı!

Tahmini Perşembeye kadar yazamayacağım blogumda haftanın tembeli pazarın tabularını yıkarak ani bir karar son bir hamleyle bu yazının başına oturdum.Takip listemi genişletmek,blog arşivime yeni izleyici rehberleri eklemek amacıyla gezindiğim blog dünyasında, yıllardır istisnasız ayın ilk günü tabir-i caizse yüzümü yıkamadan koşup aldığım 'Altyazı' sinema dergisinin ana blog sayfasını keşfettim (http://altyazisinemadergisi.blogspot.com/) ve eklememle başlayan tembel pazar gününün naif mutluluğuyla yazıma oturdum.Geçen aydı, Altyazı derigisinin 100.sayısına özel olarak tasarladığı 'Filmlerle Yaşayanlar' özel ekinin (bu yazıda ve sonrakilerde ayrıntılarıyla ele alacağım) altokur-altyazar bölümünde Sinan Yusufoğlu'na ait bir yazı dikkatimi çekti.Yazıda Yusufoğlu_kendiside ara dönemlerde altyazıda yazılar kaleme almıştır_ askerlik yaptığı yerde 'hiyerarşi' nin ruhu kuşatan dünyasında 'referans alemi' Altyazı dergisini  istemekle başına gelen traji-komik anların hikayesini konu almıştı.Vesayetin zihni dünyasında masumane bir 'sinema' dünyasına sığınma isteği bile 'vatan haini','bölücülük','anarşik' gibi sıfatlarla engellenen bir dünyada varolabilmenin  sinematografik anlarıydı Yusufoğlu'nun yaşadıkları.

Herneyse biz Yusufoğlu'nun hikayesine dönelim rutin itaat günlerinin yalnız kahramanı,altyazı dergisini beklediği günlerde birgün malum komutan tarafından çağrılmasıyla başlıyor bütün olaylar.O anı Yusufoğlu şu sözlerle anlatıyor.'Derginin gelmesini beklediğim o günlerde,bir askerin 'komutan seni çağırıyor' demesi bende heyecan ve korku karışımı bir his yarattı ilkin.Komutan'ın beni çağırması çok olağan bir durum değildi.Neyse ki kaçacak bir yer yoktu ve kaçsam da en çok 300 metre kaçabilir,300 metreden sonra atlayacağım duvarın arkasındaki lağım çukurunda,ömrümü askerlik kadar kötü bir ortamda geçirirdim.Aynada kendime baktım,askeri kıyafetlerime çekidüzen verip,içeri gireceğim an komutana vereceğim kafa selamının provasını yaptım ve endişeyle kapıdan içeri girdim.Girmemle heyecanımın korkuya dönüşmesinin bir olduğunu hatırlıyorum.Komutan'ın koca parmakları arasında benim günlerdir beklediğim Altyazı duruyordu...'  Gerisini 'vatan-millet-sakarya' ittifakına bağlı boğaz yırtılmalarıyla ilerleyen 'sinema asimilasyonu' diyebileceğimiz korkulu anlar.Herhalde bir Altyazı okurunun başına gelebilecek en kötü şeydir koca parmaklı bir komutan'ın masasında  hesabı sorulmayan bir derginin varlığı.Yusufoğlu, Penolope Cruz'un olduğu kapağı görüce hernekadar bir geçici rahatlama hissiyatına erişmiş olsada,komutan'ın esas derdi (tabiki engin sinema birikimiyle!)  Penolope-Almadovar işbirliğinin feminist haykırışlarıyla değil,kapağında yazan 'Diyarbakır Kürt Sinema Konferansı' başlıklı yazıyla.Yusufoğlunun'da belirttiği gibi komutan dört kelime içinde en az ilgilendiği kelime 'sinema' olsa gerek.Diyarbakır! Kürt' bak sen! birde utanmadan konferans...Ne hakla!

Komutan'ın faşizan serzenişlerinin yumuşak 'sinema asimilasyonu' na dönüşen 'Bir daha görmiyim böyle şeyler' ile kazasız-belasız biten bir günde geriye kalan çöpe atılmış bir Altyazı dergisi ve otoritenin sağlam temellerini yıkmaya yeminli bir adamın haletiruhiyesi kalıyor.Yazının başına dönersek konu çok uzadı (güya kısaca değinip özel sayıyla ilgili birşeyler yazacaktım) ama Altyazı'nın özel sayısıyla bu traji-komik olayı öğrenmiş oldum ve bu konuya değinmem ayrıca iyi oldu sanki..

'Filmlerle Yaşayanlar:Düşünceler,Hayaller,Anılar' sloganıyla ortya çıkan özel sayının,sadece 100.sayıyı hitaben gerçekleştirilmiş kişisel tarihin izleri değil,aynı zamanda birçok yazar,yönetmen,müzisyen'in hayatında sinemanın yeri ve önemini hatırlatan imgelerin,hayallerin,anıarın kısaca benim tabirimle referansların dünyası.Reha Erdem,Semih Kaplanoğlu,Adalet Ağaoğlu,Kutluğ Ataman,Yekta Kopan,Selim İleri,Murathan Mungan,Nuri Bilge Ceylan ilk aklıma gelenler arasında.Sinema dünyasında çok önemli yere sahip bu isimlerin özel sayı için kalema aldıkları yazıların ve gönderdikleri resimlerin ayrıntılarını elimden geldiği sürece sizlerle paylaşmaya çaışacağım.Hatta her bir isim için (hepsi olmasada) ayrı bir yazı konusu oluşturabilir örneğin Ece Temelkuran'ın 'Sinemada Naylon Torba Büyüsü' yazısını sizlerle paylaşabilirim.Perşembeye artık diyelim...

andacyazli@yahoo.com


18 Aralık 2010 Cumartesi

Referanslar Alemine Hoşgeldiniz

Bir önceki yazım 'Referanslar Alemi'nde içsel dünyanın tahakküm dayatmalarına karşı,dışsal dünyanın özgürleştirici referans dünyasının sinemasal boyutuna dikkat çekmiş daha doğrusu blog literatürü diye tabir ettiğim 'Şeylerin Boktanlığı' isminin_ zorunlu olmasada_ sanal-felsefi açılımının derinliklerinde dolaşmıştım.Dışsal dünyanın sınırlarını hernekadar sinemayla çizmiş olsamda aslında (yazıda da belirttiğim üzere) entellektüel ilgi alanlarının yönlendirdiği tür çeşitliliği içinde geniş yelpazede referans dünyasının sınırlarını belirlemek münkündür.Nasık ki bu blogda yazım dünyamın sınırlarını kırmızı kalemle çizemiyorsam,referanslar aleminin 'Miyazaki' hayal evreninide çizmek münkün değildir ama bütünden parçaya odalanmak pekala münkün olabilir.Bu bağlamda bütünsel referans aleminin (sinema,edebiyat vs) parçalarından birinin_söz konusu sinema_ özerk bütünsel alanınıda parçalara ayırarak genişletmeye çalışmak, bir sinema dünyası yaratmak ve özgürlüğün sanal evreninde yaylanarak dolaşmaktır amacım.

Böylece yazın dünyamın ve genel olarakta düşünsel dünyamın pekiştirici bir açıklamasıydı yukarıda yazdklarım.Belkide buzdan hayallerin ürkütücü soğuğunda, nefeslerin ısıttığı bir aşkın sıcak sarılışların hissiyatıydı,.dondurucu karların arasında soluğu kesilmiş bir gezginin, düştüğü karların aldatıcı ve ölümcül sıcaklığına aldanmadan kalkıp yürüyebilmesiydi. Belkide saçmalayan bir hayal dünyasının tuzu kuru liberal söz ağızlarıydı tüm bunlar.Adı  referanslar alemi, Şeylerin Boktanlığı, zavallılığın panoromasının süslü dokunuşlarıydı Kim bilir?

Artık bildiğim tek birşey varsa adını 'Şeylerin Boktanlığı' koyduğum özgür dünyamın kapılarını hem kendime hem sizlere sonuna kadar açmak olacak. Farklı hayallerin,dokunuşların,yüzleşmelerin,itirafların,başkaldırışların sanal evrenini yaratmak olacak.Kim bilir belki referans aleminin yeni referanslarını yaratmak ve başka evrenlere kanat açmak..

andacyazli@yahoo.com

17 Aralık 2010 Cuma

Referanslar Alemi

Randy nam-ı değer 'Koç' Robinson,çok iyi bildiği ringlerden gerçek sahneye yani hayata çıktığında, kesilen etlerinin gerçek acılarını hepimize şu sözlerle hissettirir.'Benim canımı acıtan herşey bu ringin dışında'.Sanki söylenen söz salt bir melonkoli 'söz' havasından çıkıp,hayati (insani) düsturlara dayanan acı ve tutunamamanın felsefi sinemasal yolculuğunun manası olur.Ve ya Kierostami başyapıtı 'Taste of Cherry''deki ölümün safça yolculuğunda bir tür ölüm tanıklığı ve yoldaşı arayan bir adamın,hayatına son vermek istemesini belirttiği 'İnsan bazen çaresiz kalır,bazen tutunacak hiçbir dalı kalmaz,heryolu denemiştir ama yapamamıştır ve ölmek istiyordur' sözlerinin  sofistikleştirdiği sinemasal haz anları, gerçeğin izdüşümlerini sağladığı yeni bir hayatın persektifler bütünü ve kavrayışların ana odağı,diğer bir deyişle referans dünyası oluverir.Bu referans, hayatın çıkmaz sokaklara girdiği 'anlamlandıramama' halinde bile kendini dış dünyanın sığınma ve varolma araçlarıyla entellektüel birikim temelinde tedeavi edici ve bağlayıcı pratikler geliştirir.İşte sinema bunlardan birisidir,edebiyat bir diğeri müzik,resim vs kişisel önceliklere göre yer değiştirebilir.

Kişinin kendini anlamlandırma,varetme biçimleri içinde bulunduğu yaşam koşulları ve pratikleri ışığında,sahip olduğu entellektüel donanımların dışavurumu olarak yansıyan bir özgürleşme süreci; söz konusu referansların günlük yaşam alanlarına  nüfuz ettirme çabalarıyla münkün olacaktır.'Koç' Robinson'un filmdeki  dışşal dünyadan içsel dünyaya sirayetle anlamlı olabileck sözü,aynı zamanda enteelektüel donanımın gelişkinliği ilede 'haz' ve 'kalıcı etki' durumlarını daha belirgin kılacaktır..Biraz somutlaştıracak olursak bu söz ışığında hayatın her alanında yalnızlığın,itilmişliğn,tutunamamanın gölgesinde 'varolma' mücadelesi veren kahramanların yaşamlarına tanık olma,duygu patlamalarını,beklentileri ve hayalleri birlikte yaşama ve bir nevi özdeşleşme (film kahramanları idealize eden bir özdeşleştirmeden bahsetmiyorum) anı yani 'Acı çeken bir et yığınından başka birşey değilim' sözüyle eşgüdümlü 'ezilen' lerle özgürleşme yolculuğu anlatmak istediğim.

İçsel dünyanın,günlük ritüellerin baş döndüren hızlı değişimlerin yarattığı kayıtsızlık halinin her şeklinde ortaya çıkan tahakkümler dünyasından kurtulmanın belkide başat enteelektüel tavrıdır bütün bunlar.Belki bir içe kapanma hali,belki varolamamanın varolabilme çabaları,belkide boş bir ütopyalar aleminin şizofrenik reaksiyonları.Otoritenin ezici gücü kaşısında başkaldıramamanın küçük burjuva aydın kibirleriyle yoğrulmuş suçluluk metaforları belkide.Ama ne olursa olsun sinema dünyasının daha geniş yelpazeyle sanat dünyasının özgürleşme gücü karşısında kayıtsız kalamıyacak bir bireyin diyalektik gelişimidir bütün bunlar.Referansların dünyasında tutunamayanların,ezilenlerin,ötekileştirenlerin,yalnızların,marjinallerin,iletişim kuramayanların dünyasıdır

Bütün bunlar,  Robinson'un yaşamında (The Wrestler,2008),Mertkan'ın babasıyla (Çoğunluk,2010), O'Horten'in hayllerinde (O'Horten,2009),Jacobo'nun ve Marta'nın beklentilerinde (Whisky,2005 önceki yazımda bu filmle ilgili ayrıntılı bilgi bulabilirsiniz) ortaya çıkan  geniş yelpazede tanık olma ve karakterlerin temsil ettiği yaşamlarla birlikte özgürleşme ve varolma mücadesinin adıdır.Ben tüm bu adlandırmayı sanal literatür bağlamında 'Şeylerin Boktanlığı' olarak adlandırıyorum.Sinema hassasiyetinden türettiğim isim zaten bir Belçika yapımı olan 'The Misfortunates' filminin Türkçe adı.Sanatın şehvet gücünün bende hayati anlam dünyası yaratan referansların, diğer deyişle 'Şeylerin Boktanlığı'nın cazibe dünyası.

andacyazli@yahoo.com

14 Aralık 2010 Salı

Baz Ve Kevok

Baz ve Kevok'n hikayesi,tüm aydınlık ve karanlığın sonsuz çelişkilerinin doğurduğu yerde başlayan ölüm yolcularının hikayesi.Baz'ın saldırgan doğasının verdiği vahşi zerafetin içinde gizlenmiş acılar tarihinin geçmiş tanıklığı.Kevok'un doğduğu çöl sürgünlerinden dağların sınır tanımaz enginliğine kanat çırpan mücadeleler tarihinin yılgın savaşcısı.Mehmed Uzun'un yakın zamanda okuduğum 'Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık' romanıyla ilintili üç-beş satırı kendimce yazmanın erdemine yaslanmak istedim bugün.Hayatın sürgüne heba edilmiş tüm yaşamların,karanlığın lal dilinden hayatı kutsayıcı münferit haykırışların birleştirdiği yaşamların tümü olan Kevok ve Baz'ın hikayesini.

Mağaralarda, geçici sürgün hallerin inancıyla yaşayan bir grup insanın karanlık sonunun acı tarihin içine gömülmesiyle doğan Baz için hayat sadece düşman,pusu,tuzak,kural,nizam ve ölümden ibarettir.Geçmişin sisli perdelerin örttüğü acılı tarihin yeni acıları yaşattığı ölüm makinesinin simgesidir Baz.Onun girdiği hiçbiryerden aydınlığın izlerine ulaşmak mümkün değildir.Zifiri karalığın korkunç sessizliğiyle harmanlanmış kan tarlalarının sessiz ama ölümcül bekçisidir.Esir alınmış karanlığın içinden yükselen aydınlık seslerinin takipçisi ve yokedicisidir.Onun geçmişinin belirsizliği kadar, hayatıda belirsizlikler deryasıdırKendini Şehvetin pınarlarına bıraktığı  o zevkler gecesinin gizli kahramanı Marder, Baz'ın hayatta tek sığınağıdır belkide.

Çöl sürgünlerinin,ağıtlarla sonsuzlaşan yaşamın barış çığlığı olarak doğan Kevok,aynı zamanda kader ortaklığının yani aydınlıkla karanlığın birbirinden habersiz tekin buluşamaların atmosferidir.Sürgün doğurmuştur Kevok'u ve o sürgün, hayatının sonuna kadar onu bırakmıyacaktır.Ta ki aydınlığın aşkla örülen savaşında esir düşüp ölene kadar.Onu hayata bağlayan özgürlüğün sessiz ağlamalarla parngalara dönüşebilen zorunlu tutsaklarının sessiz çığlığıdır.Ve o sessiz çığlık, karanlıkla aydınlığın apansız dünyasından doğabilecek bir özgürlüğün çaresiz bekleyişine dönüşmüştür artık.

Kevok ve Baz'ın buluşması çaresiz beleyişlerin savaşa dönüştüğü özgürlüğün ölüme giden yolculuğunun buluşmasıdır.Karanlıkla aydınlığın sonsuz mücadelesinin aydınlık tarafında iki savaşçılarıdır artık.Aşklarını ve özgürlüklerini esir alan düşmanlığın,faşizmin karanlığına karşı edinilen mücadeler tarihinin iki yorgun savaşçılarıdır sadece.Biri ölüm Komutanı,diğeri ise bir gerilladır.Düşmanlıkla sınırları kalın çizgilerle çizilmiş iki farklı insanlardır ilk başlarda ama tüm karanlığın bedenleri esir aldığı yerde mücadelenin tarihinide yine aşklarıyla birlikte vereceklerdir.

Şiddetle varolan tüm coğrafyalarda düşman vazifetlerini yerine getirecek iki ezeli düşmanın, iki yaralı kurbana dönüşebilecek tüm insanlık ve özgürlük mücadelerinin bize Baz Ve Kevok'u hatırlatması dileğiyle...

andacyazli@yahoo.com

12 Aralık 2010 Pazar

Whisky

Uruguay'da fotoğraf çektirilirken 'Viki' denilirmiş.Büyük salonlarda baş çerçevede aileninin zorunlu diploması olarak gülümseyen üyelerin fotoğrafları için.Amacın evrenselliği kadar,yöntemin yerelliği de dikkat çekici tabi.Mesela bizim ülkemizde bazı yerlerde 'patates'' denilirmiş.Evliliğin değişmez zorunluluğu sanırım gülümseyen aile fotoğraflarının büyük duvarlarda mutluluk tahsili görevi görmesi.Her aileye lazım tabi! düşünebiliyormusunuz somurtan aile üyelerinden oluşan aile fotoğraflarını ya da kent merkezlerinin dışında yükselen 'karantina' sitelerinin reklamlarında sıcacık gülümseyen temiz aile üyelerinin mutsuz bakışlarını.

Ben düşünemiyorum çünkü evililk bahçesinin önü ve arkası bizim için (hiç olmazsa benim için!) 'viki li ve ya patatesli' gülümsemelerin bahçesidirde o yüzden.Arkası çoğu zaman mağdur aile üyesinin (genelde kadının) dünyasıdır.O dünyanın duygu girdilerini,çaresizlikleri,umut ve beklentileri 'viki li yada patatesli' fotoardan yorumlamayı tercih ederiz.Belki de içimizde gizli kalan şuçluluk duygusunun örtülü kandırmasıdır bu fotoğraflar.

Merak edilmesin bu yazımda kadın hakları vs nostajilerine girmiycem.Elime bilgisayarı alıp sabah ne yazacağımı düşünürken,gözüm birden karşımda duran ve unutulmuşluğa yüz tutmuş Uruguay filmi 'Whisky' e takıldı.Filmle ilgili kısa bir hafıza yoklamasından  ve biraz web taramasından sonra oturup yazmaya karar verdim.Uruguay'da eski püskü bir çorap fabrikasından başka hiçbirşeyi olmayan Jacobo yardımcısı ve sağ kolu Marta ile sorunsuz ve tekdüze bir hayat yaşıyordur.Günlük ihtiyaçları belirtme dışında asla konuşmayan ve gülümsemeyen Jacobo,Brezilyada yaşayan evli ve başarılı kardeşininin ziyaretini öğrenince birdenbire hayatı değişir.Kardeşinin yanında bekar ve mutsuz görünmemek adına yardımcısı Marta'ya kendisinin eşiymiş gibi davranmasını ister.Böylece kardeşinin ziyareti boyunca Marta Jacobo'nın eşi olacaktır.
Whisky
Kardeşin gelmesi; Marta'nın Jacobo'nun evine taşınması,yatak odasında bulunan iki yatağı birleştirmeleri,bekar evinin dağınıklığını ortadan kaldırma ve tabiki mutlu bir aile fotoğrafı çektirmek zorunda kalmaları ile devam eder.Fotoğrafta görülen yüz ifadelerin gerçekliğe uyum sağlaması için fotoğrafcı, ikisinden de çekim anında 'Whisky (Viki)' demelerini ister ve şakaklarında beliren zorunlu gülümseme tomurculukları ile evliliğin ön  bahçesinde açan geçici çiçeklerdir artık.Jacobo'nun kardeşinin gelmesiyle, üçlü ilişkilerin beklentilerinin çok ötesinde kapitalist ahlakın aileyi ön bahçe kulvarlarından arka bahçeye doğru yolculuğa çıkardığı bir 'tutunamayanlar' manzumesine dönüştürür.Marta bir süre sonra fabrikada ve evde Jacobo'un ego ve rekabet dürtüsünün maşası haline gelir.Kardeşinin hayat edinimlerinin hemen hepsini takıntılı bir kıskançlık tepkimesiyle rekabete dönüştürür.Kardeşi (Herman) işinde başarılı,irtibat gören,iyi kazançlı ve mutlu bir evliliğe sahip bir adamdır.Aslında Jacobo ile Herman'ın gerçek kardeş ilişkileri yoktur aradan geçen yıllar içinde de birbirlerine yabancılaşan iki insan haline gelmişlerdir.İkisini biraraya getiren şey ise bir maneviyattır yani,annelerinin ölüm yıldönümüdür.

Jacobo'nun türlü kıskançlıkları ve vahşi rekabet hırsı ile Herman'ında neşeli ve sempatik tavrının arasında sıkışıp kalan Marta ise,başlangıçta bu geçici evilikten medet uman,yalnızlığının ve mutsuzlğunun yegane çözümü olarak gördüğü Jacobo'nun gerçek yüzüyle karşılaştıktan sonra ilişkiler ağını değitiren bir özne haline gelecektir.Bu değişen lişkiler ağında Marta Hermoni ile yakınlaşacak ve bu yakınlaşmadan Marta kendine bir çıkışsızlığın içinde bir umut olarak çıkış arayacaktır.Bununla bağlantılı olarak Marta'nın bir gece yarısı Herman'ın odasına gidip eline (içinde ne yazdığını asla öğrenemiyeceğimiz) kağıdı tutuşturduğunda onun içinde bulunduğu (arka bahçe aile üyesi ya da kapitalist normların dışında bırakılmış tutunamayanların hikayesinin 'viki' li üyesi) durumunu çok iyi özetleyen bir sahne niteliğindedir.

Zorunluklaın meydana getirdiği yaşamlar silsilesinde rakabet dışı kalanların,yani tutnamayanların hikayesi Whisky.Kapitalist ahlakın göz boyama gülümseme ile idealize ettiği eviilğin ön bahçelerinin arka bahçelerine dönüşen vahşi ilşkileri.Ve herşeyin küçük bir çorap fabrikasında dönen çark kadar tekdüze yaşam silsilesi.Sisli perdenin aralandığı yerde çıplklığıyla baş başa bırakılan binlerce Marta'nın,Jacobo'nun ve Herman'ın hikayesi.

andacyazli@yahoo.com


11 Aralık 2010 Cumartesi

Yalnızlar Ülkesi

Gecenin bilmem kaçında horultuların,buzdolabının titrek sesinin ve sinir bozucu yazdan kalma uyuşuk sineğin vızıltısıyla,her erkeğin içinde gizlenmiş seksi kadın ulaşılmazlığının getirisi kadın düşmanlığının gündelik hayatta bastırılışının açığa çıktığı gece porno yolculuklarıyla süregiden gecede hatırladığım,yalnızlar şehrinin yalnız kadını ey sen! Nerden bilecektim çilli yüzündeki ak gülümsemeyle bana doğru yürürken söyleyemeyeceğim sözcükleri kafamda defalarca kurguluyacağımı.Karşılaşmadan hemen önce belirmemişmiydi şehvetin esir alındığı üç katlı pembemsi duvarların arkasındaki loş odalarda yalancı inlemelere boyun eğen adamın ikiyüzlülüğü.Halbuki bir anlamı olmalıydı kadın etinin şehvetinden gerçek kadın yüzüne dönen iki gözün anlamsız ve heyecanlı bakışları. Ama nasıl anlıyabilirdin ki?

Sahicimiydi gerçekten çilli yüzünde gizemli ve yalvaran bakışların,yalnızlık şehrindeki kibirli haykırışlarına.Yoksa sadece erkekliğin diline sarılmaya ramak kalmış, yalancı inlemelerin gecesinden gururla bahsedecek 'erkek' in fırsatçı sezgilerimiydi? İnan bu sorunun cevabını bulamadım ve bulamıyacağımda.

Yalnızlar ülkesinde dillerin yok olduğu,kan dolaşımnın bakışlarla hızlandığı o bilinmez hayal gecesinde biranın dökülen ellerime vermiş olduğu ıslanmanın huzursuzluğuyla,sadece ellerini tutmak ve çaresizce karşında ağlamak istedim.Sadece cevabını bulamadığım şehvet yolculuklarının aşağılık erkek diline hapsolmuş çaresizliğime ağlamak istedim.Belki bir umuttun belki nedensizce sonbahar akşamında iskleye yürüdüğüm azgın dalgalardın ya da ulaşamıyacağım porno yıldızlarından, tek gerçek o gün o anda ağlamak istediğim bir bilinmezdin benim için.

O kadar çaresizdimki aynı babamın hayata tutunmaya çalıştığı o kriz anında elini geçmişin küskünlüklerine uzattığı an gibi,öğretmenimden namaz dersinde yediğim bir tokat gibi,umut bağlanan sevgili adayından asla gelmiyecek mesajı beklmek gibi o kadar çaresizdim ki.Sadece yalnızlar ülkesinde bilinmezliğin kucağında birkaç damla gözyaşı dökmekti,belkide gözyalarımı paylaşmak kelimelerin anlamını yitirdiği anda.

Şuanda yalnızlar ülkesinde başka yalnızlıkların paylaşılmak istendiği gözyaşlarından çok uzaktayım.Burjuva yatağımın sıcak,huzurlu yorganını üstüme çekerek antidepresan ritüellere sarılmış haldeyim.Seni düşünüyorum ansızın karşılaşmamızdan sonra asla haber alamadığım seni çilli kızı..

Merhaba..

andacyazli@yahoo.com