19 Mart 2012 Pazartesi

Yitik Zaman Arayışları: Kronos, Kairos ve Roman

Roman sanatı belki de Cervantes'in Don Quijote'undan bu yana biçim ve tür incelemelerini kendinde topladığı en geniş alanlardan biriydi dersek doğrusu çok yanılmayız. Burada kuşkusuz Cervantes'in asırlar sonrasının yazarlarını bile dolaysız biçimde etkileyecek güçde bir eseri yaratmış olmasının payı oldukça büyük. İlk roman denilen türün Cervantes'le başladığı ve tüm rönesans yazınına bir tür meydan okuduğunu genel hatlarıyla iddia etsek bile, yinede Don Quijote öncesi ve sonrasının tam anlaşılması adına daha çok bilgi mazemesine ihitiyacımız var. Bunun için ilk saptamamız gereken nokta romanın bütünselliğe erişmeden önce neleri bünyesinde barındırdığı meselesi. Türler roman öncesinde de vardı, hemde belirgin düzeyde. Tragedya, romans, epik, soneler gibi türler roman öncesi yazılı geleneğin temsilcileriydiler. Fakat romanla birlikte ortadan kaybolmadılar. Tam tersine çeşitli katmanlarıyla romanın karakteristik gelişimine paralel düzlemde öyle ya da böyle varoldular. Bazen herhangi bir türün roman dilinde sorunsallaşması söz konusuyken, hicv yoluyla parodileşmesi ya da yeni anlatı tekniklerine geniş alan açabilecek şekliyle metaforlaşması da mümkün olabildi. Örneğin Don Quijote'da Jale Parla'nın altını çizdiği gibi ”türlerin melezleşmesi” olgusunu bu minvalde gözlemleyebiliriz. Türler Don Quijote'de iki şekilde dikkat çeker: ilki hiçbir tür kendi otoritesini anlatıda hakim kılamamamıştır. İkincisi ise türlerin hitap ettiği, genellikle roman öncesi anlatılarda saray erbabının gündelik diline uygun ”yüksek” kültürün halk diliyle hicvedilmesidir. Bu iki gelişmeyi roman sanatının geleneksel yazın türleriye hesaplaşması olarak da düşünebiliriz. Ama daha da ötesinde romanın tamamlanmamış/eksik bırakılmış bir anlamda gücünü ”parçalanmışlık”dan alan bir yanının bulunduğunu da söyleyebiliriz. Şimdi biraz daha açalım.

Murat Belge roman türünü yaratan toplumsal sınıfın ”dünyaya bireyciliği ilk yayan burjuva sınıfı” olduğunu ileri sürer. Öznellicilik, bireysel yaşam/deneyimler, yine bireyin içsel ve dışşsal edinimleri roman türünde olmazsa olmaz malzemelerdir. Bunun felsefi altyapısı, ünlü burjuva düşünür Bacon'un ”tümevarım” ideasıdır. Özünde bireyin öznel koşullarını en üst mertebede tutulması gerektiğini salık veren bu ilke, roman türünün tarihsel gelişim koşullarına birebir yansıyan boyutunu göstermesi açısından da önemlidir. Kişisellik ve zaman/mekan bileşkelerinin, yine kişisel olanda vuku bulması roman sanatını ”bütünselliğe” yani, yeni bir tür olarak kimlikleşmesine katkı sağlamıştır. Böylece kişi kavramı eski yazın türlerinde (örmeğin epikde) tekilliği değil mitolojik olana tekabül etmesi romanla birlikte değişmiştir.Aynı şekilde zaman ve mekan kavramları da, romanda bireyin yaşam-karar ve eylemlerine bağlı olduğu ölçüde varolabilmişlerdir. Tüm bunlar aslında romanın parçalanmışlıktan doğan burjuva bireyini özneleştirmiş bir tür olarak tanımlanmasını sağlamaktadır. Don Quijote'ye geri dönersek, şövalye kitaplarının kurmaca dünyasını ”gerçek” dünyanın asli ögeleri kılmaya çalışan bir kahramanın en hafif deyimiyle ”budala” lığa soyunuyor olmasının edebiyatta ki karşılığı roman sanatının temellerinin atılmasıdır bir anlamda. Çünkü Cervantes romanın ortaya çıkışıyla birlikte geleneksel yazın tür ve biçimlerinin gerçeğe uymadığı, tıpkı Don Quijote gibi hayal dünyasının kurmaca diliyle konuştuğu, konuştuğu ölçüde de ”budalalaşan” türler yumağı olarak varolacağı gerçeğinin altını çizmek istemesidir adeta. Bu tipik anlamda eskiye karşı yeninin kutsanması olarak bir dayatmacalığa bürünmez. Tam aksine Don Quijote'ki ”idealizm” in Sanco Panza'daki ”gerçeklik”le çatışmasından doğan tür başkalışımının parodileştirmesidir. Diğer bir deyişle parodileşmeyi bir başkaldırma, yeni anlatı dünyalarına ufuk açma, yabancılaştırma, okur-yazar diyalojisini besleme şeklinde yeniliklere kapı aralamasıdır.

Modern edebiyatın tüm bu tarihsel süreçlerine ilaven ama o süreçlerden bağımsız da düşünülmeyecek paradoksal iki kavramdan söz etmek istiyorum. Bir ölçüde roman ve roman öncesinin tüm özelliklerini bünyelerinde barındıran kavramlar bunlar. Jale Parla'nın eşssiz çalışması ”Don Quijote'den Bugüne Roman” da bahsettiği kronos ve kairos'un açılımları romanda zaman ve mekan ilişkilerini tüm çıplaklığıyla açığa vuruyor. Parla'nın Frank Kermode'nin The Sense of an Ending (Sonun Anlamı) kitabından devraldığı kronosu şöyle tanımlar: ” Kronosda söz konusu olan, başı, sonu ve ereği olan bir zaman ya da tarihtir. Baş, elebette yaratılış (evrenin, dünyanın, insanın yaratılışı), son ise kıyamettir. Aradaki herşey bu sona götüren sürecin gizil anlamıyla belirlenmiştir. Başka bir deyişle, yaşanılan zamanın anlamı başta ve sonda gizlidir. Bu mitik bir zamanın anlayışıdır ve insanlar bu mitik zaman kavramını saatin tiktaklarıyla dünyevileştirmişlerdir...” 

Elbette modern edebiyatı mitik zamana karşı ”parçalanmış” zaman arayışlarının getirisi olarak da tarif edebiliriz. Yazının girişinde de bahsettiğim üzere, roman nasıl ki parçalanmış, öznel ve tikel bireyciliği esas alıyorsa zaman da bu girişimlerden payını alacaktır. Dolayısıyla romanda zaman kavramı başı ve sonu belli, çizgisel ve uyumlu bir yapının sistematiği değil, tam da sapmış olduğu yerden bölünmüşlük ve kriz anlarından nasibini alan bir süreç olarak kendini gösterir. Bu ”sapma” Kairos kavramında bütünleşmektedir. Yine Parla'nın sözlerine dönersek: ” Kairos kriz demektir. Roman kriz anlarında, kesintiler, rastlantılar, olası sonlar, olası gelişmeler, kazalara odaklanır. İnsani ve bireysel krizler çevresinde yoğunlaşan roman anlatısı zaman kavramını epik ve dini anlatıların büyük tarih anlayışından farklılılaştırmakla, anlamlı sonlar üretmek zorunluluğundan kurtulmuştur. Dolayısıyla belirlenmiş ve parçalı, bireyci ve anti-totaliter anlatılardır romanlar...”

Cervantes'in Don Quijote'u parçalanmış metinlerin bir araya gelmesiyle oluşan eserdir. Anlatı sürekli olarak kayıp metinler vesilesiyle kesintiye uğrar. Tam hikayenin sonunu veya önemli diğer ayrıntılarını öğreneceğimiz sırada birdebire hikayenin geri kalan kısmının kaybolduğu aktarılır. Böylece kayıp metinin peşine giden anlatıcı onu bulana kadar başka hikayeler devreye girer. Hikaye birçok kimsenin anlatıcı ve okuyucu rollerinin değişime uğramasıyla karmaşıklaşır. Bir bakarsınız anlatıcı okuyucunun, okuyucu da anlatıcının yerine geçmiştir. Sonra hikayeye farklı şekillerde dahil olan anlatıcı kalabalıklığı aşklarını, acılarını, kaybolmuşlarını vs. okuyucuya anlatır. Hikayeye dışarıdan dahil olan bu yan hikayeler roman öncesi türlerin özelliklerini belli oranlarda karşılamaktadır. Kimi zaman epik kimi zaman lirik türler olayların beklenmedik yerlerinde devreye girer. Cervantes bu tutumuyla ilk olarak hikayesini parçalara ayrıştırarak tür otoriterleşmesini yıkıntıya uğratmıştır. Dolayısıyla hiçbir tür ve anlatı hikayede tek başına temsil edilemez. Bir anda kesilir, parçalara ayrışır ve yerini bir başka türün alanına bırakır. Kronos kavramında ki ”mitik zamanı tiktaklaştırarak dünyevileştirme” ye bir tür başkaldırı olarak okuyabiliriz Don Quijote'yi. Laurence Sterne'nin Tristam Shandy'sinde de benzer parçalanmışlıkları görmekteyiz. Parla'ya göre Tristam Shandy: ”hem kesintilerle anlıklaştırmaların hem de kesintilerle ortaya çıkan kriz anlarının romanıdır...”

Asıl varmak istediğim noktaya nihayet gelebildiğimi düşünüyorum.Şu soruyu sormalıyım: Romanda zaman kurgusunu başı sonu belli, kesintisiz yani, Kronosla temsil edilenin karşısına koyulabileceğimiz Kairosun, bir tür zamanın sıranlığını yadsıyarak gerçek manada bizlere özgürlük yolunu açabilir mi? Bu soruya en kapsamlı cevabın, Joseph Condrad'ın Heart of Darkness (Karanlığın Yüreği) adlı modern klasiğinde yer alan ”benliğin çiftiliği/ikizliği” temasında aramalıyım. Jale Parla'ya göre çiftillil, ya da ikizlik: ”modernistlerin benimsediği bir motiftir çünkü modernist yazarların zaman kullanımlarında bu motif bilinçaltı zamanının, daha doğrusu zamansızlığın yansıtıcısıdır...” Condrad'ın kurgusunda Marlow karakterinin uygar yaşamının daha özelin de gündeliğinin peşini bırakıp Kurtz'un (bu kişiyi insanın en vahşi-acımasız doğasının betimlenmesi olarak da düşünebiliriz) istasyonuna doğru yolculuğa çıkışını izleriz. Bu sıradan bir yolculuk değildir. Modernizmin bastırmış olduğu insanın ”egemenlik arzuları”nın açığa çıkardığı ”dehşet” bir yolculuktur. Marlow, Kongo'nun derin ormanlarında gezinirken yine Parla'nın deyimiyle ”zaman, takvim ya da saat zamanı olmaktan çıkar ve düşsel zamana dönüşür”. Marlow uygarlığın ”tik-tak” larından ilkelliğin olanca gücüyle hortladığı bastırılmış benliğin zamansızlığına yani, düşsel zamana yolculuk etmişitir. Bir anlamda Marlow Kurtz'laşmıştır. Condrad bu eserinde kapitalist uygarlıkların insan benliğini parçalayıp, ikiye bölen, yapay bir gerçeklike üstünü örten/bastıran zaman kavramına karşı çıkıyordu. İnsana egemen olacak güç tutkusundan yakınıyordu. ”Batı uygarlığı bu güç tutkusunun yerine başka hiç birşey koyamamış, yalnızca bu tutkuyu değişik biçimlerde meşrulaştırmış bir uygarlıktır (...) O Kurtz'un gerçeğini keşfederken, ”üzerinden zamanın örtüsü sıyrılmış” bir gerçeğe yolculuk yapmıştır aslında...” Zaman yitik bir zamandır. Condrad ise yitik zamanın arayışcısı, deşicisidir adeta.

Asıl varmak istediğim nokta demiştim sanırım Proust'un ”Kayıp Zamanın İzinde” si bir yerlerden kendini gösteriyor...

andacyazli@yahoo.com

1 Mart 2012 Perşembe

Justine




Giriş kapısının her açılışında dışarıdan gelen kuru soğuk havanın ensemdem vücudumun her zerresine yayılan ürpertsiyle kendime gelir gibi oluyorum.Oturduğum yer her zaman ki sakinliğiyle yarı karanlık, kirli duvarlarıyla tembel adımların gösterişsizliğine alışkın müşteri kalabalığını selamlıyor. Eskimiş koyu tahta masalarıyla zaten küçük olan alanı iyice daraltmış ikili üçlü grupta kimseler ansızın akın etmeye başlıyor.Yüzüm pencere kenarına çevrik beklentisiz yürüyen,bakışlarla konuşan,adımlarla selamlaşan insanları izliyor.Cılız kar serpişlerinin rüzgarla hoyratlaşan savruluşlarından sonra kaldırım kenarlarını isteksiz yalayışları ile sona eren yolculukları her nedense az önce bitirmekte olduğum kitabın satırlarına geri götürüyor beni.Henüz ısrarla saydam,kuvvetsiz ışıklarını esirgemeyen güneşin aydınlattığı bu ikindi kış öğlesinde oradan oraya sürüklenen insanların gölgesinde savunmasız,kavruk bir halde Justine'i düşünüyorum.Lawrence Durrell'in kaleminden okka gibi fırlayan; fırladığı anda ışıldayan,görkemleşen ve tutkularının kabarışında yuvasız kuş gibi sönükleşen bu İskenderiye güzelini anımsarken tıpkı düşen kar tanelerinin hüznüyle beyazlara bürünüyorum.

”O ne de olsa bir İskenderiye'liydi” sözünün Akdeniz'in gizemli,aldatıcı,ölümsüz kent imgesiyle birlikte fısıldandığı, kabına sığmayan özgür bir kadın portresi çiziyor bizlere Durrell.İngiliz edebiyatının altmışlarda yepyeni bir solukla,anlatış ve eyleyiş tarzıyla anılan yazarların belki de tek duayeni bu isim.Freud, Eisntein,Sade gibi kuramcıların cinsellik ve sevgi üzerine çalışmalarını şiirsel yazınının estetik ve bilimsel aracı olarak kullanarak,kendisinin de belirttiği üzere ”çağdaş sevginin irdelenmesi” meselesini her boyutuyla kavrama derdinde.Freud'un kuramlaştırdığı her ilişkinin dört kişiyi ilgilendiren tarafı ile Sade'in sevişmenin hiçbir türlüsünü suç saymayan görüşünün harmanlandığı bu dörtlüde Justine'i farklı açı ve noktalardan tanıma fırsatı yakalıyoruz.Dörtlünün ilk bölümünü oluşturan ”Justine” İrlandalı bir öğretmenin tuttuğu günlükler vasıtasıyla pekişiyor zihnimizde.Bu kişi aynı zamanda Justine'nin sevgilillerinden biri.Evlilik dışı kaçamaklarının kaçınılmaz birlikteliği ile yolları kesişen erkeklerin gerek birbirleriyle gerekse de Justine ile bağını bizlere aktarıyor.


Justine'nin kocası banka milyoneri Nessim,anlatıcının sevgilisi Melissa ve diğer karakterlerin (Balthazar,Clea) her biri Justine'de özel bir anlamın yükünü kucaklıyorlar.Sanki herkesin yüksek perdeden kendi içine haykırdığı,söz dinletemediği,dizginleyemediği soyut bir tükenmişliğin baharını temsil ediyor onlar için Justine.Nessim'in yer yer kıskanç,tedirgin edici çoğu zamanda uysal ve çevik sarkacının bir oraya bir buraya sallanışına tanık olduğumuz her vakit,Justine değişik çehrelere bulanıyor.Melissa'nın sevgilisine sunamadığı,onda yarım kalmışlık duygusunu kamçılayan burukluğu Nessim'de aradığında veya benzer şekilde Nessim'in Melissa'da kenetlenen güçsüz meraklı bakışlarının altında yatan ”tamamlanmamışlık” çizgilerini hayal ettikçe bambaşka Justine imgeleminde gezintiye çıkıyoruz.Nede olsa ”nefret tamamlanmamış bir aşkın kendisinden başka birşey değildir” serzenişleri, Justine'nin apaçık görüntüsünde gittikçe koyulaşan bir gölgenin gelecekteki zahuri karanlığını her bir erkeğin benliğine işleyecek.Sadece erkekler değil Justine'in varlığı ve yokluğunda hayatlarına damlayan kar taneciklerine maruz kalanlar.Kitabın son bölümünde Clea'nın gözüyle tanık olduğumuz başka bir Justine'de çıkmıyor değil.Hem de olanca büyüleyici zerafatını kaybetmiş,yüzünün ve biçimli vücudunun hantallığında yumrulaşmış,bakışlarının sıradanlığında sersemleşmiş bir kadın olarak.

İskenderiye eski heyecanından çok şey yitirmiş; her gün yeniden keşfe çıktığın,kendini yeni baştan gövdelerin mekanında var ettiğin,soluk soluğa şehvetli dansın ortasında ruhunu aşkın o biricik ezgisine emanet ettiğin İskenderiye yok şimdi karşında..Justine'in şehri terk edişi, benliğin anılarında dile gelseydi  bu sözler her bir karakterin ortak yazgısına dönüşür müydü diye düşünmeden edemiyorum.Kar şiddetini artırarak kaldırımlara iri iri düşmeye başlıyor.Ben tüm bunları düşündükçe rüzgarla hiddetlenen karın söz dinlemez hırçınlığına gözlerim dalıyor.Justine gibi olanca endamıyla süzülerek hızlı ve kararlı inen bir kar tanesinin kaldırıma çarparak eriyip yok oluşu karşısında büyüleniyorum.

andacyazli@yahoo.com