26 Şubat 2011 Cumartesi

Bir Çınarın Sabah Düşlerinde

Rüyamda sonu başı belirsiz olaylar silsilesini, ellerim başımın arkasında tavana dikilmiş gözlerle birleştirmeye çalıştığım Cumartesi sabahının engin düş kuyusuna kendimi bırakıyorum.Haftanın sıkıcı koşuşturmasına sıkı bir cevap niteliğinde tembelliğin yumuşak yastığına başlarını koyup,türlü hayallere dalan herkes gibi,bilinçaltımın karmaşasında kaybolduğum dakkalara birde gerçekliğin süslü hayallerini ekliyorum.Dışarıda oyanayan çocukların ikide bir uzaklaşıp-yakınlaşan seslerini,orta yaş teyzelerin sabah ritüelleri arasında olmazsa olmaz komşu sohbetleri ve eş dost yakınmaları,kuşların hayatın akışına ivme kazandıran, neşe saçan cıvıldamaları sanki benimle iletişime geçen sabah düşlerinin başrol oyuncuları gibi oluyorlar

Farkında olduğumuz ama bir şekilde zihnin hiyerarşisinde hep alt katmanlarda bir yerlere fırlattığımız sesleri,konuşmaları,cıvıldaşmaları,bağırışları ilk kez böylesine bir dikkatle kulak kabartmış ve sanki neden beni dumuyor,neden konuşmıyorsun? serzenişlerin ortasında kalakalmış hesaplaşmanın saadetiyle dinliyorum.

Odamın penceresinde görüş açımı kapatan bir çınarın cılız bir rüzgarla hırpalanan koyu yeşil dallarını izliyor,çocukların koşuşlarında ahenkli bir melodi gibi zemine vuran ayak seslerini dinliyor,köpeklerin uzaklardan yankılanan havlamalarını duyuyor ve tekrar odanın sessizliğiyle kaplanmış örtüye dönüyor ve hafifçe aralıyorum.Sanki uykudan uyandırmaya kıyamdığım bir kadının zerafetine dokunur gibi ürkek bir hareketle.Ardından söyleniyorum kendi kendime...düşlerin coğrfyasında kaybolan bir gezginin elini kolunu sallaya salllaya özgürlüğün tadına varması gibiyim sanki...

Evet aklımdan bu geçiyor ve yazımın başına oturuyorum.Düşlerin gerçekliğine sığınmak,gerçekliğin ruhani pençesiyle tırmalayan kasvetin soğuk nefesinden arınmak istiyorum.Ölümlerin çığlığında,acının,darbenin,mutsuzluğun hakikatinden sıyrılıp,odamın penceresinden çınarın heybetliğine teslim olmak istiyorum.Çocukların saflığında yer bulmak,onlarla oynamak istiyorum.Başucumda duran 'Kuyucaklı Yusuf' romanını satırlarında gezinip,gerçek adaleti bulmak,mazlumun ahı olmak isityorum.Birden bir gürültüyle uyanıyor ve düş bahçesinden kopuyorum.Bir cumartesi sabahı hayalinin bitimiyle sarsılan bir kopuşla hemde.

andacyazli@yahoo.com

25 Şubat 2011 Cuma

Benim Adım Aşk

Aile toplantılarının en mühim gecesine hazırlıkla seyreden bir telaşın yaşandığı kasvetli,durağan bir Milano gecesinin içindeyiz.Soylu,aristokrat geleneğin asil üyelerinden meydana gelen Recci ailesi,böylesine önemli bir gecenin şehrin duygu ahengiyle bütünleşmiş telaşında bir araya geliyorlar.Ailenin güzel,asi ve sakin görünümün arkasında amansızca birlikteliğin sarsılmaz heybetliğine inanmış heyecanın taşıyıcısı,gelin Emma (Tilda Swnton),büyük gecenin tüm sorumluluğu üstlenmiş durumda.Hizmetçilerin,uşakların ve diğer çalışanların bütün beceri ve hünerlerinin,aristokrat değerlere uygun büyük özveriyle kopartıldığı bu gecede Recca onlardan biriymiş gibi, soylu misyonuna uygun düşmeyen bir fedakarlıkla çalıştığını görüyoruz.Filmin henüz başlarında beliren,sıradanlığın ötesinde kayda değer bir dikkat çekmediği aşikar bu haraketlerin,filmin tamamine hakim manifestonun ilk ipuçlarını tanzim ediyor.

Luca Guadagnino'nun yönettiği 'Benim Adım Aşk ( lo Sono L'amorre,2009) filmi,ailenin tüm üyelerinin bir araya geldiği,mühim konuların konuşulacağı,ailenin soylu geleceğinin menfaatlerini barındıran birtakım kararların varileceğini sezdiren böyle bir gecenin koşuşturmasında açılıyor.Aile'nin başı baba Edordo'nun artık mal,birikim ve statüsünü devretmeye hazırlandığı anladığımız gecenin sonunda,ataerkil ilişkilerin mülkiyet tahsilini kutsallığın hükmüne elverişli ritüellerine uygun olarak açıkladığı 'kendi yerimi oğluma ve torunuma devrediyorum' sözleri ile biten bir gecenin sözleri olarak geçiyor, Recci ailesinin ihtişamlı tarihine.

Gecenin ağır aksak ilerleyen nihai gayesine; türlü hayalıkırıklıkların halı altına hızla süpürülmesi,gerginlikler ve beklenmeyen bir hikayenin şaşkınlığını ekleniyor.Bunların başında Emma'nın kızı Betta'nın baba Edoardo'ya büyük beklentilerle hediye ettiği resmin estetik bir yağlıboya resmi yerine,modern bir fotoğrafın çıkması; ardından Edo'nun (Emma'nın oğlu)  kürek yarışında bir aşçıya yenilmesini hikayeleştirmesi gibi olayların yarattığı hayalkırıklıkların gerginliği hissediliyor.

Açılış sekansıyla naif bir huzursuzluğun artçı depremleri gibi görünen bu olaylar,daha çok Emma'nın üzerinden gelişen bir özgürlük hareketinin aristokrat değerlere karşı aşk'ı referans alan savaşın temsilciliğine soyunduracaktır.Emma'nın karakter yapısına içeriden ve dışarıdan iğreti durduğu her halinden anlaşılan aristokrat değerlerin,radikal bir dönüşümün topyekün bir savaş açması sonucu olarak değil,aşkın sınıfsallığını alaşağı eden bir haykırışla yapmış olması,bu tarza yakın benzer filmlerin düştüğü sığ bir melodramın dar kalıplarına sıkışmasını engellediği gibi,kendi dilni ve iradesini ortaya koyabilen gerçek söz sahibi bir modern başyapıta dönüştüğünü rahatlıkla iddia edebiliriz.

Edo'nun çok yakın arkadaşı olan aşçı Antonio'nun (filmin açılışında Edo'nun kürek yarışında yenildiği aşçı),Recci ailesiyle,yapmış olduğu harika yemeklerin etkisiyle ilişkileri koyulaştırması ve  ayrıca Edo ile birlikte  yaşadığı kırsal alanda bir restoran kurma hayali, bu ailenin sarsılmaz görülen dinamiklerin yerle bir olmasına kadar gidebilen bir trajedinin tetikleyicisi oluyor.Emma ile başlangıçta sınıfsal ve entellektüel farklılkların yarattığı kalın bir duvarın engelli ve ürkek bir çekingenlikle başlayan ilişkileri, yerini Recci ailesinin kökleşmiş burjuva ahlakının ataerkil düsturlar ile bastırdığı arzuların ortaya çıkmasına neden oluyor.Bu ilişkinin başlamasında,Emma'nın hem köklü aristokrat geleneğin dışaında kalan geçmiş yaşantısı,hem de kızı Betta'nın lezbiyen olduğunu açıklayan duygu dolu sözleri olduğu önemli bir gerekçe olarak gösterilebilirse de,aslında daha çok derinlerde bir yerlerde bastırılan,yaşanmamış hazsal dürtülerin aristokrasiye başkaldıran devrimci bir aşkın kendisi olduğunu görmemiz gerekiyor.

İtalya'nın gerçek dokusuna eriştiği,kasvetli kaotik atmosferden kurtulup yerini pastoral,renk cümbüşleri ile örülü neşenin hakimiyetine bıraktığı Emma ve Antonio'nun sevişme sahnesi, doruğa çıkan aşkın sınır tanımazlığını şiirsel ve stilize bir dille ortaya döktüğü harikulade bir sahne niteliğine bürünüyor.Filmin neredeyse tamamını ele geçiren kasvetli ruhaniliğin yerini alan, pastoral ahengle sarmaş dolaş aşkın kendini doğaya bırakan eşssiz iletişimi hepimizin Emma ile birlikte yüksek duvarları aşma cesareti gösterip,tatlı bir tebessümün paylaşılmışlığını tattrıyor.

Yasak bir aşkın vücudu saran,gizil bir gücün ve şehvetin tenlerinde dolaşan o dokunuşların,birbirlerine ve hayatlarına geri dönüşü olmayan zararların farkındalığı ile buruklaşan bir acının dokunuşlarına dönüşüyor.Kendisine Antonio tarafından verilen kübizmin doğasına denk düşen bir tablonun kitaplaştığı hediye vesilesiyle şüphe çektiği oğlunun bu ilişkiyi anlamasıyla başlayan tartışmadan,bir kaza sonucu oğlunun ölümüne dolaylı olarak da olsa neden olması böyle bir dramı kanıtlıyor.Küreselleşmenin çok uluslu şirketlerin geniş özgürlüğünü sağlayan yapısına entegre olam çabasıyla cebelleşen Ricci allesinin,bu olay vesilesiyle geri dönüşü olamayan bir yola girdiğini anlayabiliyoruz.(Oğlunun ölümüe neden olan kazanın gecesinde,olaydan birkaç dakika önce büyük salonda Hint asıllı bir işadamıyla görüşme yapılması ve adamın iki dudağından sızan 'Sermaya Demokrasidir' sözleri,Emma'nın yasak aşk ile vuku bulan özgürlüğüne gönderme yapan bir sahne niteliğinde olması Emma'nın durum hakkında derin bir yüzleşmenin de sağlayıcı oluyor)

Son zamanların kanımca en görkemli finallerinden biri olan yüzleşme sahnesi, aristokrat yaşamı geride bırakan Emma, karşısında ağlayan kızının bakışlarındaki haykırışa ortak olması,Emma'nın geçmişi ve içinde düğümlenen duyguların şiirsel bir dışavurumu olarak olağanüstü bir sahne niteliğine kavuşmasıdır.

Benim Adım Aşk, mizansen ve görsel atmosferiyle kurduğu pastoral ahengin bütün dinamiklerini filmin atmosferine başarılı bir biçimde yediriyor.Başlangıçta kurduğu loş sokakların ve gri tonlarla anlamlaşan kasvetin atmosferini, bilinçli  bir biçimde terk ederek aşkın özgürleştirici doğasına uyumlu bir görselliğin tüm zenginliğini, şiirsel bir üslupla yansıtıyor.Son yılların en başarılı filmlerinden olduğuna kuşku duymadığım Benim Adım Aşk kaçırılmaması gereken özgün bir eser.

andacyazli@yahoo.com

23 Şubat 2011 Çarşamba

Çoğunluk

Eril otoritenin kıskacında topluma sirayet ettirilen kodlanmış öğretiler,aile dört duvarının terbiye odalarında sağlanır.Zihinlerde tasarlanan mutlu yüzler şablonu altında ataerkil dilin patolojik her bir unsuru normalleştirilen kıvamında enjekte edilir.Ailenin arz-ı endam ettiği kavramların 'kutsal' dinamikleriyle anlam kabiliyetimizi oluşturduğumuz bir dünya tasavvufu ortaya atar.Ailenin kutsallığı denilen ezberiyenin yekpareliği bu vesileyle mahremleşir.Enjektenin kimi zaman 'milliyetçilik' dozajında erkekliğin heybetli dokunulmazlığı ile sentezli vurulduğu,kimi zaman da bu karışımın 'yüce' birlikteliğinden  'overdoze' a erişen, bir tür ölüm ile eşdeğer 'faşizan' reflekselerin tezahür ettiği bir vuruşa dönüşür.Bu zaviye ile tahayyül edilen toplumsal yapı,kendiliğinde iki kutupsallığın doğmasına neden olur.Tamamiyle ak ile karanın çizildiği netliğin taraflarını koyulaştıran 'biz ve 'ötekiler'..

Venedik Film Festivalin'de ilk yapımlara verilen 'Geleceğin Aslanı' ödülünden sonra Antalya Altın Portakal Film Festivalin'de de 'En İyi Film','En İyi Yönetmen' ve 'En İyi Erkek Oyuncu' ödüllerini alan Seren Yüce imzalı 'Çoğunluk' sınırlarını 'biz' ve 'ötekiler' in çatışmalarından doğan;ataerkil ve onu üreten otoriter eril yapının kurallarını 'aile' çatısı altında çiziyor.Filmin baş karakteri, Milliyetçi-muhafazakar nosyon ile yüklü,tamamını kendi kutsal değerleri ile hiyerarşileştiren bir babanın tek çocuğu olarak karşımıza çıkan açıköğretim öğrencisi Mertkan.Çevresinde olup bitene bir türlü anlam veremeyen,babasının emir telakkiliğine soyunmuş,annesinin pasif tavırlarına kayıtsız,çevresindekilerin dolaylı-dolaysız baskılarına boyun eğmiş bir karakter şeklinde vuku buluyor.Daha filmin açılış sahnesinde ormanda babasıyla yapmış olduğu yürüyüşün,babasının arkasından bastığı yerleri takip eden,eve varıldığında antrede çıkartılan ayakkabının bile aynı şekilde tekrarladığı tavrı, Mertkan'ın büründüğü rol modeli nin tüm teferruatlarıyla benimsediği erkeklik hallerini ortaya çıkarıyor.'Çoğunluk' un açılış sekansı bu vesileye derdini daha baştan belli etmiş oluyor.

Mertkan'ın bu 'çoğunluk'a mensup ilişkilerin gerekli ritüellerini belli noktlarda yerine getirse bile,filmin tamamına hakim bir isyan tufanını da içinde bir yerler de estiğini gözlemleyebiliyoruz.Bunun belki de somutlaşan en hakim hali,Merkan'ın bir fast food dükkanında tanıştığı Sosyoloji öğrencisi kız arkadaşı.Çekingen bakışlar,soğuk ve ürkek birkaç kelimenin biraraya geldiği konuşmalar ile başlayan ilişki,Mertkan'ın daha sonraları vicdan muhasebesine dönüştüreceği sonlanmayla bitecek bir  ilişkiye bürünüyor..Mertkan'ın kız arkadaşı tam olarak çoğunluğun tahayyül ettiği 'biz' dünyasının dışında bir 'öteki' olarak karşımıza çıkıyor.Etnik,dini ve iktisadi olarak 'yabancı' ve 'tehlikeli' duruşu her halinden belli olduğu düşünülen kız, çoğunluk zihniyetin zaviyesi altında ikircikli bir ruh altında kalan Mertkan'a gideceği yol hakkında seçenek gösteriyor.Merkan'ın babasının 'birlik ve beraberliği' ni tehtit ettiği düşündüğü bu kız hakkında sarf ettiği 'Elhamdülillah Müslümanız,Türküz.Ailemize yakışır kişilerle dolaşman lazım.Kiminle yatıp kalktığına dikkat etmen lazım.Bu tip gibiler vatanı bölme derdindedir' sözleri ikircikli halaturiyeyi keskinleştiren ve Mertkan'ın enjekte edilmiş vücudunun hafif ayılmasını sezen otorite'nin acil alarma geçirdiği reaksiyonlarını gözlemleyebiliriz.

Sınıfsal ve etnik tahakküm'ün payandasını oluşturan tamülsüzlük,karşı tarafa karşı nefret ve ötekileştirme eğilimleri Mertkan'ın kız arkadaşı üzerinden bu sefer arkadaşları tarafından yapılıyor.Arkadaşı'nın dediği 'ha Çingene,ha Kürt,ha Komünist' hepsi aynı nasıl olsa,ya da erkekliğin diliyle kolayca sarılabilen cinsel saldırganlığın faşizan salyaları iki dudak arasında akan 'Leş karılar...Bunlara çakıcan..' gibi aşağılayıcı ve saldırgan nefret'in nasıl ileri boyutlara erişebileceğinin de göstergesi oluyor.Filmde karşımıza çıkan bir diğer nefret öznesi ise 'taksi şoförü'. Mertkan'ın suçlu bulunduğu bir kazadan hakkını arayan adamın, gerek sınıfsal gerek se kültürel konumu çoğunluk tarafından nefret silahlarının çekilmesine yetiyor.Mertkan'ın babasının ofisine gelip arabasının tamirinin iyi yapılmadığını anlatmaya çalışan adamın, lafı dinlenmeden yaka paça dışarı atıldığın görüyoruz.(Erkan Can'ın harikulada performansı ile benzersiz bir yan karaktere bürünen 'taksi şoförü, Mertkan'ın filmin sonuna doğru göstereceği vicdan muhasebesinin de taşıyıcısı oluyor).Evlerine gündeliğe gelen temizlikçi Şükriye Hanım'ın sürekli olarak aşağılanıp,horlanması ve sonrasında korkunç bir kazada çocuğu ile ölüme gitmesi aile'de (annenin ağlaması ve olayı kısaca anlatması dışında) hiçbir tepkiye neden olmuyor.

Babası'nın sıkı tembihleri ve oğlundan duyduğu endişeleri,çevresinin bir an önce 'kutsal vatani görevi' ni yerine getirmesini emreden serzenişleri,kız arkadaşın'dan ayrılması Mertkan'ın çoğunluk dünyasının dışalyıcı ateş çemberine doğru yavaş yavaş çekmeye başlıyor.Yoldan çıkmanın tehlikeli sınırlarında bocalayan bir çocuğun terbiye ellerle yeniden hizaya çekilmesi,Mertkan'ın babası tarafından Gebze'deki şantiyesine  gönderilmesiyle başlıyor.Mertkan'ın baba ve sınıfsal otoritesini bir nevi içselleştirdiği ve dokunulmazlığını statikleştirdiği şantiye'de,aralarında Kürtçe konuşan işçileri azarlamasıyla şiddet diline sarıldığı sınıfsal cenderesinin içinde kayboluyor. Mertkan'ın bu haraketi, snıfsal ve etnik duruşunu ortadan ikiye ayırdığı kumaş parçası gibi bölüyor ve çoğunluk'un kutbuna yerleşiyor.Ötekiler'in tarafından gelebilecek saldırıların sınıfsal duvarlarına sığınmayı ihmal etmiyor ve babasından silah istiyor.

Mertkan zihnin paslanmış kapılarının ardına fırlattığı duyguları,kırmız çizgiyle netleşen çoğunluk sınırlarından sadece bir kere rüyada 'vicdan' giysisiyle çıkıyor.Taksi şoförüne ağlayarak sarılması;tüm çoğunluk mensuplarının üzerinden geçtiği,insanlığın ve insan kalabilmenin erdemliliğinin yoksayıldığı,sindirilen bir neslin tüm acılarının ortak gözyaşları haline getiriyor.Filmin afişinde soğuk-mavi fonda kadrajlanmış boş sandalye ve masanın üzerindeki televizyon ile metaforlaşan aile tablosu,mutlu bir akşam yemeği eşliğinde yerine oturan rayların saadeti bize ister istemez Michael Haneke sinemasına ve korunaklı orta-üst sınıf karakterlerinin mahsus kaderlerine göz kırpıyor.Diğer bir deyişle,Mertkan'a gönderilen silahın birgün akşam yemek sefasını bozabileceği Saklı (Cache-2005-Haneke) filmine.


andacyazli@yahoo.com

20 Şubat 2011 Pazar

Portobello 22'de Tanpınar Adımları

¨...Londra tatiline çıkacağımı duyduğunda da 'Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü hediye etmişti.'Bunun Londra'yla ne alakası var' dememle uzun uzun bütün erkeklerin adı John olan Harrison ailesini,baba John Harrison'un sarkaçsız saatinin denizcilerin hayatını nasıl değiştirdiğini,keşiflere nasıl katkı sağladığını anlatmaya başlamıştı.'Ben hep bu kitabı Londra'da okumak istemişimdir.Bana kısmet olmadı ama ne mutlu ki,oğlum gidecek Londra sokaklarına Tanpınar'ın cümlelerini düşüne düşüne yürüyecek...¨ sözleriyle anlatıyordu Yekta Kopan; ulaşılması zor kılınan, araya, dibe, köşeye sıkışmış manzum hayallerin iklimini.Hemde baba özlemiyle yoğrulmuş,bir kenara fırlatılmış sonra yüreğe balyoz inen bir hüznün kudretiyle çıkarılmış anı parçacıkların küçük sırları ile.

Yekta Kopan 'Bir De Baktım Yoksun' adını verdiği öykü kitabının 'Portobello 22' öyksünde,Londra tatiline çıkmadan önce babasından büyük övgü ve hevesle  hediye aldığı 'Saatleri Ayarlama Enstitüsü' kitabını bu duygular eşliğinde ele alıyor.Sanki bir tür baba-oğul sırrının satırlara dökülmüş gizi gibi karşımıza çıkıyor kitap.George Orwell'in evinin bulunduğu 'Portobello 22' sokağının bakımlı,üstünde turistlerin ışıltılı ve meraklı yüzlerinin bütünlediği kaldırımında oturuyor halde  kitabın sayfalarına dalarken,o çok sevdiği anlaşılan iki yazarın (Orwell ve Tanpınar) karşımından oluşan tarifi imkansız zevk sanatını, babasının ölümsüz söz nasihatlarıyla bir araya getiriyor..Ortaya çıkan şey ise;büsbütün Tanpınar'ın evrensel gücünün bir başka yazarın evinde 'mekansallaşması' ile sentezlenen benzersiz baba-oğul hikayesi oluyor..

Tanpınar'ın ölümsüzleştirdiği eserin doğasına denk düşen;bir amaç uğruna bir arada olabilmenin 'güven' ve 'inanç' erdemliliği ile mekansallaşması insana özgü böyle bir hakkaniyetin sınırlarını çizmiş oluyor.Hayatın çetrefilli dönemeçlerinde yokoluşun bir tür 'varoluş' olduğu,tüm umutların yitirildiği,hayallerin terk edildiği,tüm yaratma kabiliyetlerine şerk vurulan bir dönemde,karanlığın içinden doğan parlak bir ışığın izleriyle mekansallaşan yaşamların saadetine teslim ediyor bizleri.



Şimdi düşünüyorum da,herkesin kurduğu,içinde kendisini ve çevresini dizayn ettiği,fikirleri,anıları ile zenginleştirdiği bir 'Saatleri Ayarlama Enstitüsü'sü vardır mutlaka.Yekta Kopan'ın cılız bir güneşin hafif rahatsız edici parıltısının ardında kimibilir hangi hayallere daldığı George Orwell'in evi karşısnda oturduğu kaldırımın kenarı mesela.Kendimi düşüncelerin kaygan yokuşundan aşağı bıraktığım da,baba nasihatının gelenekselleşmiş algısından kopuk edebileşen bir baba-oğul diyaloğundan,yabancı toprakların tedirginliğini tersyüz eden bir yazarın evinin sokağında arındırılan sıkıntılardan,unutulan dertlerden tutun da,yazgısı belirlenmemiş, küçük dokunuşların cinsel kıpırdanışları ile vuku bulan acı soslu 'aşk' karşılaşmasına kadar ileri giden bir mekan.

Sanatın,entellektüel üretimin herhangi bir parçasında olmazsa olmaz bir konuma oturan Tanpınar'ın romanı,yönetmen Kutluğ Ataman'ın da evini ziyaret ediyor.Bahçesini marjinalize olmuş insanlığın renkleriyle süslediği sanat dünyasını, belki de tanımlayan,durulaştıran ve cisimleştiren o üç kelime oluyor;'Saatleri Ayarlama Enstitüsü'.Ataman'ın web sitesinin de ismini paylaşan bu roman (http://www.saatleriayarlamaenstitusu.com/site/main) belli ki Ataman'ında özgünlüğünde önemli bir yere sahip.Tekrardan düşüncelerimin akışına teslim bayrağı çekiyor ve ekliyorum.Perihan Mağden romanından uyarladığı 'İki Genç Kız'(2005) filminin,şuurunu kaybetmiş,hayallerin kalın duvarına toslayan düşlerin efendiliğinin günümüz dünyasında uçurumun kıyısında küçük bir dala tutunan iki kızı düşündükçe...1950 lerin yaşandığı küçük bir 'köy' ün 'küçük' dünyalarını devesa özgürlük ormanına çeviren 'Aya Seyahat'(2009) ın dokusunu düşünürken...

Birde kendi dünyamın hezeyanlarından,durağanlığın hüküm sürdüğü boşluğun homurdusundan,sığınılan küçük barınakların aldatıcı pembeliğinden kurtaran, hakkaniyetin o üç kelimeye sığan büyüsüne ne demeli? En iyisi mi! Tanpınar'ın herkesi içine aldığı müessesesinin, sesi duyulmayan duvarlarına kulak kabartalım.

andacyazli@yahoo.com

18 Şubat 2011 Cuma

Yazmak

Bir insan neden yazar? Salt birilerine birtakım şeyleri söylemek,dile getimek midir amaç? Yoksa sır vermek,açıklamak,'ben burdayım' demek,dertleşmek midir? Gündeliğin kasvetli ve başdöndüren koşuşturmasına,ilişkilerin çıkışsızlığına,iletişimsizliğin kaskatı katranına,yalnızlığın dipsiz kuyularına bir başkaldırı biçimimi dir? Belkide her bir etmenin yazarın konumuna,bakışına,hayal dünyasına,ilişkilerine göre değişiklik göstereceği,ona göre önceliklerin şekilleneceği açıktır.Fakat her bir yazarın ya da bir biçimde yazmak eylemini sürdürenlerin dile getirilemeyen,sessizliğin kahredici yükünde ağırlaşan sözleri sihirli sentezlemeyle bir 'iletişim' aracına döndürmeleri söz konusudur.

Sayısız duygunun iç içe geçtiği,zaman zaman farklı koşullarda ortaya çıktığı kişiyi ihtirasın,şehvetin,çıkarın,yalanın,sevginin,vicdanın,aşkın karmaşık aynı zamanda çıplak gerçekliğin ortasında bırakıveren insanlığın halaturiyesi ancak ve ancak 'yazma','dert etme' 'anlamlandırma' ile bir iletişim haline gelebilir.

Otoritenin,baskının ve her türlü ayrımcılığın kıskacında bilme,öğrenme,yaratma,düşünme kapasitelerine balta vurulan insanlığın onuruna sahip çıkmak,yeni bir dil oluşturmak kalemi kanlı mürekkepten kurtarmayla mümkün olabilir.Efendilerin sarayında sallanan kalemin güveni ile değil,karanlıkların,çığlıkların mekan olduğu güvensizliğin titreyen kaleminde bir iletişimin sağlanması mümkün olabilir.

Dokunuşların tılsım etkisine,solukların bütünleştirdiği tek nefese,bedenlerin özgürlüğü tattığı şehvet dakikalarına kulak vermenin,bu mucizevi bütünleşmeyi tanımlanmanın yazma erdemi ile bir 'iletişim' e dönüştüğünü unutmayalım.

Şu an okuduğunuz yazımın başına oturmadan birkaç dakika önce ne yazacağıma dair en ufak bir fikrim yoktu.Ve halen de yok! Bu belirsizlik bende neden yazıyorum sorusunun doğmasına neden oldu diyebilirim.Biraz da neden yazıyorumunun cevabını vermeye çalıştım.İletişim ve yazmak arasında tarifsiz bir bağın olduğunu düşünmekteyim.Buradaki iletişimden kasıt karşılıklı söz alış verişi şeklinde laf salatası değil, daha çok evrensel bir dilin payandasını oluşturan insanlığın sihirli sözlere dökülmesi olarak adlandırıyorum.

andacyazli@yahoo.com

16 Şubat 2011 Çarşamba

Kırmızı Kerpiçli Ev (5)

Tüm benliği saran tatlı tebessümün, rüyaya giren bastonlu ak sakallı dedenin mekanı mesken tutmuş beyazlığı andıran vaziyetiyle  yüzüne yansımıştı.Evin her dokusuna işleyen hüznün ve tarifsiz duygu cümbüşlüğünün yüze yayılan sayısız halleriydi bunlar.Bir süre kımıldamadan,evin dostça sarıp sımsıkı sardığı vücudunu ürkek bir 'aşk' ın titrek dokunuşları gibi hissetmişti.Soğuk ve sıcağın birarada hırçınlaştığı dalga seli,mazisinin yitik kıyılarına çarpıp duruyordu.

Geride bıraktıklarını düşünüyodu.İşe yaramadığını bile bile sürekli olarak başvurduğu kendini kandırma konforuna yaslanacak bir yastık bulamıyordu.Kendisini doğanın edasına bıraktığı şu anlarda;bölük pörçük,acelesi olmayan bir gezgin gibi ağır ağır geçen düşüncelerin gafletine boyun eğmeden ilk kez böylesine dipdiri bir yüzleşmenin yüceliğini yaşıyordu.

Annesini düşünüyordu.'Üvey' olmadan üveyliği yaşatmayı başarabilmiş bu insanı artık daha iyi tartıp biçebiliyordu.Bu birikmiş bir öfkenin tipik dışavurumu olamazdı.Kendi değersizlik addediği yaşamından sorumlu tuttuğu 'anneyi' bir başka 'ana kudreti' ne yani,kırmızı kerpiçli eve gömüyordu.

Babasını düşünüyordu.Çocukluktan geriye kalmış; göz hakkı sağlanmış,mülkiyeti ihlal edilmiş bir nevi anarşizmin çocukluğun masumiyetine uyarlanmış gaspın; bahçe ağaçlarına,bakkal kuytularına uzanan ellerin uazak hatırası gibi canlanıyordu gözünde.Silkleşmiş birkaç hatıraydı.En ufak kımıldamanın hiçbir suretini yüzünde barındırmayan bu ketum adamı kırmızı kerpiçli eve gömüyordu.

Büyümenin gel-gitleri kadar,büyüyememenin iç burkan yalnızlığını omuzlarında atan bir bedenin rahatlatıcı huzuruna eriyordu.Gömdükçe;kuşatan hayalkırıklıkların,yitirilmiş sevginin,büyütülmüş egoların tutsaklığından bir bir kurtuluyordu.Evin geleceğini, geçmişinden temizlenen manevi yenilenmeye bırakıyordu.Ev ile bütünleştiği anlamıştı.Evin kudretinde kuracağı yeni bir hayatın çehresi, kül rengi bulutların arasından görülen maviliğin berraklığını andırıyordu.Geride kalanlar ve yaşanacaklar.Hayat yeni başlıyordu...
(Bitti)

andacyazli@yahoo.com 

10 Şubat 2011 Perşembe

Kırmızı Kerpiçli Ev (4)

İstese de yababilirmiydi? emin değildi... içini kemirip duran bu acılı düşünce, onda daha önce hiç tanık olmadığı derin bir iç ayrışmayı yarattı.Gitmek ile gitmemek arasında devinip durduğu şu günlerde,şehrin kimi yansımaları artık katlanamaz hale gelen sancıların tetikleyicileri oluyordu.Günlerdir çalan telefonlara cevap vermemesi,bırakmayı düşündüğü akabinde azalttığı sigaranın son günlerde iyice dibine vurması,saatlerce yatağın aldatıcı çekimserliğine hapsolması... sonu gelmeyen bitkinliğin yanında,artık hayat çizgisinin yol ayrımına geldiğinin farkındaydı.Annesi ne olacaktı? hiç bilmiyordu.Saymayı bıraktığı yılların neye karşılık geldiğini bilmiyordu...yıllar olmuştu işte...görmüyordu annesini.Arada bir görüştüğü dayısından aldığı haberler kadar tanıyordu annesini.'Taşra'nın,berraklaşan kimi anılarında sahip olduğu iki 'ana' nın şuan ki yaşamında nereye düştüğünü soruyordu kimi zaman.Cevap bulamadığı gibi, bu soru onu sessiz bir öfkenin dar hesaplaşmasıyla yüz yüze bırakıyordu.Gerçek anası ve kırmızı kerpiçli evi...

Yolculuk süresince; türlü düşüncelerle boğuştuğu,kimi zaman barıştığı,tatlı gülümsemeler ile tebessüm ettiği,arada bir yerlere sıkışmış 'aşk' koridorlarında yürümesi ve kırmızı kerpiçli evin çimlerinde bulduğu huzura kendimi bırakıvermesi;onu hayallerin labirentiyle,gerçekliğin cama yapışan yüzünde beliren soğuk buharın izleri arasında getirip götürmüştü.Çok uzaklarda, hayallerinin çocukluk günlerinde kalmış bu sıkıcı 'taşra' yı tekrar gördüğünde,içinde hiçbir duygunun yeşermesine izin vermeyen bir boşluğun dipsiz karanlığında buluverdi kendini.Yürüdüğü sokakların,dükkanlarıyla birlikte tarihin kıyı şeridinde ihityarlaşan sahiplerinin çökmüş suratlarını,bahçelerin yazdan kalma neşesinin solgunluğa bırakan pastoral ahengini,sokaklarda amaçsızca koşturan sümüklü çocukları bıraktığı gibi buluvermişti.Onca zamandır yalnızlığa terk edilmiş bir kasabanın tüm hüznünü, bir yerlerde kabuğu tutmamış yaranın sızlaması ile hisseder gibi oldu.

Annesinin oturduğu evin yolunu karışı karışına hatırlamıştı.Yürürken kontrolü yitirmeye başladığı heyecanı'nın rahatszılığı ile bir süre yerinde duraladı.Arkasına dönüp uzayan bir yolun terk edilmiş zerafetine bir süre bakakaldı.Dönüp var gücüyle koşmak ister gibi oldu.Halen şansı varmıydı? Düşüncesi, içinde biriken gerçek bir ihtimale dönüşmeye başladı.

Uzanan patikanın sağlı sollu kıvrılan evlerinin en sonunda;sarı duvarları aşınmış,boy boy uzayan otların bahçeyi kapattığı,sanki uzun yıllar önce terk edilmiş havası yaratan o evi görünce kalp atışları iyice hızlanmaya başlamıştı.Kapıya geldi...bir süre bekledi.İçerden bir sesin gelip gelmediğini anlamak istercesine kafasını kapıya uzattı.Hiç ses yoktu! İki kere kapıyı tıklattı.Kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu.Derinden gelen anlaşılmayan seslere odaklanmıştı.Kapı açıldı.Karşısında yüzü pörsümüş,hafif kamburu çıkık yaşlıca bir kadını görünce şaşkınlığı gizleyemeden yüz ifadesi değişmişti.Bu kadın kesinlikle annesi değildi!

4 yıl olmuştu söylendiğine göre,haber göndermişler ama ulaşamamışlardı.Dayısı da söylememişti öldüğünü.Ne diyeceğini bilemedi! içinde oluşan dalgaların çarpıntısına daha fazla dayanamadan yaşların boşalan özgürlüğünü,çarpan dalgaların azgınlığına karşı güçlükle zapt edebilmişti.Tek isteği yitmeyen bir ağacın baba gövdesine sığındığı kırmızı kerpiçli eve gitmekti.
(Devam Edeceğim)

andacyazli@yahoo.com

7 Şubat 2011 Pazartesi

Kırmızı Kerpiçli Ev (3)

Yürüdüğü esnada,dar bir sokağın girişinde yıkanan halıların  biriktirdiği küçük su birikintilerine basarak şapur... şupur... seslere aldırmadan hafif koşmaya başlamıştı.Dışarıdan bakıldığına fazlaca dikkat çeken bu telaş hali,onda adımlarının hızına direnemeyen bir umursamazlığın bataklığına çeker gibi bir hale büründürmüştü.Nereye gittiğini,ne olduğunu,sabah sabah uykulu gözlerin üstüne dikilişindeki anlamsız hareketliliğinin nedenlerini bilmiyordu.Sadece koşuyordu.Sokağın bitişine geldiğinde,ana caddenin azgın trafiğinin sabah koşuşturmaları bir tokat gibi yüzüne çarptı.Ayrımına varmıştı.Bir süre durdu,boş bakışlarla sağına soluna bakındı.Arkasına döndü.Çıkmış olduğu dar sokağın incecik uzayan yoluna öylece bakakaldı.

Kırmızı kerpiçli eve her vardığında,eskimiş derme çatma merdivenlerine oturup bir süre bahçenin huzur veren pastoral şiirselliğine kendisini bırakıverirdi.Herkesten intikam aldığı,kendisini dinlediği,hayallerini direkt olarak haykırabildiği,büyümenin sancılı hezeyanlarını atabildiği gerçekliğiydi orası.Taşra'nın kendisini kovalayan düşmanlığı'nın kalkan görevini üstlendiği 'ikinci baba' ve 'erkek' figürüydü ev onun için.Akşam hava kararrıncaya kadar orada duruyor,ders kitapları dışında yanına aldığı roman ve öykü kitaplarının içine dalıyor,türlü maceraların ortasında buluveriyordu kendisini.Hayal evreninde yarattığı türlü arkadaşlarıyla,okuduğu kitaplar hakkında tartışıyor,kendisini prens'in beyaz atında bulduğu gerçek prenses olarak hayal ediyordu.Babasını düşünüyor,onu evin içinde izlediğini bildiğinden babasına türlü masallar anlatıyor ve itiraflarda bulunuyordu.Evin etrafını saran sarmaşıkların korunaklı sınırlarında kendisini tanıyor,bilmediği özelliklerinin olduğunun farkına varırcasına keşfin sınır tanımaz ruhani havasına bürünüyor,adeta büyüdüğünü hissediyordu.Bahçe'nin her karışında mucizevi parçacıkların içine işlediği manevi gücün hazzına erdiği anların tadını,toprağa kıpırdamadan yatan bedeninde buluyordu.Bedenini onu kuşatan yapaylığın kaotikliğinden arındırcasına,toprağın 'ana' kudretine bırakıyordu.Zehirini akıtıyordu...Karşıdan hızla gelen arabanın korna sesisyle ayılır gibi oldu,camı açan kızgın sürücü tam küfrü yapıştırıyordu ki..karşıya geçmişti.Amaçsız bir şekilde yürümeye koyuldu.

Yaşadığı öyle 'an' lar vardık ki,geçen zamanın yokedici gücü karşısında saflığını yitirmeden,silikleşmeden öylece kalan berrak hatıralardı.Bulanıklığın yitirilmediği her günün acılı özlemini,kırmızı kerpiçli ev ile bütünleştirmişti.Babasının öldüğünü öğrendiği ilk günün ardından,arkadaşlarının kendisiyle alay ettiği yalnızlık günleri,çocukluğun 'kan' ile saflığını yitirdiği ilk adet gününün,annesi tarafından atılan sarsıcı tokadın şaşkınlığı,öğretmeninden hergün yediği hakarektler ile devam eden ama asla sonlanmyan bir 'yıkıcılık'ın tutsaklığını o ev ile yaşıyordu.

Üniverisiteyi kazanıp taşradan ayrıldığı vakitlerde de,vedalaşma faslının gözyaşına döndüğü hesaplaşmayı yine o ev ile yapmıştı.Bahçesine son kez gireceği (daha doğrusu öyle farz ettiği) günün,ürkek adımlarını attığı hüznün doruğunu içinde hisseder gibi olduğu günler yakasını bırakmıyordu çoğu zaman..Adımını attığı o anda gözyaşlarını tutamadan ağlamaya koyulmuştu.Çocukluğuna,yalnızlığına,mutsuzlukla sarılı dört duvar yaşamın sessizliğine,aldanışlarına,aşksızlığına boşalan damlaların düştüğü toprak;onu büyüten,sevgi tomurcuklarını bedeninin her yerine boşaltan 'ana' nın ta kendisiydi.Vedalaşmaya gelmişti...Biliyordu.Ama ne kadar uğraşsa da üstesinden gelemiyordu,ayrılamıyordu.Sarmaşıkları,apansız uzayan otları,paslı kapıları,kirli merdivenleri ile,onu ahtapot gibi saran evin kuşatıcılığına karşı koyamıyordu.

Geçmişle şimdi arasında gidip gelen zihninin dalgınlığını yendiği sigaranın nefesini üfleyerek,üstüne yürüyen kalabalığın hızlı adımlarını takip ediyordu.Karar vermişti.Bir kez daha gidecekti,taşra'nın geride kalan izlerini görmeye,uğrunda sayılı hayallerini yaşadığı kırmızı kerpiçli evi ziyaret edecekti.
(Devam Edeceğim)

andacyazli@yahoo.com

6 Şubat 2011 Pazar

Kırmızı Kerpiçli Ev (2)

İçeri girerken üşüdüğünü hisseder gibi oldu.Az önce gezindiği sisli anıların etrafında sıcak bir dokunuşun sessiz iç burukluğunu yaşamıştı.Belki de bu yüzden farkına varmamıştı içine işleyen soğuğun çıplaklığını.Monoton gündeliğin çocukca dokunuşlarca renklendiği hayal dünyasının içine,onu bozacak hiçbirşeyin girmesini istemiyordu o zamalar.Annesinin,babasının,öğretmeninin ve hiç sevmediği sınıf arkadaşlarının,yarattığı dünyada yerleri yoktu.Elleriyle elediği,dokunuşlarla uysallaştırdığı,gülümsemelerle coşturduğu hayal nesnelerinin bozulacağı korkusu, onda hırçınlaşan bir halaturiyenin gel-gitlerini yaratıyordu.Ne kadar uğraşşada hırçınlığa yenik düştüğü zamanlar çok oluyordu.Annesinin,baba sığınağında 'otorite' kurduğu alanların boyuneğdirilişine maruz bırakılıyordu çoğu zaman.Hiç sevmediği okulundan arta kalan ve ya tatil günlerinde, evin tüm işlerini üstlenmekle kalmayıp,yaptığı işleri beğenmeyen annesinden de azar ve hakaret işittiği çok oluyordu.Hiçbir zamanda sesini çıkaramamış ve kafasını hafif bir aşağı eğişin ezikliğini içine atar olmuştu.Her nedense annesine, sırf bu ses çıkaramama'dan kaynaklı bir 'sevgisiz'liğin bütün 'öfke' hallerini besler olmuştu.Onu bazı zamanlar da ağlarken yakalıyordu.Tanık olduğu bu durum babasının ölmesiyle sıklaşan nöbetlere döndüğünde bile,onda acıma duygusu uyandırmamıştı.Halen bile anlam veremediği bir çeşit korku karışımı öfke halini uyandırmaktan başka bir anlamı yoktu onun için.Ağlamalar da hayal dünyasının tehtitkar damlalarıydı.Saat 5'i geçiyordu.Gecenin zaferi yerini, yavaş yavaş yükselen aydınlığın umuduna bırakıyordu.Kahvesini aldı ve koltuğa içli bir 'offf' çekişin bıkkınlığıyla kendini bıraktı.

Yalnızlığın ve çocukluğun isyankarlığı, onu hayal evreninin özgür dokunuşlarıyla,sonsuzluğa kanat çırpışlarla masmavi bir sınırsızlığın yolculuğuna çıkarıyordu.Çıktığı yolculukta hayat vardı.Bilinmezliğin ve tükenmezliğin hakim kıldığı 'merak' onu sürekli yeni hayal kapılarını açmaya zorluyordu.Babasının geç saatlere kadar çıkmadığı çalışma odasında,sigara dumanına boğulmuş,iki elini alnına dayamış düşünceli haline tanık oldukça içinde kabaran 'merak'ın,nasıl olsa asla öğrenemeyeceği gerçekliği kendi hayal dünyasında biryerlere oturmuştu.Babasına,annesinin aksine farklı duyguların birarada olduğu,daha çok bir gizemli yabancıya duyulan ilginin benzerini duyuyordu.Babasının sürekli kovalayan kötü adamları hayal dünyasında kurduğu 'kötülükler'in nedeni olarak gördüğünden,onu kurtarmak ve haberi olmadığı dünyasına ona da yer vermek istiyordu.Şimdi düşündükçe babasına içten içe bir 'acıma' duyduğunu hatırlıyordu.Sınıf arkadaşlarının alaycı laflarıyla babasının öldüğü öğrendiği gün,ağlayarak doğruca kırmızı kerpiçli evin dört duvarına sığınmıştı.Hava açmaya başlamıştı.Hafif irkilerek yerinden kalktı.Sarsıldığının hissetiği bedenine çeki düzen verircesine 'artık git uyu' dedi kendi kendine.Odasına doğru yöneldi,saate tekrar baktı.Bir kere daha uyumayı denemek için yorganı üzerine çekti.

Babasını kaybettikten sonra gerçek zulüm günleri başlamıştı.İlkokulu yeni bitirmiş,kapana kısıldığını hissettiği günlerin acısını yaşıyordu.İstenmeyen yerlerde sivilcelerin çıkışı,sınıfın yakışıklı çocuklarının pas vermediği özgüvensiz bir cinselliğin uyanışı, onu hırçınlığın rüzgarını estiren bir boşluğun kenarına itiyordu.Okuldan hemen sonra sığındığı kırmızı kerpiçli evde,ona sahip olmak için birbirleriyle kavga eden yakışıklı erkekler,onu herkesten farklı bir konumda tutan sürüyle kız arkadaşlar,bazen de ara sıra gördüğü babasının türlü nasihatlarıyla özgürlüğün bahçesinde dört nala koşuyordu.Sınıfın hep arkasında tek başına oturan,çoğunlukla kafasını sıraya koyarak uyumak ve şımarık kızların dalga geçişine sessiz kalmak dışında pek birşeyin olmadığı okul günleri, onun hayatını ormanın hemen dışında yitik bir ağacın 
solmuşluğuna hapsediyordu.Öğretmeni tarafından tahtaya kaldırıldığı bir gün,bilemdiği bir soru yüzünden dakkalarca tek ayak üstünde bekletilmiş,herkesin gözü önünde heyecandan yere işemişti.Kahkaların duvarları delip içine kor olarak düştüğü o gün,kırmızı kerpiçli evin korunaklı odasında hüznün acılı gözyaşlarıyla sonlanan bir güne bırakmıştı.Yastığı kafasına koyarak,yıllar önce içine işlediği o kahkaları zihninden kovuşturmak istercesine bir süre çabaladı.Ama olmadı gitmiyorlardı.Mümkün değil uyuyamayacaktı.Yavaş yavaş açılan dükkanların kepenklerine kulak verdi bir süre.Ne yapacağını bilmiyordu.Kalktı,üstüne hızlıca bir şeyler geçirdi.Evden çıkıp karşında dikçe uzanan yokuşu tırmanmaya başladı.
(Devam Edeceğim)

andacyazli@yahoo.com

4 Şubat 2011 Cuma

Kırmızı Kerpiçli Ev (1)

Uyku tutmamıştı.Kaç saat olduğunu bilmeden sinir bozucu düzeye yetecek kadar yatakta dönüp duruyordu.Aslında kafasında da pek birşey yoktu.Çoktandır sabırsızlandığı 'büyük buluşma' dan geliyordu.Fakültenin soğuk koridorları,sınav koşuşturmaları,aşk dedikodulardan arta kalma birkaç anının yaşattığı dostlarıydı 'büyük buluşma' nın ev sahipleri.Çokda ummuduğu gibi gitmemişti ya neyse.Üniversitede beslediği 'platonik aşk'ın buruk kalp atışlarını tekrardan duymuştu o gece.Buluşmayı farklı kılan tek gelişmeydi 'onun' gelmesi.Saatin şaşmaz dakikliğini tekdüze sesle yerine getirdiği gecenin ritmi,kasvetli 'aşk' hatıraları ile zihnini kuşatan derin sessizliğe bürünmüştü.Onu mu düşünüyordu? Emin değildi.Yataktan tek hamlede kalktı.

Fakülteye başladığı ilk yıllardı.En çokta 'bağnaz' dediği ailesinin acınası yaşamından kurtulduğu için sevinmişti üniversite zaferine.Alışılmış 'taşra' geleneğinin 'terbiye' edici söz saldırılarına zaman zaman öfke duyuyordu.Hatta bir keresinde annesinin evlilik ile tehtit ettiği tartışma sırasında;yalnızlığının tek tanığı büyük terk edilmiş kırmızı kerpiçli evin gölgesine sığınmak olmuştu.Ne zaman yoğun bir duygu ikileminde kalsa, derdini paylaştığı,huzur bulduğu,özgürlüğün esrarına yenik düştüğü o eve sığınırdı.Cinselliğin bastırılmış 'arzu' larının açığa çıktığı gecelerin karşı konulamaz şehvetinde,soluk soluğa kalışının duyulmaması için çırpındığı tutsaklıkları,kırmızı kerpiçli evde özgürlüğün çığlına dönüştürdüğü 'mutluluk' fotoğraflarını aklına getirmişti.Çok istediği üniversitenin hayallerini,o çok sevdiği kırmızı kerpiçli evin dört duvarında kuruyordu.Yaşamında evin varlığı, düşlediği şehir yaşamının ete kemiğe büründüğü haliydi.Fakülteye girdiği ilk günlerde hafif çekimserlikle karışık naif mutluluğu evin gölgesinde hissetti.Daha önce böyle bir duygu yaşamadığını düşünmüştü.

Artık uyuyamayacağına kendisi de ikna olmuştu.Havanın sert ayazına aldırmayıp balkonda yaktığı sigaranın,soğuğun buharıyla karışan dumanını düşünceli düşünceli üflüyordu.Çocukluğuna dair zihinde film şeridi gibi hızla geçen olayları,denkleştirip sanki bir bütüne ulaştırabilecekmiş gibi çabanın yorgunluğunu yaşıyordu bazı zamanlar.Şuan içinde bu ruh halinin atmosferini taşıyordu.Yaşadıkları bir filme konu olmayacak,bir roman kahramanı yaratmayacak kadar sıradan birkaç önemsiz değişimlerden ibaret olduğunu düşünürdü hep.Sırf bu yüzden,arkadaşlarının arasında açılan aile ve geçmişe dair sohbetler onda,kırılgan bir içe kapanmayı getirirdi.Çok beklediği,günlerdik titiz bir hazırlık tezgahından geçtiği 'büyük buluşma' nın çakır keyf saatlerinde ummadığı 'geçmiş' kalıntıları onu masada esir almıştı.Suskunluğun keyifsizliğine,yakın geçmişin 'platonik aşkı' da eklenmişti artık 'sıradan' hayatına.İkircikli halinin belirsizliğinde bir an masadan kalkıp temelli gitmek gelmişti.Ama bu kadar kolay olmayacaktı.Sıradanlığıyla yüzleşmesinin belli ki zamanı gelmişti.Havanın tehtitkar ayazına aldırış etmeden ikinci sigarasını yaktı.

Babasını kaybettiğinde ilkokul çağlarındaydı.Babasıyla özel olarak paylaştığı anıların iyice siliklenmiş resimlerini aralamaya başladı zihnin paslanmış kapısından.Fazla konuşmayan,yüzü gülmeyen,sürekli meşgul görünümünde bu adamı çocukca bir merakın ürkek ruh haline gömmüştü.Annesiyle hararetli,bazende küfürlerle başlayan kavgalar, yerini portmantoda asılı bir ceketin alınması ve kapının hızla çeklip çıkılması ile sonlanan rahatlamaya bırakıyordu.Öyle kavgalar hatırlıyordu ki,babasının günlerdir eve gelmediği bile oluyordu.Hiç merak etmemişti nereye gittiğinide.Annesinin melonkolik yüz ifadesi, bu kavgalardan sonra hırçınlaşan bir nedensiz şiddetin ifadesine dönüşüyordu.Küçük kardeşiyle mağduru oynamaları, kendilerine atılan iki çift terlikle başlıyordu çoğu zaman.Hemen hemen bu sürece geliyordu kırmızı kerpiçli evin huzurlu kollarına kendisini bıraktığı günler.İlk keşfettiği günün, 'sıradınlık'ın arasından sıyrılan ayrıcalığını içinde esen tatlı bir meltemin varlığı ile hatırladı.Saate baktı sabaha birşey kalmamıştı.Artık uykusu iyice dağılmıştı.Kahve yapmak için mutfağa doğru gitti.
(Devam Edeceğim)

andacyazli@yahoo.com

2 Şubat 2011 Çarşamba

2010 Vizyon Dışı

Geride kalan yılın sinemasal notlarını tutmak her nekadar anlamlı bir 'duyarlılık' ın neticesi olsada,bu durumun vizyon içi ile sınırlı tutulması en büyük handikap gibi gözüküyor.Nede olsa sermaye erkinden bağımsız olarak yürüyemeyecek büyük bir sektörden söz ediyoruz.Dolayısıyla önceliklerin bağlayıcı ve belirleyici olduğu piyasa ortamında,büyük bütçeli veya bir şekilde geniş kitlelerce ilişkisi pragmatist sınırlılıkta çizilen filmler öncelikli olarak belirleniyor.Tek tip sinema salonlarının hegemonyası altında ezilen birçok sinema üretimi ya yeteri kopya sayısına erişemediğinden,ya da sınırlı bir kitleye sahip karakteristliği ile hasameti okunamaz hale geliyor.

2010 yılı vizyon filmlerinden önemli bulduğum birkaç filmi (The White Ribbon,A Serious Man..) önceki yazımda kısa bir değerlendirme kapsamında geçirdiğim, bugün asıl olarak adı daha çok festivallerde duyulan ve aralarında tür,mekan, dramatik gibi yapılarla ayrılan geniş bir yelpazede birkaç filme değinmeye çalışacağım.Böylece sinema hassasiyetimin sorumluluğunu yerine getirmekle birlikte, daha önemlisi sanatın içini boşaltan,beğeni ve zevkleri piyasa mantığına göre formüle eden ve ticari mantalitenin 'sanat' kavramını 'eğlence' ye indirgemeye çalışan mekanizmalarına karşı bir çift söz söyleme erdemi geliştirmedir.

Yılın alternatif vizyonuna ilk olarak 'Akvaryum (Fish Tank)' filmini gösterebilirim.Andre Arnold'un Kırmızı Yol'un ardından (Red Road,2006),Essex'teki banliyölerde geçen son filmi,ergenlik yıllarının çatışmaları ile başetmeye çalışan,aynı zamanda sorumsuz annesi ve genç sevgilisi arasında iyice sarsılan dans tutkusu 15 yaşında Mia'nın hikayesi.Mia'nın hayatı, eğlenceye ve sekse düşkün kayıtsız bir anne ile,onun genç sevgilisinin 'baba' ve 'sevgili' figürlerinin biraradaki karmaşasının hali arasında öfkeye ve kontrolsüzlüğe doğru evrilişinin öyküsü.

Fish Tank
Mia'nın öfkeye sebep olan iç-dış çatışmaları,onu tutkusu olduğu dansa yönlendirmektedir.'Dans' Mia için bir kaçışın sembolüdür.Mia'nın dans ve prova için boş bir apartmanı seçmesi,bu durumu somutlayan bir göstergedir.Ergenliğin boğucu ve inişli-çıkışlı ruh karmaşasının içinde,kendisine sığınak olarak seçtiği bir diğer simge ise annesinin sevgilisidir.Fakat eşzamanlı olarak çıkışsızlığının anahtarı olarak gördüğü 'dans' ve 'annesinin sevgilisi',Mia için hayalkırıklığının,aldatılışın simgeleri haline gelecektir.Söz konusu iki simgeden biri olan 'dans',Mia'nın katıldığı bir yarışmanın seçmelerinde 'kadın bedeni' üzerinden kar elde etmenin,yani kapitalist ilişkiler ağının parçası olarak,diğer simge 'annesinin sevgilisi' benzer şekilde Mia'nın bedenini satın alıp kandırma şeklinde gerçek yüzünü ortaya çıkaran ataerkil ilişkiler ağını oluşturcaktır.Sonuç olarak Mia'nın sığınak olarak gördüğü 'özgürlükler, onu kapitalist ahlak sınırları içinde hayalkırıklığının sarsıcı gerçeğiyle yüzleşticektir. Böylece Mia büyüyecek ve deneyimleri doğrultusunda 'yeni bir hayat' ın mimari olma olgunluğuna erişecektir.

Bong Joon-ho'nun 'Ana' filmi
Bir başka film olarak, son zamanlarda Güney Kore sineması ile birlikte anılan isim Bong Joon-ho'nun yeni filmi Ana (Modeo).Bong Joon-ho,Cinayet Günlüğü (Salinui chueok,2003) ve Yaratık'tan (Gwoemul,2006)'tan sonra,merkeze takıntılı bir anne-oğul ilişkisini yerleştirerek benzer filmlerden kısmen ayrılan 'özgün' bir cinayet hikayesi anlatıyor.

Köpek Dişi (Kynodontas)
Şiddeti ele alış itibariyle Haneke sinemasının kalıplarıyla karşılaştırılan Yunan filmi Köpek Dişi (Kynodontas),dışarıya tamamiyle kapalı bir evrende çocuklarını orta sınıf ahlak değerleriyle yetiştirmeye çabalayan bir ailenin filmi.Tedirgin edici atmosferiyle Haneke sinemasından izler taşısa da,zorlama yapısı ve metaforik dayatmalar ile birçok Haneke sinemasının yanında zayıf kalıyor.Yine de keşfedilmeye değer bir film.

Mafyatik ilişkilerin 'otorite' temelinde hiyerarşsini kurduğu Fransız hapisanesindeki Arap asıılı bir göçmenin, hiyeraşinin alt katmanından üst'e doğru yükselişinin bedellerini ve engellerini anlattığı 'Yeraltı Peygamberi (Un Prophete) diğer öne çıkan filmlerden bir tanesi. .Zorla işlettirilen bir cinayetle bu ilişkilerin ortasında kalan Malik 'Peygamberlik' mertebesine yükselirken,ilk işlediği cinayetin kurbanının halüsülasyonuyla bir iç çatışamnın, daha açık ifadeyle içindeki eski ve yeni'nin mücadelesinin kırılgalıklarını yaşıyor. 'Peygamberlik' mertebesi ise,geçmişin saflığından geleceğin 'zalim' liğine dönüşümün metaforik yansıması oluyor.Filmde ele alınan 'bireysel' dönüşümün toplumsal temelde izdüşümü, eskinin yeniye karşı kaybedişinin belirsizliği olarak anlam yaratıyor.

Henüz vizyon şansı bulamayan bu filmler,önümüzdeki aylarda kısmende olsa sınırlı kopya ile belli yerlerde vizyona girebilirler.Fakat bu olsa bile sinema salonlarını esir alan torpilli yerli bombardımanlar (New Yorkta Beş Minare,Kutsal Damacana vs) ve büyük bütçeli ne idüğü belirsiz hollywood filmleri, kan fetişizminden beslenen korku furyası,seyircinin bu tarz filmler ile ilişkisi kurmasının önünde çok büyük engel teşkil etmekte.

Not: Önceki yazımda geçen yılın İlk 10 filmini listelerken,sizinde görüşlerini burada paylaşacağımı söylemiştim.Gönderilen her değerlendirmeyi yazılarımın sonunda görebileceksiniz.Değerli dostum Ali Özden'in sinema ile olan yolculuğunun küçük bir kanıtı olan ilk 10 luk listesini sizlere sunuyorum.

         Ali Özden
  1. Ciddi Bir Adam
  2. Sihirbaz
  3. Beyaz Bant
  4. Oyuncak Hikayesi 3
  5. Hayata Çalım At
  6. Çoğunluk
  7. Başlangıç
  8. Bal
  9. Zindan Adası
  10. Sosyal Ağ

     andacyazli@yahoo.com          

1 Şubat 2011 Salı

2010'un Sineması

Geçen yılın sinema adına yaşananları hatırlamak,üstüne düşünmek ve beğeni kriterlerini belirlemek biz sinefiller için önemli bir olay.Çeşitli dergilerde ve sinema kuruluşlarınca, geride bıraktığımız bir yılın kapsamlı analizler ve subjektif değerlendirmeleri geleneksel bir hale bürünmüş durumda.Bu bağlamda yılın öne çıkan popüler filmleri,bağımsız yapıtlar,vizyon şansı bulamayanlar,yerli yapımlar,ilk filmlerini çeşitli festivallerde duyurmaya çalışan genç yönetmenler,büyük bütçeli hollywood filmleri gibi geniş yelpazede bir değerlendirmenin varlığı önem kazanmakta.

Geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi bu yılda vizyonda yer edinmiş filmleri mercek altına alarak,vizyona girmemiş ve ya birşekilde vizyon dışı kalmış filmleri de ayrı bir yazı konusunda ele alacağız.Yazının sonunda göreceğiniz ilk 10'a giren listeleme bu yılın vizyon kapsamında filmler için geçerlidir.Bu yazı çerçevesinde değerlendirmeye gerek duymadığım,daha açık ifadeyle sanat merciinde yer amadığını düşündüğüm yapıtları es geçeceğim.Ele almaya çalışacağım filmler,sadece benim değil bilinen bazı sinema odakların da (Altyazı,Merkez Sinema,SİYAD vs) merkezinde olduğu filmler.

Barton Fink
Bu kısa girişten sonra,bu yılın belkide en önemli sinema olayı olarak düşündüğüm Coen Kardeşler'in Ciddi Bir Adam (A Serious Man) filminini ayrı bir analize tutma gereği duyuyorum.Hemen her filminde yarattıkları karakterler ve olay örgüsüyle oldukça 'özgün' bir konumda bulunan üstadlar,dramatik unsurlarla besledikleri felsefi alt metinleri filmlerine mizahi bir mizansenle yedirmeyi başarıyorlar.Yakın zamanda hatırlayacağınız üzere İhtiyarla Yer Yok filminde, şiddetin ve iktidarın sarmaladığı kısır döngülerin ortasında, kirlenmeden kalabilmenin vatansızlığını Ed Tom Bell (Tommy Lee Jones) un bedeninde estetize ettikleri gibi,benzer düsturlara sahip başka kavramları aynı üslup ve mizah örgünleriyle diğer filmlerine de yansıtıyorlar.Örneğin 'Barton Fink' de cehennemmin tasvir edildiği otel odasının,bir yazarı zihinsel,bedensel ve duygusal her türlü tahakküm altına alan değer sistemlerine tekabül eden varlığı metaforik bir yapıya bürünüyor.Bir başka filmi 'Fargo' yine 'İhtiyarlara Yer Yok''a benzer biçimde şiddet tekelinin hapsedildiği küçük bir taşranın kendini üreten mekanizmalarının somut varlığı yani, 'çanta dolusu para' metaforu karşımıza çıkıyor.

'A Serious Man (Ciddi Bir Adam)' filminde ise,taşranın dar kalıplarına sıkışmış mizah ile örülü bir şiddet döngüsünün yerini,küçük ilişkiler yumağında sorunlarla başedemeyen bir profesörün sıkışmış tekdüze mekanı alıyor.Coenler her filmlerinde olduğu gibi,dar bir alana hapsettiği kahramanlarıyla ve türlü değerleriyle olabildiğince dalga geçiyorlar.Bizi çözülemeyen bir girdabın içine hapsederek onlarla aynı 'kaderi' paylaştığımız muhafazakar beklentilerin yanılgısını yaşatıyorlar.Rasyonelize ederek ve ya metafizik bir dogmatikliğe sarılarak anlamaya,içinden sıyrılmaya çalıştığımız olaylar mertebesini yerle bir eden muğlaklık ve çözümsüzlük ile  hepimizi köşeye sıkıştırıyor ve şu soruyu soruyorlar.Acaba uğruna mücadele ettiğimiz tüm olayların karmaşası bir fırtına ve ya ölümcül bir hastalığa yakalanmanın umutsuzluğu ile yerle bir olursa o zaman geriye ne kalır? Coenler, Ciddi Bir Adam'daki Larry'nin yaklaşan fırtına karşısında,Fargo ve İhityarlara Yer Yok'un dolu bir çantanın peşinde koşan amaçların bir bir ölümü ile bu soruyu bir kere daha sıkılmadan sormayı sürdürüyor.

A Serious Man
I.Dünya savaşı arifesinden hemen önce bir Alman kasbasında çocukların gözüyle faşizme giden yolun vahşetini anlattığı son filmi 'Beyaz Bant ile bu yılın tedirginliğini yansıtan diğer bir isim Michael Haneke.Üstadın filmlerinin kısa bir analizinin bile bu yazıyı fazlasıyla aşabilecek yapısının bilinçli refleksiyle,bu başyapıt hakkında söyleyeceklerimle sınırlı tutuyorum yazımı.1913 yılında bir protestan Alman köyünde geçen hikaye,çocukların evde ve dışarıda otoritenin tüm baskısının belirleyici güç olarak ortaya çıkardığı birtakım şiddet olaylarının izini takip ediyor.Haneke,babalardan sürekli bir biçimde dayak yiyen,cezalara çarpırtılan çocukların yetiştiği dünyanın 'Nazi' faşizminin hazırlayıcısı olan bir toplum tahayyülü ortaya atıyor.Yaşanan/yaşanılacak vahşeti anlamak için çocukların yetiştiği değer sistemlerinin varlığını kavramak gerektiğinin altını çiziyor.Haneke, bizlere totaliter rejimlerin toplumsal temellerinin mhafazakar aile değerlerinin şekillendiğini bir dünyayı, siyah,beyaz görüntülerin büyüleyici  evreniyle harmanlayarak yılın en iyilerinden birini bizlere armağan ediyor.
The White Ribbon

Yılın önemli bulduğum diğer filmlerin arasında, ilk filmiyle Altın Portakal'da ödül yağmuruna tutulan Seren Yüce'nin 'Çoğunluk'u,üçlemenin en keyifli ve Pixar'ın marifetlerinin doruğu Toy Story 3 (Oyuncak Hikayesi 3),Pedro Almodovar'ın Kırık Kuçaklaşmalar ve Semih Kaplanoğlu'nun Yusuf üçlemesinin son filmi 'Bal' bu yılın diğer öne çıkanlarındandı.Ayrı bir yazıda bu filmlerin detaylarına inmeyi düşünüyorum.Ayıca geride kalan yılın ardından sırasıyla beğenilerimi oluşturan ilk 10'luk listemi sizlerle paylşamak isterim.Eğer sizinde oluşturduğunuz listeniz varsa benimle paylaşabilirsiniz.Teşekkür ederim.

Kırık Kucaklaşmalar
YILIN EN İYİ 1O FİLMİ
  1. BEYAZ BANT
  2. SİHİRBAZ
  3. CİDDİ BİR ADAM
  4. BAŞLANGIÇ
  5. OYUNC.HİKAYESİ 3
  6. HAYATA ÇALIM AT
  7. KIRIK KUCAKLAŞMALAR
  8. ÇOĞUNLUK
  9. KOSMOS
  10. BAL
andacyazli@yahoo.com