22 Kasım 2011 Salı

Torino Atı,Nietzsche ve Oblomov

Bela Tarr'ın son filmi ’Torino Atı’ aynı Trier'in Dogville'nde olduğu gibi siyah bir ekran üzerinde beliren dış ses aracılığıyla açılıyor.Anlatılan hikaye,Friedrich Nietzsche'nin Torino'da sahibi tarafından kırbaçlanan bir atın boynuna sarılarak ağladığı ve olay sonrasında suskunluğunu bozmadan geçirdiği on yılın, ”anne ben ne aptalım” sözüyle sonlandığı bir yaşam kesitine uzanıyor.Hikayeye dış sesin gözüyle ortak olduğumuz bu kesit,146 dakikalık seyrin ana çatısını oluşturuyor.Film,bu noktadan sonra bir baba ve kızın uzak bir dağ kasabasında geçirdiği 6 günü kadrajlıyor.Söz konusu baba,Nietzsche'nin boynuna sarıldığı atın sahibi arabacı.Bir anlamda film,146 dakika boyunca kırbaçlanan o at ve arabacısına ne oldu sorusuyla ilerleyerek,büyük düşünür Nietzsche'nin felsefi dünyasını olabildiğince aralıyor.

Torino Atı’ ile ilgili özellikle dikkat çekmek istediğim iki ufuk açıcı yazı üzerinden ilerlemeyi düşünüyorum.Bunlardan ilki,Yekta Kopan'ın ”Varolmanın Dayanılmaz Ağırlığı” ismiyle kaleme almış olduğu yazı.Özellikle Kopan'ın Ergun Kocabıyık'ın ünlü kitabı ”Dolaylı Hayvan” ile imgeleştirilen hayvan motiflerinin,ruh/beden ve akıl karşılığına tezahür eden boyutları oldukça önem kazanmakta.Kopan'ın kitaptan alıntılar yaparak at imgesini bahse açtığı bölümleri,tarihsel süreçleriyle beraber düşünmek,filmi etraflıca ele almamızı sağlayacaktır.Özbudun kitabında tarihsel referanslarla örüntülediği at imgesini; Kopan'ın belirttiği üzere Mevlana'dan Freud'a kadar geniş bir yelpazede açıklama yoluna gidiyor.Kitapta yer alan beli kısımlardan hareketle at imgesi: ”Beden bir araba,Atman bu arabaların içindeki yolcu gibidir...Ayırt etme yetisine sahip ve zihnini kontrol altına alabilen bir insanın duyuları ise,bir sürücünün terbiyeli atları ile dizginlere itaat eder”. (bknz.Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği,Fil UÇUŞU.blogger.com).

Anlaşıldığı üzere bu alıntı at imgesinin film nedzinde ’ruh’ ile özdeştiğini yere vurgu yapıyor.Akıl,ise bedeni harekete geçirmek ve onu canlandırmak adına ruha(at) işkence ediyor,yani kırbaçlıyor.Yine Kopan'dan alıntıyla söylersek karşımıza şöyle bir denklem çıkmakta: ”At=ruh / Arabacı=akıl / Araba=beden.” Nietzsche'nin ’tinsel’ varoluşu esasında, ’ben’ ve ’benlik’ arasındaki ’akıl’ köprüsünden geçen ve aklın bedenden hareketle ’benlik’i varettiği yerle ilintilidir.”Beden büyük bir akıldır,tek bir duygusu olan bir çoğulluktur,bir savaş ve bir barıştır,bir sürü ve bir çobandır”.Dolayısıyla bedenin aynı zamanda ’savaş ve barış’ disturları olduğunu da anlıyoruz.Bu kavramları birer ’tinsel’ mücadele olarak algılarsak,zihnimizde şu şekil bir soru belirmesi muhtemeldir : Tinsel mücadelede,’büyük bir aklın’ eseri olan bedeni itekleyecek ruhun,azap çektirecek bir akla ihtiyacı var mıdır? Diğer bir deyişle ’akıl’ yok olmaya mahkum mudur? Filme tekrar geri dönersek; baba/kızın 6 gün boyunca fırtınalı dağ evinde kapana sıkışmışlığını,’akıl’ı yok oluşa sürükleyen bir imge,bir ruhsal kopuş (at'dan kopuş) olarak adlandırabilir miyiz?

Bu sorulara dayanak oluşturan mekan ve makan dışı bileşkelerini öne çıkarmamız gerekiyor.Baba ve kızın ağır fırtınanın ortasında bir nevi yaşam mücadelesine dönüşen,içinde temel gereksinimlerin (yemek,ışık,su) varlığı ile sığınağı teşkil eden ’ev’,yani mekan...Mekan dışı ise söz konusu atmosferin ötesinde bambaşka zorlukların yaşandığı,gotik ve karanlık bir evren.Bu evrenin,yaşlı baba ve kızı palinke almak için ziyarete gelen adamda gizli olduğunu görüyoruz.Filmin neredeyse en yoğun diyalok kısmını oluşturan bu sahne,ziyaretçinin tükenmekte olan bir mekan-dışının kaotik yanına dikkat çekerek aklı (yani babayı) bir tercihte bulunması gerektiği üzerine uyarıyor.Aklın ise bedensel devinimini gerçekleştirecek ruha ihtiyacı var.Peki ruh (at) gerçekten bedeni istiyor mu? Daha doğrusu,ruh bütün istemsizliğiyle aklı ikna edebilcek bir kuvvet uygulayabilir mi bedene? (Atın yemek yememesi,su içmemesi ve yerinden kıpırdamaması).

Akıl,son bir kez harekete geçiyor.Akıl bir kez ve son kez fırtınayla savaşmalı ve rüzgarın tehtitkar doğasını yenmeli,mekanın dışında var olmalı...Öyleyse akılla bedenin arasında bir köprü görevi gören ruh ikna edilmeli.Peki,ruh ikna edilmek istiyor mu? Ruh,aklın boyundurluğundan kurtulup ya çoktan öldüyse? (Nietzsche'nin ölümü).Gerçekten savaşmak istiyor mu? Hasbelkader, baba ve kızın dağ evinden kurtulmak ve uzaklara yolculuk için attıkları adım havada kalıyor ve bir kez daha mekan çekici kuvvet haline geliyor.Akıl,acı çeken ruhunu bu bedende taşıyamıyor.Kopan'ın yazısında belirttiği durum gibi: ”Aklın,o hasta bedeni sürüklemesi için ruhuna işkence ettiği bir dönem”i yaşıyor baba(akıl).

İkinci bahsetmek istediğim yazı,Şenay Aydermir'in Altyazı dergisinde kaleme aldığı ”Peki ya o at Oblomov'sa yazısı. Ivan Gonçarov'un tüm zamanların en önemli klasiği haline gelmiş ’Oblomov’u,bu filmin merkezine koyan kanıt, kuşkusuz yukarıda sözünü ettiğim mekan/mekan-dışısal olgusu.Oblomov,değişen bir dünyanın değişime ayak uydurmayan/uyduramayan bir karakter.Karmaşanın,koşuşturmanın gölgesinde eskiyi yadeden ve yeni olan her duruma kayıtsız direnç göstren bir soylu.Bu durum,Oblomov'un karşısına çıkan en yakın arkadaşı Ştolts vasıtasıyla somutlaşıyor.Ştolt ise tam anlamıyla Oblomov'un tam tersi bir kişilik.Temsil ettiği herşey,yeni dünyanın olanakları,değişimin getirdiği heyecan ile ilnitili.Oblomov-Ştolts ilişkisi bir anlamda mekan-mekan-dışı ilişkisine benziyor.Karikatürize edecek olursak eğer,Oblomov mekanı,Ştolts mekan dışını simgeliyor.

Oblomov ve Ştolts'un ’Torino Atı'na yansıyan boyutunu anlamlandırmak için iki soruya ihtiyacımız var.Mekan ve mekan dışlılığı çelişen ve çatışan iki zıt uç nokta olarak görmemizi sağlayacak Gonçarov'cu bakış mı? yoksa, her iki kutbunda aslında ’ruh’un ölümünü doğuran varoluşsal bakış mı? Şenay Aydemir konuyla ilişkili şu tespiti yapıyor: ”Gonçarov,Oblomov'da bir dünyanın bitip bambaşka bir dünyanın kapılarının aralandığını anlatıyordu.Nietzsche Torino'da o atın boynuna sarıldığında belki de kendi dünyasının bitişine ağlamıştı.Ama Bela Tarr,bildiğimiz dünyanın hangi yöne eseceği belli olmayan kuru bir rüzgardan başka bir şey getirmediğini,sığınabileceğimiz evlerin ise aynı boğucu rutini tekrarlamaktan başka bir seçenek bırakmadığını anlatıyor.”

Ya da Nietzsche'nin deyişiyle : ”Zerdüşt'ün gözleri bir delikanlının kendisinden kaçındığını görmüştü.Ve bir akşam,”Alaca İnek” denilen şehri çevreleyen dağlarda bir başına gezmeye çıktığında: o da ne,gezinirken bu delikanlıyı bir ağaca yaslanıp oturmuş ve yorgun bakışlarla vadiyi seyrederken görmesin mi? Zerdüşt delikanlının yaslandığı ağacı tuttu ve şunları söyledi:

Bu ağacı ellerimle sallamak isteseydim,gücüm yetmezdi buna.Oysa gözümüzle görmediğimiz rüzgar ona istediği gibi eziyet ediyor,onu eğip büküyor.Görünmez ellerdir bize en kötü eziyetleri çektirenler,bizi eğip bükenler”.

andacyazli@yahoo.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder