28 Haziran 2011 Salı

Ortak Payda(lar)

Birkaç günlük İstanbul gezisinde karşılaştırmalı fikirler kaldıraçında sallanıyordum.Ortak paydanın varettiği mekan ve toplulukların ince çizgisinde yürüyebilmenin zorlukları beni bu yazının başına oturtturdu diyebilirim.Şehir prototipi diyebileceğimiz bir kollektif ürünün bileşen tüm unsurları her bir yerlerde ortak paydayı oluşturuyordu sanki.Neydi herkesi ortak paydada buluşturan düşünceler ve eylemler? Ortak paydayı nesnel gerçekliğe erdiren kıstaslar nerede başlar,nerede biterdi? Ortak paydaları kurumsallaştıran güç, evrensel bir misyona sahip olmasından ötürü mü geliyordu? vb. soruların cevapları biraz da 'modernleşme' serüveninin şehir izdüşümlerini oluşturmaz mıydı? Benim ilk aklıma gelen şey ise,insanların kültürel ve yaşamsal edinimleri spesifik olmadığı ölüçüde anlamlı ve güvenli olmasıydı.Ortak paydayı yekpareleştiren normlarda tam olarak kendini başkalarıyla güvenli hissetmekten ötürü oluşan bir sendrom gibiydi.

Yönetmen Kutluğ Ataman'ın 'Aya Seyahat' belgeseli vasıtasıyla Nihal Bengusu Karaca ile gerçekleştirdiği söyleşiyi izlerken,Ataman'ın 'ortak payda'yı tanımlama biçimi dikkatimi çekmişti.Evrensel geçerliliğe sahip bir 'fast food' olgusu üzerinden insanları tek bir zeminde toplayan ritüellerdi söz konusu tanımlama.Tartışma; sanat ve sanatçı paydasında kavramsallaşırken 'fast food' olgusu çif kutuplu bir çıkarım elde etmemizi sağlıyordu.Şöyle ki,genel-geçer kabul görmüş ve beğeni kriterleri standartlaştırılmış bir yemek kültürü, bir taraftan kitlelere kollektif güven aşılarken,bir taraftan da bu kollektif çabanın dışında oluşan kitleye 'marjinalleşme' tehtidi savuruyordu.Bu çift ama kendi arasında paradoks ikilem 'ortak payda'nın sınırları içerisinde kaldığın ölçüde güvedesin izlenimi yaratıyordu.Bu şekilde oluşan 'marjinal' topluluğun da yine kendi sınırlarında 'ortak payda' yı bulması söz konusu olabilirdi.Yada spesifik buluşma noktaları diğer 'ortak payda'lara karşı bir başkaldırı biçimine dönüşebilirdi.Kutluğ Ataman kendi sanat yaşamını ve tutumlarını anlatırken 'marjinal' bir sanatçı topluluğun oluşturduğu 'ortak paydalar' inşa etmenin kaçınılmaz bir entellektüel tavır olduğundan dem vuruyor ve her şeklide 'ortak payda'ya karşı 'marjinal ortak payda' fikriyatını yeşertmemizi öneriyordu.

İstanbul gezisini özel kılan nokta, bu iki taraflı 'ortak payda' bir arada şaşılacak bir yakınlıkta varolabilmesi.Mekansal boyutta ele aldığımızda görünür olan bu birliktelik,sanki insanların halat-i ruhiyesine de yansımış durumda.Bu düşünceyi kanıtlar nitelikte olduğuna inandığım kültrel ve sanatsal dinamikler, İstanbulun kendini sürekli yenileyen aynı zamanda iki ortak paydayı farklı tezahürlerle oluşturabilen ontolojik yapısndan alıyor.

İstiklal caddesinde umursamaz bir kalabalığın ayak sesleri,Cihangir'in entellektüel ılıklığıyla yudumlanan içkilerin mekanları,Fatih'in açık bir muhafazakarlık portresi,Tarlabaşın'da tekinsiz bir atmosferin sarsıcı deneyimleri 'ortkak payda'ların savrulduğu yelpazeyide keşfetmemizi sağlıyor bir yandan.Modernleşme dediğimiz hızlı ve yakıcı serüveni de biraz bu 'ortak payda' larda aramak gerkemiyor mu?

Burada kritik olan bir diğer soru ise oluşan tüm 'ortak payda' ları uzlaştırma girişiminin ne denli gerçek ve sağlıklı olduğu noktasıdır.Bellli alanlarda bu mümkün olabilir.Fakat uzlaştırma eğilimi de her bir ortak payda normlarını diğer ortak payda dinamiklerine nüfuz ettirme çabası doğurabildiğinden,bir tür otorite çağrışımını beraberinde getirebilir.Öyleyse toplumsal meşrutiyetini oluşturan ortak paydaların,diğer marjinal ortak paydalar üzerinde bir tahakküm kurmadan gerçekleşmesinin yolları aranmalıdır.Böylece modernleşme serüveni İstanbul gibi bir şehirde farklı kültür ve normların gelişmesine katkı sağlayacağı gibi,tekdüze insanlığın da 'tek söz' sahibi olabilmesini engelleyecektir.

andacyazli@yahoo.com

21 Haziran 2011 Salı

Ömrümüzden Bir Sene

Yer İngiltere.Yüzünden acı satırları okunduğu,uykusuzluktan şikayetçi bir yaşlı hastanın doktor odasında oturuşunu izliyoruz.Uyku ilacı dışında bir beklentisi ve amacı olmayan bir yaşlı kadın...Doktor; hal ve hareketlerinden sakin ama hastanın bir pskiloga görünmesini elzem kılan durumunu anlayabilecek kadar endişeli tutumunu, Mike Leig'in son filmi Ömrümüzden Bir Sene'nin (Another Year,2011) açılış sekansı tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.Hasta aynı zamanda doktorun iş arkadaşı olan psikolog Gerri'ye yönlendiriliyor.Bu dakikadan sonra psikolog Gerri'yi, mutsuz ve umutsuz olduğu her halinden belli olan hastanın vasıtasıyla tanımış oluyoruz.Gerri'nin; işinde başarılı,jeolog olan eşi Tom ile sorusunsuz,oğlu ve yakınları ile sıcak ve düzenli yaşamına giriş yapmış oluyoruz böylece.

Dört mevsime ayrılan epizodik yapısıyla 'Ömrümüzden Bir Sene';Gerri ve Tom çiftinin sorunsuz,tekdüze ve huzurlu yaşamlarının bir yılına ışık tutuyor.Bunu yaparken de,çiftin yaşamlarında bir şekliyle önemli bir yer edinen arkadaş ve akraba ilişkilerinin grifit yollarında gezintiye çıkarıyor bizleri.Her mevsimin kendine özgü değişimleri ve savruluşlarının insanların halat-i ruhiyesine yansıması Tom ve Gerri çiftinde görülmüyor.Onlar yılın her mesiminde edinmiş oldukları alışkanlıkları ile beraber tatlı bir rüyanın korunaklı miğferinde sürdürüyorlar yaşamlarını.İlkbahar ve yazları geniş bahçelerinde yağmurun toprağı sessiz dövüşününü izlemeleri,zamanlarının büyük kısmının geçtiği küçük  mutfaklarında değişik şarapları tatmaları,gecenin dingin ışltısında yataklarında kitaplarını okumaları onların değişmeksizin mevsimlere ayak uyduran bazı ritüelleri oluyor.

Gerri'nin uzun yıllar boyunca birlikte çalıştığı iş arkadaşı Marry ile birlikte,çiftin yaşamlarını bir bir ziyaret eden farklı kişilerin büyük mutluluk tablosunda yer edinişlerine tanık olmaya başlıyoruz.Marry orta yaşlarda istediği ve hayal ettiği birlikteliği yaşayamamış ama arayış umudunu hep diri tutan bir karakter.Tom ve Gerri'nin mutlu birlikteliklerini gıptayla izleyen ve kendi yalnızlığını onların huzurlu duvarında gizlemeye çalışan Marry'nin, her davranışı tipik bir tutunamama panoraması çiziyor.Gerri ile iş çıkışında oturdukları bir pub'da etkilendiği bir adamın bir süre sonra sevgilisinin çıkagelmesi veya Tom ve Gerri çiftinin biricik oğulları Joe'a karşı geliştirdiği ilginin her daim karşılıksız kalması gibi olyalar bu tutunamama hallerini açıkça ifşa ediyor.

Çiftin yakın arkadaşlarından Ken ise yine Marry'ye benzer biçimde yalnızlıktan muzdarip diğer karakter.Çifti ziyaret ettiği birgün mutlululuk güzergahı küçük mutfakta lezzetli yemek ve şarapları büyük hazla tatan Ken, tıpkı Marry gibi geçici bir huzurun ve birlikteliğin tadını çıkarıyor.Akşam yemeği sonrası Tom ile dertleştiği sırada gözyaşlarına kapılması ve umutsuzluğun kara kuytularında kaybolması onuda tutunamayan bir karakterlerin makus kaderine hapsediyor.

Kışın ise çifti bekleyen bir cenaze var.Tom'un kardeşi Ronnie'nin eşini defetmek için çift cenazeye katılıyor.Ronnie ise agresif ve babasından hoşnut olamayan bir oğlu ile birlikte yaşıyor.Annesinin ölümünden kendisini sorumlu tuttuğu oğlunun veryansınları karşısında mutsuzluğun payesine kapılan Ronnie'yi Tom evine davet ediyor.Ronnie; eşinin ölümü ve oğluyla yaşadığı sorunlar çerçevesinde tutunamayan bir başka karakterin taşıyıcısı konumuna düşüyor.Çiftin evine taşınmayı kabul ediyor fakat kendi iç dünyasında kaybettiği umut tohumlarını yeşertmesi mümkün olmuyor.

Mike Leigh'in 'Ömrümüzden Bir Sene'si, mutlu bir orta-üst sınıf aile yaşamının başka yaşamlar tarafında kurduğu tahakkümün görünmez kıldığı 'faşizmin' puslu yollarında yürüyor.Birilerinin mutluluğu pahasına tutunamayanlar ordusunu yaratan bir mekanizmanın etrafında olabildiğince telaşssız ve abartısız adımlarla dolaşıyor.Bunu şaşılacak bir ustalıkla ördüğü olay örgüsü,duru ve akıcı diyalogların etkisi kadar,Avrupa bireyciliğinin genlerinde saklı tahrip edici kapitalist ilişkileri deşfre etme gücünden alıyor.

Film;Tom ve Gerri çiftinin en ince teferruatına kadar işlenmiş aile, ahlak ve davranış kurallarının dış çemberinde yarattığı yığınca mutsuz Marry,Ken,Ronnie'lere; filmin başında Gerri'in yaşlı kadına sorduğu şu soruyu soruyor:

”1'den 10'a kadar bir aralıkta kendinizi ne kadar mutlu hissediyorsunuz?”


andacyazli@yahoo.com

18 Haziran 2011 Cumartesi

Alaeddin Şenel ve Kapalı Kartonlar

Evin hemen girişinde boy boy uzamış buğday renkli otların arasından önüne geldiğim eski,kırmızı rengi solmuş kapının ziline basıyorum.Üstümde ilk buluşmaların heyecanlı bekleyişlerini andıran bir hafiflik var .O esnada içeride belli aralıklarla tonunu arttıran seslerin bana doğru yaklaştığını hissediyorum ve kapı açılıyor.Sağlıklı ve dinç yüzü,ağarmış sakalları,duruşuna olgun bir zarafet tacı takan ince gülümsemesiyle karşımda Alaeddin Şenel duruyor.Dünden verilmiş bir sözü yerine getirmenin ürkek ve kararsız adımlarıyla içeriye doğru süzülüyorum.Biraz gecikmenin verdiği endişe ve mahçup ifademi gözlerimden okurcasına, hiç önemi yok edasını her daim derin ve parlak bakışlarıyla birlikte sunuyor.İki kişinin sığabileceği kadar dar bir avlunun iki köşesini sanki önceden kimin nerede duracağını belirlemiş gibi kapıyoruz ve konuşmaya ilk o başlıyor.Avlunun bitiminden salona doğru olan dönemeçin dibinde daracık bir merdiven altı göze çarpıyor.Üst üste yığılmış onlarca büyük kartonların ve iki bisikletle beraber çeşitli araç gereçlerin olduğu depo gibi bir yer burası. Sanki hepsi bir an önce çöp tenekesine gitmeyi beklermiş gibi halleri var.Üstünü bir toz bulutu gibi sarmış yoğun  kirden dolayı dokunmayı zorlaştıran bazı araç gereçleri ayırıyoruz içlerinden.Daha sonra iki bisikleti bahçenin arka tarafına koyuyoruz.Hoca; yaşıyla hiç uyuşmayan bir çeviklikle eşyaları çifter çifter taşıyor ve neredeyse bana hiç bir yük bırakmadan yapıyor tüm bunları.

Deponun arka tarafında asıl olarak beni ilgilendiren ve merakımı perçinleyen büyük kartonlara el atmaya geliyor sıra.İçlerinde nelerin olabileceğini bir yandan aklımdan geçirirken,bir yandan da hocamın biraz 'mahrem' ve geçmişin kanıtlarıyla yüklü eşyalarını bir bir hayal ediyorum.Evin o heybetli şiirselliğini dolduran; raf raf kitaplar ve sayısız antik eşyaların varlığıyla yoğrulmuş nice hazinelerin çıkacağını düşündükçe kendimi durduramadığım bir hızla işime gömülmüş halde yakalıyorum.Evin alt ve üst katları dahil olmak üzere her yerinde sayısızca antika ve tarihi motifleri görüyoruz.Antik Yunan dönemine ait paralardan tutun da, 5o lerin asla gelmeyen kara trenlerini beklemekle heba edilmiş ömürlerin yalnız istasyonlarının simgesi tahta bavullara kadar... 

Kartonları açmadan hemen önce deponun arka tarafında karanlığa gömülmüş bir yerden paslı bir örs ile her tarafını güve yemiş eski bir palto çıkıyor.Paltoyu görür görmez zihnimde ikinci bir Alaaedin Şenel beliriyor sanki.Seğirten sakalları ve ince gövdesini eğerek ellerine alıyor onları ve hayatının özel bir anını hatırlar gibi gözleri ışıldıyor bir süre.Merakla yanına sokuluyorum.Birkaç saniye sonra kısa ve öz cümleleriyle anlatmaya başlıyor.Babasından yadigar en unutulmaz iki eşyanın belleğinde gezinirken, sarhoşluğun verdiği bir çehreye bürünüyor suratı.Atik ve tutkulu halde ince ellerini savururken kendini kaptırdığını anlıyor ve neşeleniyorum.Nihayet kartonlardan bir tanesini-en küçük olanını-açıyoruz.Etrafını saran örümcek ağlarından bir el hareketiyle kurtuluyor ve kartonun ön yüzünü çeviriyor.İlk gözümüze çarpan siyah beyaz,sayfaları sararmış bir gazete oluyor.Adını daha önce birkaç sefer duyduğum Günaydın gazetesini tam atmaya yeltenirken adeta bir kedi atikliğinde doğruluyor ve dur diyor.Şaşırmış bir halde bulunduğum yerde kıpırtısız bekliyorum ve gazeteyi uzatıyorum.Gazetenin ezberlediği anlaşıldığı sayfasını (sanırım 4.sayfa) emin hareketlerle açıyor ve kendi fotoğrafını bana gösteriyor.Fotoğrafta YÖK'ün tüm üniversite hocalarına uygulattığı ahlak ve disiplin kurallarını içeren bir dizi yaptırımın kendisi tarafından reddedildiği ve bu yüzden dolayı savcılık tarafından soruşturma açıldığı haberi okuyorum ve irkiliyorum.Önceden de bildiğim üzere istifa ile sonuçlanan o yüce kararının payelerini oluşturan olaylardan yalnızca bir tanesine tanık olmuş oluyorum.Kendimi acılı bir tarihin en erdemli ve cesur kararlarından birinin sessiz tanığı gibi hissetmeye başlıyorum.

Açtığımız kartonun içinden hocanın öğrencilik ve asistan olduğu yılları kapsayan bir dizi küçük saman kağıtlara yazılmış çalışmalar çıkıyor.Bunlar ansiklopedilerden alınan notlar ve çizilen birkaç resimden ibaret.Elime bir tarafı aynalı taştan yapılmış üçgeni andıran çerçeve geçiyor.Bir tarafı boş olan çerçevenin diğer tarafını çevirdiğimde ise karşıma bir kadının solgun yüzü çıkıyor.Kim olduğunu sormaya vakit kalmadan hoca eski eşi olduğundan bahsediyor.Hakkında ve geçmişinde bir çok şey bildiğimi sandığım hocamın eski eşinin olduğunu öğrenmiş oluyorum böylece ve her nedense buna şaşırıyorum.

Diğer kartonları boşaltmaya başlıyoruz tekrar.Bir kısım kartonun içinden yığınlarca kitaplar çıkıyor.Ne yazık ki incelemeye fırsat kalmadan onları hemen kapının diğer tarafına koyuyor.Belli ki İstanbul'a götürecek onları...Bir başka ve sanırım son kartonlardan bir tanesinden çocuklar için yaptığı çeşitli oyuncaklarla beraber,Londra'da National Museum'dan aldığı tablolar çıkıyor.Bu tablolar kalp atışlarımı hızlandırıyor ve elime aldığım bir tanesiyle birlikte adeta büyüleniyorum.Bu kadar ilgime mazhar olduğunu anlamış olacak ki hemen eski Mısır medeniyetinin saray motifleriyle süslü olan elimdeki tablonun hikayesini anlatmaya başlıyor.Çok eski bir zamanda aldığını öğreniyorum ayrıca...Kendimi tutamayıp dakikalarca tasarladığım,provasını yaptığım soruyu nihayet sorabiliyorum (biraz da tabloların sağladığı şevkle).Soru tabi ki hocamın koleksiyonculuk tutkusuyla Benjamin'in koleksiyon imgesi arasındaki bağı anlayabilmek için.'Koleksiyonculuğun Benjamin'in tabiriyle reel tarihin görünmez kıldığı ve inkar ettiği nesneler ve olaylar dünyasını yaşatmak adına kullanıldığını düşünüyor musunuz?' Soruya yanıtı vermeden önce bir süre düşünüyor ve şöyle diyor.Bağdaştırdığın yani,reel tarih ve koleksiyon ikileminin etkisi olduğu kadar, daha çok nesnelerle düşünsel ve hazsal ilişkiler kurmak olduğunu söylüyor.

Evden ayrılmadan önce sanki az önce geçmiş olan diyaloğumuzun çemberi altındaymışız gibi düşünceli ifadelerle birbirimize bakıyoruz ama bu birkaç saniye bile sürmüyor.Evet evden ayrılıyorum ince ellerini sıktıktan ve hoşça kalın dedikten hemen sonra.Yürümeye başlıyorum kafamda, Benjamin,tablolar,baba yadigarı palto ve koleksiyon sayfalarını çevire çevire...

andacyazli@yahoo.com

17 Haziran 2011 Cuma

Koleksiyon İmgesi

Geçmiş ve geçmişle var olan kültürel kodlar sonraki kuşaklara bırakılan bir miras değil olsa olsa birer enkazdır der Walter Benjamin.Bu,Benjamin'in tarihsel maddeciliğini anlama açısından kuvvetli bir aforizma olarak okunsa da,özünde reel tarihin dış çemberinde oluşmuş ve katmanlaşmış yıkıntılar tarihinin izlerini takip etmemizi sağlar.Yıkıntılar tarihi olarak adlandırılan her şey,reelin kendi tarihselliğini oluşturma aşamasındaki dışlanan ve yok sayılan olgusal gerçekleri ifşa eder.Buda esas olarak tarihin kronolojik yapılanmasında dayanak oluşturmayan ve resmiyeti geçersiz kılınan yaşanmışlıkları,kendi içinde tutarlılığı sağlayacak bir düzlemde yürütme kabiliyetini oluşturur.Oluşan her ne ise resmi tarihin asli kural ve fonksiyonlarını içermeyen ahenkte bir imgelemi düşünsel ve pratik boyutta yansıtmasıdır.Resmi tezin çok dışında yaratılan böyle bir imgelem kuşkusuz tarihin ontolojik çelişkiler barındırmadığı sürreal dinamiklerini reel dinamiklere evirme yönünde güç verecektir.İşte Benjamin böyle bir tarihselliğin yurdunda var olmuştur.

Yaşanan ve yaşandığı varsayılan olayların en büyük aktörü konumundaki insanın kurmaca bir tarihi yaratma ve onu sürdürme yolundaki yeşerttiği normlar,bir o kadar da onun tersini,yani yaşanmadığı üzerinde kanaat getirilen olaylar serüvenlerini ortaya çıkarır.Serüvenlerden meydana gelen her bir unsur yıkıntılar tarihinin üst üste biriken nesneler dünyasıdır.Resmi tarihin kurmaca üzerinden varoluşunu hazırlayan ama aynı zamanda onun bu oluşumunu sürdürmesini sekteye uğratabilecek bu nesnelerin halihazır konumundan bir koleksiyon imgesi yaratabilir miyiz? Bu,pekala mümkündür.

Koleksiyon imgesinin felsefi ve sosyolojik alt metinini dolduran dinamikler kurmaca tarihin sunniliğine karşı verilen savaşın izdüşümü değil midir? Öyleyse,gündeliğin normal işleyişinde işlevsel olmayan,gerek duyulmayan,bir kenara fırlatılmış nesnelerin toplanması ve saklanması kurmaca tarihe karşı açılan bireysel savaş değil de nedir peki? Benjamin'in koleksiyonculuğa atfettiği bu misyonlar,yıkıntılar arasından yeni bir olaylar silsilesi yaratmaktı belki de.Onunla; insanlığın özüne inebilme,tarihselliğin ezilenler paydasında yarattığı tahribatı anlamlandırabilme ve gelecek kuşaklar için yıkıntıların parçalarından tarihsel maddeciliği yaratma gayesi okunuyordu.Koleksiyonculuğun bu yönde 'devrimci' bir işlevselliği üstlenmesi,reel tarihin yığınlar üzerindeki sağladığı hegemonyanın sınıfsal ve kültürel muhakemelerini yaratma ve mücadele araçlarını geliştirme açısından oldukça manidar bir olgudur.Öyleyse asıl sorulması gereken; koleksiyon imgesini yerleşik algılarımızı değiştirerek onu kurmaca tarihin akıntısına ters kürek çekerek kullanabilir miyiz? Benjaminin bir koleksiyoncu olduğunu hatırlayarak belki.

andacyazli@yahoo.com

13 Haziran 2011 Pazartesi

Bir Kadının Yaşamından 24 Saat

Stefan Zweig
Bahçemin hüzünlü ve solgun yüzünü olağan neşesi ve aydınlık çehresiyle Stefan Zweig ziyaret eder ara ara.Bu ziyaret biriken ve patlamaya hazır bir yanardağın duygu kıvılcımlarını harekete geçirir.Bahçemin her bir köşesinde hareketsiz,derin bir uykunun tomurcuklarını serpen duygulardır harekete geçen.Yaşamın kalp atışlarını müzmin bir hale getiren de,tutkunun yüksek topuk seslerini kulaklara çivileyen de onun gölgesinden kopan sesler ve görüntülerdir.Onun öykü,roman ve denemelerini bir kez koklayan kolay kolay zaptedemez içinde yeşeren duygu canavarını.Zweig'in kendi hayatını bir tercihle sonlandırması onun sahip olduğu özgürlük pınarı ve duygu şelalesine kof,paslı ve çürük nesnelerin atılmasıydı.Bir dönemin ve insanının elinde sımsıkı tuttuğu,bırakmaktan korktuğu ve geleceğin puslu bilinmezliğine fırlattığı bu nesneler, Zweig'i ölüm dostuyla uzun bir yolculuğa çıkardı belki de.Zweig'in Bir Kadının Yaşamından 24 Saat öyküsü; aşk,tutku ve ölüm ağaçlarını gökyüzüne sonu gelmez bir enginlikle çıkaran sihirli tohumlardan yalnızca bir tanesiydi.

Bir insanın tüm yaşamını zapturapt altına alan,onu çıkmaz sokakların tehlikeli kıyılarında gezdiren ve bir kişiye koşulsuz vaat edilebilecek bir bedenin çıplaklığına aldırış etmeden varolabilmek belki de Zweig'in karakterlerine özgü unusurlar.Ölüm onların yanında taşıdığı ve farkına vardırttığı en kutsal değer.Buradaki ölüm,anlamsızlığın dehlizlerinde kaybolma çıkışsızlığı değil daha çok anlamı olmayan bir yaşamın ölümle yeniden anlamlandırma çabasından doğan münferit bir sığınak.Zweig'in karakterlerini vareden,onları atan damarların payesine yerleştiren bir diğer silah ise tutku.Tukunun ölümle sarmaş dolaş,şehvetli ilşkileri Zweig'in tüm karakter genlerine işlemiş bir virüs gibi.Tutku,ölüm olmadan yalnız ve acılı bir köpeğin can çekişmesi kadar zavallı ve boş bir şey.

Bir Kadının Yaşamından 24 Saat öyküsü,işte böyle bir birlikteliğin ete kemiğe büründüğü bir yaşam alanı.Bir yaşlı kadının hayatında dönüm noktası olmuş,varlığını yüce bir sır gibi yıllarca içinde taşımış,ağırlığını zaman zaman taşıyamamış;savrulmuş,savrulduğu yerde yine onun anısına sıkıca sarılmayla kurtulabilmiş 24 saatin koca bir yaşama denk gelen gücünü hissettiriyor bizlere Zweig.Öykünün karakteri Mrs.C.Onu tanımlayabileceğimiz,bir kalıbın içinde tartabileceğimiz,yaşamından emin olabileceğimiz bir adı bile yok.Hayatına etki eden bir gün belki de onu bir kimliksizliğin soyutluğuna büründürmüş.Belki de,adının yerine geçen tutku gömleğini çıkaramamış yıllarca üstünden.Onunla nezih ve saygın bir otel bahçesinde tanıştık.Yaşını başını almış halini,aristokrat duruşun zerafetiyle ışıldayan gözlerini ve oturaklı duruşunu ilk kez orada hayal ettik ve onunla özdeşleştirdik kendimizi.Sessiz ama sessizliğinin bir tür erdemle buluştuğu yerde hemen onu gördük.Kırışık,hafif titrek ellerinde bir yaşamın dolambaçlı,bol yokuşlu yollarına tanık olduk.Hayatını kasıp kavuran o tek günü,otelde çıkan bir tartışma sonrası genç bir kızın aldığı tavırla iyice anımsayan ve ona herşeyi anlatmaya karar veren Mrs.C'nin dolambaçlı ve ıssız yollarında yürüme fırsatı yakalamış olduk böylece.

Monto Carlo'nun bir kumarhanesinde bir tutknun en canlı-kanlı, heybetli ve kor şeklini yaşadık duygu çemberimizde.Mrs.C'nin bir oyun masasında gördüğü ellerdi bu tutku canavarı.Bir adamın elleri..Yabacı bir adamın...Onun yüzüne bakmaya bile cesaret gösteremediği o tutkulu ellerdi Mrs.C'nin tüm hayatını tersyüz eden.Sayısız hareketlerle oyun kartlarını alan,dağıtan bu ellerde ne görmüştü...Kaybetmeye yakın bir arada birbirine kenetlenen,kazanma şevkiyle ayrışan,sinir haliyle birbirine giren,yıkılışla birlikte iki yana yorgun ve boşalmış vaziyette sarkan o ellerin her bir saniyesi tutkunun depreşen hareketleri miydi? Mrs.C o eller için hayatının geri kalan herşeyini kaybetmeyi göze alabilmeyi nasıl başarmıştı? Evet 24 sadece 24 saatin hayatını teslim aldığı o tutkulu eller.Onu ilk kez yaşama bağlayan ve koparan araf halini yaratan o ellerden başkası değildi.


Stefan Zweig'in Bir Kadının Yaşamından 24 Saati öyküsünün muazzam gücü,bir insanın tutku peşinde sürüklenen yaşamını ölüm yolculuğuyla bir arada yeniden anlamlandırma tutkusundan ötürü geliyor.Bu birazda,Zweig'in yaşadığı dönemin tüm acılarını büyük bir tutkuyla omuzlarına alabilemenin yaşam-ölüm paradoksuna denk gelebilme gücünü göstermez mi? Bana sorarsanız birazda öyle...

andacyazli@yahoo.com

10 Haziran 2011 Cuma

Kayısıların Şiiri


İnsan çoğu zaman diğer varlıkların yerine geçer.En savunmasız,çaresiz,dikenli tellerin arasında iki büklüm olunan zamanlarda rollerin değiştiği olur.Terside mümkündür.Bazı zamanlar varlıklar özgürlüğün parlak aydınlığına bilet keser.Bir martının pervasızca havada süzülmesi,engelsiz yollarda koşabilen insanları çağrıştırır.Dikenli gül bahçelerinin acı rüyalarıyla soluk soluğa uyanabilir insan.Erguvan ağaçlarının gölgesinde zerafetin şarhoşluğuyla yalpayabilir.Bir çelimsiz çocuk vücudunun hassaslığı ile kendini yenilmiş hissedebilir.Hayatın ivedi zamanlarında yüreklere sepilen naif bir melodinin şehvetiyle unutabilir yorgunluğunu.Böyle zamanlarda varlıklar,nesneler insanın yerine geçer.Farkında veya farkında olmadan şiirin estetiğini yaratır insan.Acıyla,mutlulukla,hayalkırıklığıyla,kederle yoğrulu şiiri...

Lee-Chang-Dong'un yeni filmi 'Şiir'i (Poerty) izlerken etrafımda uçuşan bu düşünceleri kendime çekmeye çalıştım.İçimde türlü duygu perilerinin volta atmasıyla çok çabuk renk değiştiren halati ruhiyemi, bir limana bağlayıp özgürce savrulmak istedim.Neydi bu düşüncelerin rüzgarına kaptıran şey beni? Yalnız ve yaşlı bir kadın Mija'nın hayatında vuku bulan şiir tutkusunun bir vicdan muhasebesinin arafında yer alışımıydı? Şiirin;farkına varılmayan ve üstüne basılıp geçilen değerlerin farkındalığını sille tokat çarpan gücümüydü bu düşünceleri perçinleyen? Bilmiyorum.Mija ve torunu çevresinde gelişen olayların şiirle yeni bir biçim kazanmasıydı belki de.

Film,torunuyla birlikte yaşayan Alzhemiher başlangıcı yaşlı bir kadının tutunma ve kendini keşfetme çabaları üzerine kafa yoruyor.Mija yaşamını, zengin bir felç hastasının bakıcılığını yaparak geçirirken,arta kalan zamanlarda da bir kültür merkezinde şiir kursuna gitmektedir.Amacı tutku ve istekle bağlı olduğu şiir heyecanını yazarak yaşayabilmek.Bir yandan bu heyecanını ağır bir sekteye uğratan hastalığı ile cebelleşmek.Tüm bunların yanında Mija'nın hayatını ters bir yörüngeye çeviren bir olayla yüz yüze gelmesi onu otorite ve vicdan değerleri arasında bir seçime zorlayacaktır.Mija;torunu ve arkadaşlarının işin içinde olduğu  bir tecavüz olayının arka planını öğrenir.Tecavüze uğrayan kız ise intihar ederek kendini öldürmüştür.Bunun üzerine tecavüz eden çocukların aileleri,okul yönetimi,polis ve medya rüşvet yoluyla olayın örtbas edilmesi için uğraşmaktadır.İster istemez kendisini bu süreçte bulan Mija,vereceği bir kararın kendi yaşamı,torunu ve ölen kızın ailesi üzerinde yaratcağı ağır yükler karşısında bocalayacaktır.

Mija;şehrin kırsal bölgesinde,maddi olanakların yetersiz olduğu bir gecekonduda yaşayan kadının (intihar eden kızın annesi) evine görüşmeye gittiğinde kayısı ağacından düşen bir kayısıya basar.Kurs hocasının 'şiir güzelliği aramaktır' sözünü unutmayarak hemem hemen her durum karşısında yanında taşıdığı küçük not defterine şiir yazan Mija,bir anda ezilen kayısı karşısında duraklar ve şöyle der:”Kayısının hayatta karşılacağı yegane şey ezilmektir”.O andan itibaren kayısı ile evine gittiği kadın arasında paralelllik kurmaya başlamıştır.Kayısı kadının yaşamına geçmiştir.

Mija, tecavüz olayını örtbas etmek için her türlü yola başvuran ailelerin yanında bulunduğu bir vakit onları terk eder  ve dışarı çıkar.Dışarıda ise koyu al renginde beliren gül çiçeklerini koklar.Yanına yaklaşan aile babasının (tecavüz eden bir çocuğun babası) birine gülleri tehlikeden koruyan ve kalkan görevi gören dikenlerini gösterir ve onları tarif eder.Mija farkında olmadan kırmızı gülün etrafını bir zırh gibi saran,karşısndaki tehtit eden dikenleri tarif ederken yanıbaşında bulunan adam ve onun zihniyetini tarif etmektedir.Kırmızı gül dikenleri,bir yaşamın kutsiyetini ayaklar altına alan ve çarkları arasında ezen insan ve zihniyetlerin izdüşümüdür.

Mija yakındığı ve üzüldüğü şiir yazamama durumunu farkında olmadan tersine çevirmiştir ve asıl son şiirini kadından,ölen kızdan ve kayısından yana kullnarak sembolleştirmiştir.Ağlayan, haykırdıkça kanayan yaraların kabuk bağlamamış tarafına yüzünü çevirerek oyantmıştır kalemini.Seçimini vicdan ve insanlıktan yana kullanmıştır.Tıpkı bahçelerin arasında ezilen kayısının farkına varan ve onu eline alan insanlığın yüce tercihi gibi...

andacyazli@yahoo.com

4 Haziran 2011 Cumartesi

Vedat Türkali'nin Mirası

Sözün mühürlendiği,vicdanın susturulduğu bazı zamanlar vardır.Kanla cilalanan,her yeni kan damlasıyla hızlanan çarkların yaşamı evirdiği zamanlardır bunlar.Uzak durmamız istenir o çarklardan.Uzak durmak ve zamanı geldiğinde böğründe paslanmış vicdanların arasında sıkışarak yutkunamadan ölmemiz beklenir.Yapılması gereken çok basittir; çarkların çok uzağında sandığımız, bahar melteminin huzurlu esintisine gövdemizi dayadığımız yorgun ağaç gölgesinde düşünmeden beklemektir.Muktedirlerin servis ettikleri menekşeler,güller etrafında etraflıca kaybolmak,baş döndüren kokuların hissiyatıyla şiirselliğimize boylu boyunca uzanmaktır.Bazıları vardır ki,tarihin tek sıraya dizdiği insanlığın arasından kaçıp kendi yolunu aramıştır.Aradıkça küçülmüş,küçüldükçe fark etmiştir menekşe güllerinin dingin bahçelerindeki huzurun pespayeliğini.Çarkların çiğnediği insanlığın ağır,yılgın,geçimsiz ve erdemli kesitlerini bir yerlerinde yaşatmış,onlarla varedebilmiştir kadim yalnızlığını.Geçen günlerde NTV'de konuşmasını dinlerken ağarmış saçlarını,koca yaşamına sığdırdığı sayısız karkaterleri gözlerimin önünden geçirirken,aynı zamanda zihnim bu kulvarda yolculuğa çıkmıştı Vedat Türkali için.O; muktedirlerin diliyle kan deryasına çevrilen coğrafyanın sayısısz gizli düş bahçelerini görmüş,barışı kutsamış ve hep bir yerinde yaşattığı başkaldıran yalnız adamı çarkların gövdesine kalkan yapmıştı.


Türkali,yaşamına sığdırdığı onca eserin gücüyle yılmadan,eskimeden,solmadan ve dipdiri tutuğu umudunu kaybetmeden barış tohumlarını ekti her bir toprak parçasına.Çok sonraları için şimdiden düşlediği güzel bahçeleri gerçek çocuklara armağan etmek için.Uğrunda ölünecek,kutsanacak vatanların hormonlu tohumlarını topraktan bir bir ayıklamak için yaşattı yorgun bedenini.Güven romanına sığdırdığı bir tarihin en dip,koyu ve çitlenmiş bölgelerine çıkardı bizleri.Gözkapaklarımızdan süzülen yaşların sahiciliğini hissettirmek adına iyice bakmamız istendi çarklar arasında yiten bir nesle.Yazdığı senaryolarla arkasından gelen sinemacıların ufkunu aydınlattı,her birinin göz perdelerinde beliren cılız ışıkları parlattı.Barış Pirhasan ve Deniz Türkali gibi sanat dünyasında özgün,söz sakınmayan isimlerin taze soluklarıyla yaşam alanı açtı hepimize.

Çıktığı TV programında; ”oyumu gerillaya veriyorum ama birilerini öldürmeleri için değil,dağdan inmeleri için” sözlerini; muktedirlern kabarmış kalın tüylerinin etrafa saçılan kirliliğine kulak asmadan söylüyordu.Umurunda değildi birilerinin savurduğu tehtitler,sığ sularında boğmaya çalışan kimi parazitler.95 yıldır inandığı,aşkla bağlandığı,tutku yapışkanlığını bulaştırdığı her yerinde 'barış,onur ve emek' kutsiyeti sallanıyordu.Türkali kanla beslenen bazılarını tabiki rahatsız edecekti.Tıpkı 95 yıldır ettiği gibi.Ama kimin umurundaydı bu?

Son ama asla bitmeyecek bu sözlerin imzasını tıpkı Yıldırım Türker gibi bende Vedat Türkali'ye şükranlığımı bildirerek bitirmek istiyorum.Yıldırım Türker'in Radikal'de kaleme aldığı 'Vedat Türkali ye Şükranla' yazısında tıpkı Türkali ile bağdaşan Brecth'in o muhteşem sözlerini hatırlayarak,hatırlatarak...

“Yollar bataklığa çıkıyordu benim zamanımda./ Konuştuğum dil ele veriyordu beni./ Elimden gelen çok azdı. /Fakat muktedirler daha huzurlu oluyordu bensiz/ Bunu umut ettim hep/ İşte böyle geçirdim ömrümü/ bu dünyada. //Haklıların gücü azdı./ Hedefse çok uzak./ Apaçık görünüyordu,/ benim ulaşmam olanaksız olsa da./ İşte böyle geçirdim ömrümü/ bu dünyada”

andacyazli@yahoo.com

3 Haziran 2011 Cuma

Yeni Türkiye Sinemasında İşçi Sınıfı

İşçi Film Festivali'nin başlangıç zamanı vesilesiyle Altyazı dergisi Haziran sayısında 'işçi ve çalışanların' bir sinema filmi için ne yönde kaygılar içerdiği sorusunu mercek altına almış.Hazırlanan dosyada festivalin asli ögelerini içeren program ve içeriğinin aksine,doğrudan festivalin sınıfsal karakterine uygun işleyiş ve tavrın gerekliliğini yerine getirebilecek filmlerin yeterli olup/olmadığı üzerine tartışma başlatmış.Dosya bu tartışmayı;Yeni Türkiye Sinemasının zeminini dolduran ve 80 sonrası entellektüel hesaplaşmanın iç ve dış derinliklerine nüfuz eden sinemacıların bakış açıları ile aldığı için ve aynı zamanda aydın ve entellektüel tavrın emekçi kesimlerin sorunlarına 'uzak' lığını teşvir etme bağlamında da bir tür özeleştirinin kodlarını yarattığı için oldukça manidar.



Festival dosyası düşüncelerini aldığı yönetmenlere şu üç soruyla yaklaşıyor:”İşçi Filmleri Festivali'nin Türkiye sinema kültüründeki yeriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?,Türkiye sinemasında işçilerin temsil edilme biçimleri hakkında görüşleriniz neler?,Sinema tarihinde sizi çok etkileyen işçi filmleri var mı?” Bu sorulara verilen yanıtların bir ksımına değinmeden önce Türkiye sinemasının, keskin kutuplaşmanın ve homojen bir sınıfsal tahvilin yaşandığı 80 ve öncesi 'sol' paradigmadan biçimsel ve mekansal olarak uzaklaştığı gerçeğine değinmek istiyorum.Dönemin düşüncel ve entellektüel birikimininde ortaya atılan teori ve eylemler genelde 'işçi/emekçi ve sermayeder' çelişkisinde yekpareleşiyordu.Bu bakış açısı toplumsal referanslarla hareket etme eğilimi gösteren sanat dünyasında 'keskin' bir tarafçılığın izlerini koyulaştırıyordu.Dolayısıyla 'sol' geleneğin taşıyıcısı yönetmenlerin bir tür gerçeği öne çıkarma ve toplumsal bilinçliliği artırma gayesi sanatın önüne geçebiliyordu.Bu durum Yılmaz Güney'in filmlerinde oldukça belirginidir.Burada altını çizmem gereken nokta,bunun bir eksiklik veya yanlış refaranslar içeren bir çıkış noktası değil,dönemin konsensüsüne uygun ve devrim umudunun ayyuka çıktığı toplumsal hareketlerden ötürü olması.

80 sonrası özellikle piyasa kalkınmacılığın temel bileşen olarak alındığı 2000'ler sonrası Türk sineması, içinde taşıdığı devrim ruhu ve ona uygun karakterleri çok da dışlamayarak yeni bir döneme uygun konsept geliştirdi.Sermayelerin,kültürlerin,normların sınırsızlaştığı bir 'küre'de topluma yeniden dizayn olabilme çabaları ile bocalayan bir neslin 'yalnızlık ve çıkışssızlık' serüvenlerine yöneldi.İşlenen temalar ise,kentli orta sınıfın iletişimsizlik ve sıkışmışlık hali,aydın-halk ikileminin derin uçurumlarla ayrışan kopuklukları,liberal ahlakın büyük şehirlerde yarattığı koyu lümpenleşme ve maçoluk,yığınların koyu yoksuuluk ile tükenen vicdanları vs.Tüm bu temalara ek olarak 80 öncesi 'sol' çevrelerde öncelik ve talep oluşturmayan 'kimlik' arayış ve  çatışmasının yeni dönemde sıkça karşımıza çıkıyor olması.

Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Zeki Demirkubuz,Nuri Bilge Ceylan,Özcan Alper,Erden Kıral gibi usta yönetmenlerin filmlerinde sıkça karşımıza çıkan karakterler bu sözünü ettiğim yeni kürenin sofistike karakterleri.Bir saman yığını haline gelen modern şehir insanının gündelik sorunları,kimlik bunalımları,tek tipleşen ve günbegün kayıtsızlaştırılan insanlığın tüketim ile imtihanını gözler önüne seren AVM'ler, yalnızlık ve ilişki kuramama patolojikliği altında ezilen yığınlar gibi birçok unsuru üzerlerinde taşıyan karakterler bunlar.Hal durum böyle olunca ortaya çıkan,sanat tavrı ve duyarlılığı gösterilecek her bir yaşanmışlığın altını sadece 'sınıf çelişkisi' bağlamında doldurulamayacağı gerçeğidir.Buradan yola çıkarak değinmek istediğim son konu, 80 sonrası aydınlarının 'tutunamama' hissiyatlarının film karakterleriyle özdeşleşen bir tür izdüşümsel hali.Bunun son örneğini Seyfi Teoman'ın 'Bizim Büyük Çaresizliğimiz' filminde açıkça görmekteyiz.Yakın geçmişte ise Özcan Alper'in 'Sonbahar' filmi  'Yusuf' karakteri ile bu yönde bir hesaplaşma girişimine girdiğini saptayabiliriz.80 sonrasında, aydınların geçmiş yaşantı ve davalarının travmalarını karakterleri ile yansıtmaları meselesi üzerinde bir başka yazıda kapsamlı olarak durmak istiyorum.Şimdi yazının bütünüyle paralel olarak, Altyazı dergisinin günümüz Türkiye yönetmenlerine yönelttiği üç sorunun (yazının ikinci paragrafında belritilen) Seyfi Teoman tarafından verilen cevabı paylaşmak istiyorum.
Sonbahar

Sinemanın emekle olan ilişkisini vurguladığı için çok önemsiyorum İşçi Filmleri Festivali'ni.Ayrıca sınıfsal perspektif,bazıları tarafından zamanı geçmiş bir yaklaşım olarak sunulmaya çalışılsa da,hala dünyayı açıklamak için çok önemli bir araç ve güncelliğini koruyor.Özellikle günümüzde küreselleşme tamamen sosyal hakların kısıtlanması üzerine inşa edilirken,hayatın her alanında bu perspektifi korumak ve öne çıkarmak çok önemli.Bunu vurgulayan bir festival de bu açıdan çok kıymetli.Ayrıca sendikalar tarafından düzenleniyor olması,'bu hepimizin festivali duygusunu artıran birşey.


Türkiye sinemasında işçi sınıfı kısmen Kürt sineması üzerinden temsil ediliyor,ama yeteri kadar temsil edilmediği kesin.Sadece mavi yakalı işçiler değil,beyaz yakalı ofis çalışanları hakkında da doğru dürüst film yok.Değişen üretim ilşkileriyle oluşmuş bir sürü ara kesim var,her türlü taşeron firmada çalışanlar var.Kendimi de katarak söylüyorum,filmlerimiz bunlara ucundan değiyor ama ana karakterler olarak hakkıyla,gerçekçi bir şekilde ele almıyor.Elbette film çeken yönetmenlere böyle direkt bir temsil misyonu yüklemek doğru değil,sanatsal üretimin doğasına aykırı olur bu.Sadece bu boşluğa dikkat çekerek;belki halihazırda film yapanlara ya da ileride yapmak isteyenlere ilham verebiliriz.”


andacyazli@yahoo.com