22 Kasım 2011 Salı

Torino Atı,Nietzsche ve Oblomov

Bela Tarr'ın son filmi ’Torino Atı’ aynı Trier'in Dogville'nde olduğu gibi siyah bir ekran üzerinde beliren dış ses aracılığıyla açılıyor.Anlatılan hikaye,Friedrich Nietzsche'nin Torino'da sahibi tarafından kırbaçlanan bir atın boynuna sarılarak ağladığı ve olay sonrasında suskunluğunu bozmadan geçirdiği on yılın, ”anne ben ne aptalım” sözüyle sonlandığı bir yaşam kesitine uzanıyor.Hikayeye dış sesin gözüyle ortak olduğumuz bu kesit,146 dakikalık seyrin ana çatısını oluşturuyor.Film,bu noktadan sonra bir baba ve kızın uzak bir dağ kasabasında geçirdiği 6 günü kadrajlıyor.Söz konusu baba,Nietzsche'nin boynuna sarıldığı atın sahibi arabacı.Bir anlamda film,146 dakika boyunca kırbaçlanan o at ve arabacısına ne oldu sorusuyla ilerleyerek,büyük düşünür Nietzsche'nin felsefi dünyasını olabildiğince aralıyor.

Torino Atı’ ile ilgili özellikle dikkat çekmek istediğim iki ufuk açıcı yazı üzerinden ilerlemeyi düşünüyorum.Bunlardan ilki,Yekta Kopan'ın ”Varolmanın Dayanılmaz Ağırlığı” ismiyle kaleme almış olduğu yazı.Özellikle Kopan'ın Ergun Kocabıyık'ın ünlü kitabı ”Dolaylı Hayvan” ile imgeleştirilen hayvan motiflerinin,ruh/beden ve akıl karşılığına tezahür eden boyutları oldukça önem kazanmakta.Kopan'ın kitaptan alıntılar yaparak at imgesini bahse açtığı bölümleri,tarihsel süreçleriyle beraber düşünmek,filmi etraflıca ele almamızı sağlayacaktır.Özbudun kitabında tarihsel referanslarla örüntülediği at imgesini; Kopan'ın belirttiği üzere Mevlana'dan Freud'a kadar geniş bir yelpazede açıklama yoluna gidiyor.Kitapta yer alan beli kısımlardan hareketle at imgesi: ”Beden bir araba,Atman bu arabaların içindeki yolcu gibidir...Ayırt etme yetisine sahip ve zihnini kontrol altına alabilen bir insanın duyuları ise,bir sürücünün terbiyeli atları ile dizginlere itaat eder”. (bknz.Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği,Fil UÇUŞU.blogger.com).

Anlaşıldığı üzere bu alıntı at imgesinin film nedzinde ’ruh’ ile özdeştiğini yere vurgu yapıyor.Akıl,ise bedeni harekete geçirmek ve onu canlandırmak adına ruha(at) işkence ediyor,yani kırbaçlıyor.Yine Kopan'dan alıntıyla söylersek karşımıza şöyle bir denklem çıkmakta: ”At=ruh / Arabacı=akıl / Araba=beden.” Nietzsche'nin ’tinsel’ varoluşu esasında, ’ben’ ve ’benlik’ arasındaki ’akıl’ köprüsünden geçen ve aklın bedenden hareketle ’benlik’i varettiği yerle ilintilidir.”Beden büyük bir akıldır,tek bir duygusu olan bir çoğulluktur,bir savaş ve bir barıştır,bir sürü ve bir çobandır”.Dolayısıyla bedenin aynı zamanda ’savaş ve barış’ disturları olduğunu da anlıyoruz.Bu kavramları birer ’tinsel’ mücadele olarak algılarsak,zihnimizde şu şekil bir soru belirmesi muhtemeldir : Tinsel mücadelede,’büyük bir aklın’ eseri olan bedeni itekleyecek ruhun,azap çektirecek bir akla ihtiyacı var mıdır? Diğer bir deyişle ’akıl’ yok olmaya mahkum mudur? Filme tekrar geri dönersek; baba/kızın 6 gün boyunca fırtınalı dağ evinde kapana sıkışmışlığını,’akıl’ı yok oluşa sürükleyen bir imge,bir ruhsal kopuş (at'dan kopuş) olarak adlandırabilir miyiz?

Bu sorulara dayanak oluşturan mekan ve makan dışı bileşkelerini öne çıkarmamız gerekiyor.Baba ve kızın ağır fırtınanın ortasında bir nevi yaşam mücadelesine dönüşen,içinde temel gereksinimlerin (yemek,ışık,su) varlığı ile sığınağı teşkil eden ’ev’,yani mekan...Mekan dışı ise söz konusu atmosferin ötesinde bambaşka zorlukların yaşandığı,gotik ve karanlık bir evren.Bu evrenin,yaşlı baba ve kızı palinke almak için ziyarete gelen adamda gizli olduğunu görüyoruz.Filmin neredeyse en yoğun diyalok kısmını oluşturan bu sahne,ziyaretçinin tükenmekte olan bir mekan-dışının kaotik yanına dikkat çekerek aklı (yani babayı) bir tercihte bulunması gerektiği üzerine uyarıyor.Aklın ise bedensel devinimini gerçekleştirecek ruha ihtiyacı var.Peki ruh (at) gerçekten bedeni istiyor mu? Daha doğrusu,ruh bütün istemsizliğiyle aklı ikna edebilcek bir kuvvet uygulayabilir mi bedene? (Atın yemek yememesi,su içmemesi ve yerinden kıpırdamaması).

Akıl,son bir kez harekete geçiyor.Akıl bir kez ve son kez fırtınayla savaşmalı ve rüzgarın tehtitkar doğasını yenmeli,mekanın dışında var olmalı...Öyleyse akılla bedenin arasında bir köprü görevi gören ruh ikna edilmeli.Peki,ruh ikna edilmek istiyor mu? Ruh,aklın boyundurluğundan kurtulup ya çoktan öldüyse? (Nietzsche'nin ölümü).Gerçekten savaşmak istiyor mu? Hasbelkader, baba ve kızın dağ evinden kurtulmak ve uzaklara yolculuk için attıkları adım havada kalıyor ve bir kez daha mekan çekici kuvvet haline geliyor.Akıl,acı çeken ruhunu bu bedende taşıyamıyor.Kopan'ın yazısında belirttiği durum gibi: ”Aklın,o hasta bedeni sürüklemesi için ruhuna işkence ettiği bir dönem”i yaşıyor baba(akıl).

İkinci bahsetmek istediğim yazı,Şenay Aydermir'in Altyazı dergisinde kaleme aldığı ”Peki ya o at Oblomov'sa yazısı. Ivan Gonçarov'un tüm zamanların en önemli klasiği haline gelmiş ’Oblomov’u,bu filmin merkezine koyan kanıt, kuşkusuz yukarıda sözünü ettiğim mekan/mekan-dışısal olgusu.Oblomov,değişen bir dünyanın değişime ayak uydurmayan/uyduramayan bir karakter.Karmaşanın,koşuşturmanın gölgesinde eskiyi yadeden ve yeni olan her duruma kayıtsız direnç göstren bir soylu.Bu durum,Oblomov'un karşısına çıkan en yakın arkadaşı Ştolts vasıtasıyla somutlaşıyor.Ştolt ise tam anlamıyla Oblomov'un tam tersi bir kişilik.Temsil ettiği herşey,yeni dünyanın olanakları,değişimin getirdiği heyecan ile ilnitili.Oblomov-Ştolts ilişkisi bir anlamda mekan-mekan-dışı ilişkisine benziyor.Karikatürize edecek olursak eğer,Oblomov mekanı,Ştolts mekan dışını simgeliyor.

Oblomov ve Ştolts'un ’Torino Atı'na yansıyan boyutunu anlamlandırmak için iki soruya ihtiyacımız var.Mekan ve mekan dışlılığı çelişen ve çatışan iki zıt uç nokta olarak görmemizi sağlayacak Gonçarov'cu bakış mı? yoksa, her iki kutbunda aslında ’ruh’un ölümünü doğuran varoluşsal bakış mı? Şenay Aydemir konuyla ilişkili şu tespiti yapıyor: ”Gonçarov,Oblomov'da bir dünyanın bitip bambaşka bir dünyanın kapılarının aralandığını anlatıyordu.Nietzsche Torino'da o atın boynuna sarıldığında belki de kendi dünyasının bitişine ağlamıştı.Ama Bela Tarr,bildiğimiz dünyanın hangi yöne eseceği belli olmayan kuru bir rüzgardan başka bir şey getirmediğini,sığınabileceğimiz evlerin ise aynı boğucu rutini tekrarlamaktan başka bir seçenek bırakmadığını anlatıyor.”

Ya da Nietzsche'nin deyişiyle : ”Zerdüşt'ün gözleri bir delikanlının kendisinden kaçındığını görmüştü.Ve bir akşam,”Alaca İnek” denilen şehri çevreleyen dağlarda bir başına gezmeye çıktığında: o da ne,gezinirken bu delikanlıyı bir ağaca yaslanıp oturmuş ve yorgun bakışlarla vadiyi seyrederken görmesin mi? Zerdüşt delikanlının yaslandığı ağacı tuttu ve şunları söyledi:

Bu ağacı ellerimle sallamak isteseydim,gücüm yetmezdi buna.Oysa gözümüzle görmediğimiz rüzgar ona istediği gibi eziyet ediyor,onu eğip büküyor.Görünmez ellerdir bize en kötü eziyetleri çektirenler,bizi eğip bükenler”.

andacyazli@yahoo.com

20 Kasım 2011 Pazar

Geleneksel Hazlar

”Yusuf'da bizdendir,değil mi Yusuf?” Kısa bir irkilişten sonra kafasını ona doğru dönük yüzlere çevirdi.Zamanın unutulduğu ender anlar vardır.Onunla birlikte insan da unutulur.Unutlmayı yeğler.Kafasını kalabalığın içinde sessiz düşüncelerin toprağına gömer.Zaman farklı bedenlerin,konuşmaların ve gülüşlerin konağındadır ama geçici ve sıkılgandır.Belli ki zaman Yusuf'u hatırlayacak ve gelecek.Belli ki zaman Yusuf'u gözetecek ve buyurgan takılacak.Tıpkı şimdi olduğu gibi...Yusuf,zamanın zamansızlığına öfkelenmiş olacak ve ’hı hı’ cevabını boşluğa doğru üfleyecek ama nereye kadar.Hangi zamanın sıkılışını ve terkedişini bekleyene kadar! Babasıyla hemen hemen her sene- kendisinin pek sevdiği kelimeyle- ’geleneksel’ yaptıkları akraba ziyaretlerinden birisindeydi.Pek haz ettiği söylenmezdi.Zaten haz kavramını bir kadından ibaret saydığı yanılsama yıllarını geride bırakmıştı.Hazlar nerede başlardı,nasıl kuvvetlenir ve ne zaman sönümlenmeye yüz tutardı? Şuan içinde bulunduğu  küçük odanın yoğun ışığı ve gürültülü söz cıvıldamaları hazlar hakkında birşeye işaret etmiyor muydu? Hazlar ’geleneksel’ buluşmaların ’geleneksel’ konuşmalarında ’geleneksel’ çay servislerinin ’geleneksel’ sıcaklığında bir yerlerde olmalıydı.Eski yılların özlemle yadedildiği unutulmuş hazları ise odanın parlaklığına karışmakta; buluşan yeni ve eski hazlardan herkes payına düşeni almaktaydı.Yusuf,’geleneksel’ haz paylaşımından hoşlanmadığını belli edercesine ’burası çok sıcak oldu,biraz hava alsam iyi olacak’dedi.Çıktı.Mutfağın balkona açıldığı kapının önünde durdu.Kuzeni Cansu'nun balkonun demir parlaklıklarına dirseğini dayamış ve hafif sarkık bir biçimde sigara içtğini gördü ve yanına gitti.Oturma odasıyla bitişik perde duvarının içinden uğultularla karşık çocuk sesleri ve kahkalar duyuluyor, hareketlenmeler sürüyordu.Zaman belli ki terk etmemişti sıcak konağı.Sessizce ve karşılıklı ve durağan ve beklentisiz dumanları içine çektiler.Hazlar gecenin uğultusunu dumanlarla örttü.

Yusuf'un halası Rabia hanm,emektar çevikliğinden birşey kaybetmemiş dik bakışını övgüyle metettiği üç kızına çevirmiş,kocası Mehmet beyin güven aşılayan gözlerinden güç alarak ortaya atıvermişti kendisini.Kürsü hakkını en olağan şekilde, iki güzel kızını yetiştirdiği yüksek ahlak,dürüstlük,bağlılık değerlerini ’geleneksel’ tekrar ederek kullanıyordu.”Cansu'ya işyerinde tembih etmişler,işçilere iyi davranma diye.Aman kızım beni yine şaşırtmadı.Hiç durur mu tabi ki ağzının payını vermiş o patron denilen şerefsize.Babasıdır aynı.” Mehmet bey hikayelere yetişmekte güçlük çekiyordu şüphesiz.Son çay keyfi, ağır bir uyku bulutunun üstüne çökmesiyle sonuçlanmıştı.Yine de yüzünden eksik olmayan tebessümü hiç unutmazdı.Kasabanın saygılı,hak tanır ve düzenli bilinen esnaflarındandı.Otuz beş yıldır hiç durmadan iğneyle kazdığı kuyuyu derinleştirmiş ve elde ettiği başarıyı kızlarının iyi yerlere gelmesiyle olan bağını fırsat buldukça dillendirirdi.Aynı başarıyı kızlarından beklemek otuz beş yılllık sabrın ve didinmenin küçük bir armağanı olmalıydı.”Emel'de şu üniversiteyi bitiremedi.Bir oğlan bulmuş.Gülme kız ne var bunda halan bilmesin mi!Oğlanın babası Recep'in işyerinden.Namuslu bir adam diyor Recep.Oğlan da arada babasının yanına gelir.Bir kırtasiyecide çalışıyormuş.Askere gidecek yakında.Emel'de bitirir şu okulu.Sonra..” ”Canım dur allah aşkına bu ne hız,bırak gençler anlaşşın aralarında,hayırlısı neyse o olsun.Böyle herşeyi oldu bittiye getirmiyor mu bu kadın...” Yusuf nişanlın var mı?” Amcası Recep, ’geleneksel’ sorusunu ve sorudan sonra vereceği ’geleneksel’ cevabını hiç düşünmeden sallayıvermişti.Yusuf'dan önce babası devreye girdi.Entellektüel duruşunu,ağır el hareketleri ve telaşsız konuşmasıyla süsleyen,aile içinde ki ’eğitimci’ sıfatını bir koz olarak değil yeri ve zamanı geldiğinde gerektiği ölçüde az kelimelerle kullanan,espirili dilini her sohbetin içine katan Veysel bey konuyu bir çırpıda değiştirdi.Sanki Yusuf'un vereceği cevabı önceden sezmiş bir vaziyetin kırlangıcı gibi kendisine pek uymayan atiklikle : ”Yarın şu kiracı işini siz halledin,beni hiç bulaştırmayın zaten anlamam o işlerden biliyorsunuz...” Kucağında,uzun bir suskunluktan sonra huysuz çığlığını herkesin suratına vuran bebeği sallayarak cevap veren Emine hanım: ”Veysel abi olmaz öyle şey,o üçkağıtçı herife iki kelimeyi çok mu göreceksin...” Kocası Recep ise daha sözün tamamlanmasını beklemeden: ”Abim hep böyledir.Yarın gidip adama ne yapacağımı biliyorum ben.” Odanın çay,börek atıştırmalarıyla tatlı ve huzurlu birlikteliği,ansızın gergin bir tartışmanın cereyanına bırakıverdi kendisini.Yusuf, kanepenin köşesinde her türlü duygu tonlarından uzak bir melodiye kaptırmış gibiydi kendisini.Arada bir yanında oturan, kafasını arkaya dayamış ve benzer umursamazlık içinde düşünen Cansu'ya çeviriyordu yüzünü.Aralarında zaman zaman kısa konuşmalar oluyordu.Öylesine şeylerdi.Çok geçmiyordu ki,her ikiside tekrar içlerine kapanmasın.Diğer iki kuzeni biraz önce uykularının geldiğini söyleyerek ayrılmışlardı.Emel,gözlerini tavana dikmiş kimseye sezdirmeden uyumanın yollarını arıyordu.Mehmet bey ve Rabia hanım yükselen alevin kokusunu almış kurtarıcılar gibi kostümlerini kuşanmışlardı.

Veysel bey kargaşalardan oldu olası tiksinen ve gerektiğinde ender sinirli halini bu tür kargaşaların yatışmasına karşı kullanmaktan kaçınmayan bir adamdı.Oğlu Yusuf'la yol boyunca konuştukları meselelerde bile-ki bu meseleler sanat tartışmaları olurdu genelde- kargaşaya zemin hazırlayan her söz atışını elinin tersiyle itmiş ve yeniden doğmasına asla izin vermemişti.Bunun yanı sıra düşüncelerini, sorulduğu ve alakalı olduğu zamanlarda ince ve gösterişten uzak bir tavırla belirtir,hiç bir zaman karşısındakine dikta edici tarzda yaklaşmazdı.Uzun yılların hasatını biriktirmiş düşünceler basit bir kibre,aşağılayıcı bir kuşatmaya,sabırsız bir kine bürünmez;yerini ve zamanını iyi bilen bir bilgenin hoş sohbetlerini çağırırdı.Bu tutumunu,fakültede ders verdiği yıllarda da sürdürmüş,bu vesileyle öğrencileriyle iletişimini müzmin hazlara çevirmeyi bir görev bilmişti. ”Hazlar,çıkarların kenetlendiği ve sarmallaştığı yerde süssüz bir gökyüzü gibidir.Oysa hazlar,renklerle anlamlıdır.Yok mudur hazları o yüce tuvalde mavileştiren canavar.” sözlerini ilk kez babasından duymuştu Yusuf.Arabayla gelirken de kira meselesini Yusuf'a söz arasında açmış ve kısaca ”sadece yüz lira için ortalığı ayağa kaldırdırıyorlar” serzenişinde bulunmuştu.

Mehmet bey hararetle : ”Ne demek oluyor canım,yüz lira kolay mı kazanılıyor da..” Recep bey hemen arkasından homurdanarak : ”Abi,yarın beraber gideriz kira ücretini yüzüne söyleriz kabul ederse eder.Yoksa baksın başının çaresine..” Yusuf'da hafifden kıprdamış,tartışmanın gidişatına uygun bir pozisyon almıştı.En sonunda Veysel bey,tartışmayı daha fazla uzatmak istemediğini ima ederek : ”Tamam yarın gidecem ve söylemem gerekeni söyleyecem.Artık bu konu kapansın rica ediyorum.” Emine hanım son sözü içinde saklamadan büyük bir coşkuyla : ”Recep yarın abinle git.Veysel abi sen yalnız yapamazsın bu işi.Eğer bu iş hallolmaz ve kira işinde anlaşılmazsa tadilat başka bahara kalır.Malum Veysel abi,bizim aşağıdaki evde bu bahara kadar beklemez biliyorsun.”

Gece,yorgun koşuşturmasından kalan ne varsa derin nefes alış ve horuldamalara bıraktı kendisini.Artık çocuk sesleri,bağrışmalar duyulmuyordu.Erkenden yapılacak işlerin hazır bekleyişleri tan kızıllığıyla belirecekti.Kızıllık yerini aydınlığın çehresine bıraktığında ise,bütün hazlar sokakların,evlerin,avluların,bahçelerin,dükkanların arasına sızıp ’geleneksel’ yolculuğuna devam edecekti.Yusuf birden irkilerek uyandı.Bir çırpıda gecenin nöbetine ortak oldu.Kalktı.Üstüne hafif bir yelek aldı ve dışarıya çıktı.Cansu sabit bakışlarla sigara içiyordu.Sanki Yusuf'u bekler bir haldeydi.Sigarasını ağzında bir süre bekledikten sonra ateşi fitilledi.Nedense gecenin durgunluğunda ışıltılı ve fırtınalı bir enerjiye kapıldı.Anlamadan ve belki farkına bile varmaksızın iç dünyası dalgalandı.Gözleri gökyüzünde kamaştı.Babasının o garip sözü aklına geldi...

andacyazli@yahoo.com

18 Kasım 2011 Cuma

’İyi Olanın Tarifi’

 Badiou ünlü eseri Etik’te temel bir postulat öne sürüyor: Bugünün politik / sistem karşıtı hareketlerinin öncelikle kötünün ne olduğunu tanımladıklarını; iyininse ancak kötüden hareketle tarif edildiğini ifade ediyor. Dolayısıyla Badiou için öncelikli devinimin, yani “priori ” olanın, iyi olanın tarifi ve bu tarif üzerinden politik duruşun hatta “praksis” in gerçekleştirilmesidir. Badiou bu önermesi ile temel bazı dikatomileri de tahayyül etmemize olanak sağlıyor. Özellikle Foucault’ nun “deli- akıllı”, “hasta- sağlıklı”, “tembel- çalışkan”, “yoksul-zengin” gibi dikatomilerini ele aldığımızda,  iktidar teknikleri ( bu teknikler için bknz: Foucault, Hapishanenin Doğuşu) aracılığıyla daima öncelikli olarak “anormal- normal” çatısı altında birincilerin tecrit edildiğini görmekteyiz. Kuşkusuz ki iktidar, ikinci olguların korunmasını birincilerin tarifi üzerinden gerçekleştirir. Bu doğrultuda “iktidar ve direnç” olgularını da temel bir dikatomi olarak düşünürsek; toplumsal muhalif hareketler özellikle Marxistler özelinde daima iktidarın / kapitalizmin ne olduğu tanımlanır, daha sonra buradan yola çıkarak alternatifin / direncin ne olması gerektiği tariflendirilir. Nitekim Marxistler resmen açık bir tuzağa düşüp iktidar tarafından kıskaç altına alınırlar diyebilirim. Çünkü Sanem Güvenç ve Sibel Yardımcı’ nın dediği gibi her iki durumda da ilk tanımlanan, hareketi başlatan, yani direnişi önceleyen iktidardır. Daha açık bir ifadeyle, genel kanıya göre her zaman iktidarın kurallarını koyduğu düşünülen bir düzlem var önümüzde…


 Son kertede, “iktidar-direnç” ikiliğinde direnci belirleyen, daima iktidar olmuştur. Çünkü direnç grupları tekrardan belirtmek gerekirse özellikle Marxistler toplumsal muhalefetini; kötünün yani iktidarın, yani kapitalizmin ne olduğu üzerinden yola çıkarak ortaya koyar. Bu da kapitalizmin yahut iktidarın karakterize ettiği bir “direnç” den başka bir anlam ifade etmemektedir.


Michel Foucault
 Foucault iktidar- direnç meselesini şu sözlerle açıklığa kavuşturuyor: “İktidar ilişkileri kaçınılmaz olarak direnişe yol açar, her an direniş çağrısı yapar, direnişe imkân tanır ve direniş imkânı olduğu için, tahakküm uygulayanın iktidarı çok daha fazla kurnazlıkla tutunmaya çalışır.” Foucault da bana hak verircesine iki önermenin altını kalınca çiziyor. Birincisi, iktidar zaten direnç yaratır ve direnişe imkân tanır, ikincisi ise iktidarın çok daha fazla kurnazlıkla tutunmaya çalıştığıdır. Marxistlerin iktidarın bu kıskacında sıkışmalarının şüphesiz ki birçok sebebi var; ancak kanımca Foucault şu iki postulatıyla bunu çok daha net özetliyor: A. Muhalifliğe, bir ideoloji vermek ne derece anlamlıdır ki ben muhalifliğe araçlar yüklenmesini gerekli bulmuyorum B. İktidar ne herhangi bir sınıfın, bir grubun, bir odağın tekelindedir ne de kaynağı tek bir noktadan yayılır.


Montesquieu
 Kötünün ne olduğunun betimlenmesi üzerine buradan hareketle iyi olanın tarifinin ve iktidardan bağımsız bir direnç uygulamasının tarihsel önemimin kuşkusuz bir başka boyutu daha var. O da tarihin hangi taraftan ilerlediği sorusudur. Marx “ Felsefenin Sefaleti’nde ”  “tarih kötü taraftan ilerler ” demişti. Nitekim tarih, Marx’ ın dediği gibi adaletin, eşitliğin ve özgürlüğün ikna gücüyle değil;  krizlerin, savaşların, sınıf çatışmalarının ekseninde ilerliyor. Kuşkusuz ki bu tartışma Hegel’den Marx’ a, Marx’dan Balibar’ a, Balibar’dan Benjamin’ e kadar uzanan tarihsel ilerlemecilik tartışması. Ayrıca bu tartışma ancak başka bir yazıda ayrıntılı bir biçimde ele alınabilinir. Yine de küçük bir parantez açmak gerekirse Marx’ın bu sözlerini Hegel’in “ tarihi gelişmenin rasyoneli ağır basacak ve kötüden iyi doğacak önermesine ilişkin verdiği bir cevap niteliğindeydi.


Walter Benjamin
 Montesquieu sanki bu tartışmaya yıllar öncesinde metafiziksel minvalli bazı önermeleriyle katkıda bulunmuş. Montesquieu cumhuriyetçi, monarşik ve despotik olmak üzere üç hükümet tipolojisi yaratır. Birincisi, cumhuriyet ya da demokrasi: halk kütlesi veya aristokrasi veya oligarşi en üst erki elinde tuttuğu zaman. İkincisi, monarşi: prens belli temel yasalarla uyum içinde yönettiği zaman. Üçüncüsü, despotik: devlette böyle temel yasalar veya yasa koyucular ve yasa koruyucular olmadığı zaman. Cumhuriyetçi hükümetin ilkesi yurttaşlık erdemidir; monarşik hükümetin ki onur ve despotizmin ki ise korkudur. Montesquieu,  hakkın, eşitliğin, adaletin ve özgürlüğün geçerli olmadığı despotik devlet tarifinde hükümdarın yani fiziksel dünyanın mutlak gücünün sınırlayıcısını din olarak belirlemektedir. Despotik devlette kurallara ve yasalara bağlı olmayan yönetim vardır. İşte tam bu noktada Montesquieu dine Merton’cu analizle söylemek gerekirse açık ve kapalı işlev tadında bir fonksiyonellik kazandırmaktadır. Yani din, kanunların bittiği veya eksik kaldığı yerde başlar diyor Montesquieu.  Ona göre ancak din kuralları değişmez, çünkü amacı tek ve değişmez bir mükemmelliğe, "en iyi" ye yöneliktir; oysa kanunların amacı, gerçekleşmesi mümkün türlü 'iyi" lere yöneliktir. Dolayısıyla Montesquieu, akıl insanları iyi olmaya zorlar ve o akıl Tanrı’yı da iyi yaratır demektedir. Fakat Montesquieu’nun unuttuğu bir durum var Max’ın dediği gibi “tarih asla iyi taraftan ilerlemez, kötü taraftan ilerler”.  Walter Benjamin ise; Hegel ve Marx’ ı her şeyi kötülüğün üzerine inşa etmekle suçluyor ve “ tarih kötü taraftan ilerlemez, tarihin kötü tarafı ileler ” diyor. Tarihin kötü tarafı ilerliyorsa Tanrı’nın da kötü tarafı ilerliyor demektir.


 Marxistlerin temel yanılgısı olan “iyi” nin kötüden hareketle tarifi meselesi, gösteriyor ki tarihin hangi tarafı ilerliyor? tartışmalarının bir tezahürü olarak gerçekleşmektedir. Evet, Benjamin’ in dediği gibi “ tarihin kötü tarafı ilerler” fakat bu demek değildir ki “kötü” den bağımsız bir “iyi” nin tarifi yapılamasın. Ki kötüden bağımsız bir “iyi” betimlenemedikçe Marxistler ve bizler daima iktidarın karakterize ettiği bir “iyi” ye mahkûm edileceğiz.


 Emre Özcan
 Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji A.B.D, Yüksek Lisans Öğrencisi


 NOT: Değerli dostum ve yol arkadaşım Andaç Yazlı’ ya bloğunda yazı yazma fırsatını bana tanıdığı için teşekkürü bir borç bilirim.

17 Kasım 2011 Perşembe

Aşk ve İskele

Yüzü iskeleye dönük küçük bir otel var orada.Her daim donuk mavimsi sulara gözleri dikilmiş,alışılmışlığın kayıtsız gölgesinde sığınaksız ve çabasız bir kadının bekleyişleri sayılıyor otelde.Küçük bir odanının sürekli değişen ten kokuları sarartmış duvarları belki.Yatağın iki ucunda birbirinin aynısı iki komidin ve küçük bir farkla birbirlerinden ayrışan bekleyişleri.Soldakinin üzerinde, çapraz bir biçimde yayılmış,arka tarafı tavana bakan kalın bir rus romanı duruyor.Odanın sessizliğine hiç aldırış etmeden beklemekte...Sanki dünden kalma bir ayrılışın yaralı tanığı gibi.Daha düne kadar yabancılık çektiği,yılların tozlanmışlığına aldırmadan sabrettiği rafda kararlı bir elin kendisine uzanışını beklediği bir kitapçıya tekrar geri dönmüş gibi...Tekrar ve tekrar uzun ayrılıkların beşiğine atlayacakmış gibi...Kadınla benzer kaderin odasına hapsedilmişliği yaşıyor.O kadın; uzun işkencelerden sonra tahliye edilerek ölümün işlemez dakikalarını iskele başlarında tüketen Yusufla çırılçıplak gecenin koynuna uzandığı akşamın fırtınalarını biriktiriyor...bekliyor!

Yusuf ölümü beklediği küçük kasabasında kaybettiği yılların çıplak gerçekliğine varmış bir öfkenin,sabırlı ama bekleyişten uzak tezcanlığını yaşıyor.’Hapisane buraya çok mu uzak’ sorusunun bozulmamış çocuk ruhunu selamlıyor.Küçük mahalle arkadaşına vermiş olduğu sözü tutuyor ve ona bisiklet hediye ediyor.Bisiklet,Yusuf için özgür bir yurdu;kanla,işkenceyle susturulmuşluğun dışlandığı diyarları hatırlatıyor.Çocuğun,hayallerinin keşfedilmemiş kıtalarında canlanan hapisaneler,Yusuf'un benliğinde bisikletle varoluyor.Çocukluk arkadaşı Mikail'in kışın ortasında çıktıkları yayla evinde: ’Bir sosyalizm vardı oda yıkıldı amına koyayım’ sözleri ince bir tebessümün ifadelerini yaratıyor Yusuf'da.Mikail'in yenilgiyi baştan kabullenmişliği,Yusuf'un çektiği acıların üsütüne kıvrılmış bir yılan gibi sarılıyor.Sadece orada mı? Islak çimlerin üstünde telaşsız yürüyen salyangozu izleyen istemsiz gözlerde,Mikahil'in ’alıp başımı gidicem bu memleketten’ laflarıda,ölümün çalan çanlarını Yusuf'a hatırlatan cenazelerde,hediye alınan bisikletde,televizyonda bir rus balerine hayranlıkla bakan o nostaljik hayallerde bekleyişlerin üzerinde kıvrılan yılan gibi...kıpırtısız...sadece beklemekte!

Bir kitapçıdan çıkan kadının arkasından ’orospular kadar kültürlü olamadık’ sözleri...Hemen suratını acı bir eşkitmeyle söyleyemediği sözleri yansıtan cılız bir öfke...Yusuf'un öfkesi.Alınan bir rus romanı.Kesişen gözler.Bekleyişlerin sabırsız yolcuları.Kadının bir meyhane akşamı ’Tusuri Satrpialo’ eşliğinde Yusuf'la tekrar karşılaşması.Sonrasında sevişmenin iskeleyi coşturan dalgaları.Ölüm söylenmemiş bir söz kadar değerli,işitilmek istemeyen bir sır kadar korkunç...Komidinin üstünde ilk karşılaşmayı taçlandıran bir rus romanı.Ardından Yusuf'un kulağına fısıldanan : ’ rus romanlarından fırlamış gibisin’ sözleri...Ayrılık vaktinin ölümle birleştiği denizin durgun suları...

Çocuğun benliğindeki hapisaneler gibi uzağa kaçışın hayallerini ıslatıyor dalgalar.Hızlanarak ve her ikisinin asla gelmeyecek geleceklerine yağıyor adeta.Kadın komidinin üstündeki romana umursamadan dikiyor gözlerini iskeleye.Birazdan Yusuf belirecek orada.Çoktan terkedilen şehrin Yusufla baş başa kalan ölüm kokusunu duymadan ayrılıyor kadın.Kitap hala komidinin üstünde,yapayalnız.Yusuf iskeleye doğru yürüyor.Yüzüne sıçarayan suların serinliği aşkı vuruyor.İskele hayatında bir daha hiç bu kadar gri,azgın ve coşmuş bir duyguyu yaşayamayacak.Yusufla birlikte iskelede ölüme gidecek...

andacyazli@yahoo.com

15 Kasım 2011 Salı

Evet,Bu Bir Film Değil

İran sinemasında söylenmek isteneni binbir zorluk ve sıkkınlıkla dile getirebilme telaşı sezilir çoğu kez. Kiarostami'de bu tarzda bir telaş o kadar ince bir dokunuşta vakurlaşır ki, karakterlerin surat ifadelerinde müzmin bir haykırışa dönüşür,Farghadi'de söz söyleme derdi,günlük koşuşturmaların görünmeyen çeperinde gergin tonda hissettirir kendini.Geçtiğimiz aylarda izlediğimiz ’Bir Ayrılık’da işin içinden çıkılamayan,hemen herkesi cendere altına alan hukuk kapanının her bir çehreye yansıyan gerginliğini sezeriz film boyunca.İran Sineması,bazen bir yüzün alıklaşmasında,bazen sessizliğin derin ruh çırpınışlarında,bazen de söylenmek isteneni kılı kırk yapan titiz kamera hareketlerinde hatırlatır kendini.Bu hatırlatmayı en son Cafer Panahi örneğinde gözlemleyebiliriz. 20 yıl film yapamama ve 6 yıl hapis cezasına çarpıltırılan,filmler ve vermiş olduğu demeçleri ile otoriter rejimin kara listesinde yer alan yönetmen;’Bu Bir Film Değil’ çalışmasıyla İran sinemasının şaha kalkan atının isyan tekmesini belki son ama güçlü bir biçimde savuruyor.

Panahi görsel atmosferini kendi evinde kurduğu hikayenin; yasaklanmasına vesile olan çalışmalarını ’canlandırma’ usulü yeniden oynuyor.Çok küçük bir kısmının-final sahnesi- haricinde evin içinde adeta bir kapana sıkışmışlığa tank oluyoruz.Elindeki bilgisayar,kamera ve film videolarıyla Panahi; sinema yokluğunda neden ve nasıl yaşayamayacağını kanıtlama derdinde sanki...Filmlerinden kareler paylaşarak (Ayna,1997) ve bu karelerde ayyuka çıkan dolaylı bir söz söyleme sanatını yaşayarak,yasağın sadece kendisine verilmediğinin de altını çiziyor.Özgür düşüncenin askıya alındığı ve sanatın rejimler uğruna heba edildiği İran'da,hayalgücünün depreşen duygu selini bir filmin film olamamayışının akıbetine bırakıyor.Bu noktadan sonra ’Bu Bir Film Değil’ isminin gerçek manada gerçek bir film haline neden gelemeyeceğini de net bir biçimde anlamış oluyoruz.

Panahi halıların üzerine yapıştırdığı bantlar aracılığıyla hayali oluşturduğu kamera arkasının,büyük projlelerle varolan set mekansalılıklarının aksi üzerine düşünmeye sevk ediyor.İran sinemasının özüyle bütünleşen yaratıcılığın ayrıntılarını gördüğümüz bu karelerde,bir sinema yapımının küçük puzzellarından küçük ölçekte bir stüdyo kurmacası içinde buluyoruz kendimizi.Bir anlamda açığa çıkan şey;gösterilemeyenin ya da gösterilmesi mümkün olmayanın ne pahasına olursa olsun düşünsel mecrada tahakküm aracına hapsedilemeyeceğidir.Diğer bir deyişle,hayalgücüyle sağlanan,düşünsel pratiğin alanına giren çabaların hiçbir ikitidar sarmalında yer alamayacağıdır.İran sinemasının imgesel donanımlarla bu denli içli dışlılığı ve bunu Avrupa sinemasının görsel estetize taklitçiliğine kapılmadan başarıyor olmasını birde bu açıdan düşünmeye ihtiyaç var.

Finale doğru yaklaştığımızda ise Panahi,seyirci üzerinde çöreklenen sıkışmışlığın alternatifleri üzerinde geziniyor.Seyircinin bunun gerçekten bir film olup/olmadığı sorusuyla cebelleştiği anlarda sokak karşımıza çıkıyor.Naif bir biçimde sokağın bir filmi ete kemiğe büründürebilecek özgürlüğünü test ediyoruz.Panahi elinde kamerayla sokak kapısına doğru yönelirken,sokağın özgürlüğe doğru aralanacak bir yol mu sorusu kısa bir süre sıcak kalıyor.Çok geçmeden sokağın da alevler içinde yandığı gerçeği;ksıkıvrak sanatçı ruhunu sarmalayan iplerin hazırda bekletildiği ’çaresizlik’ yurdunu açığa çıkarıyor.

Evet,bunun bir film olmadığı ve olamayacağı sokak kapısının caddeye çıkan karanlık aralığından anlaşılıyor.Kamera derhal kapanıyor ve simsiyah perdenin üzerinde beliren ’Bu Bir Film Değil’ yazısı tek gerçeklik haline dönüşüyor...

andacyazli@yahoo.com

3 Kasım 2011 Perşembe

Leyli Meccani ya da Anılar Coğrafyası

Leyli meccani eski Türkçe'de parasız yatılı okulları anlamında kullanılıyormuş.İlgim,kelimenin-önceki ve şimdiki- kullanım şekli değil.Kelimeler elbette bulundukları halleriyle tarihseldirler.Durum,olay ve olguları açığa çıkarma misyonları göz önüne alınırsa,başlı başına tarihsel referans ölçütleri bile diyebiliriz.Düşüncelerim birden her nedense Walter Benjamin'in tarih incelemelerine gidiyor.Orada beni çeken mıknatıs manyetiği görünmez tarihin parçalarına yapışıyor.Ama leyli meccani diyorduk en son.Neyse,oraya geliyoruz.Benjamin,tarih anlayışını; tarihin muzaffer kaplanlarından çok yenilenlerin dergahına oturttuğu için olsa gerek leyli meccani özel bir anlama bürünüyor.Çünkü leyli meccaninin tarihsel bir yükümlülüğü var.Omuzlarında tarihin ’öteki’ neslini taşıyor.Tarih çocukları da doğal olarak,’öteki’ neslin mazlum iç çekişleriyle değil,zafer sarhoşluğunun yapay cennetinde yetişiyorlar.Leyli meccaniler ya yenilenlerin tarihsel analizlerinde ya da ’soğuk’ anıların ısıtıcı hikayelerinde,satır aralarına kalıyorlar.
”Parasız Yatılı'nın Düşündürdükleri” ismiyle kaleme aldığım geçen haftaki yazımın hedefi,toplumsal beleğin tersine direksiyon kırmış bir yazarın hayal evreninde gezinmekti.Parasız yatılı imtihan kuyruklarında geçen sessiz bekleyişler,taşralı yoksul çekingenliğin ’yabancı’ göz gezdirişleri,arkada bırakılanların birer özlem kırıntılarına dönüştüğü duygu iklimi,kahramanlık destanlarından kopuk makul insan seyrini çağrıştırdığı için önemliydi kendi adıma.Sanki bu durumu sezgisel kavrayışa,bir aşk hissiyatına hatta tarihi bir yükümlülüğün ezgisel ritmine dönüştüren o kelimeyi bulmuştum: leyli meccani.
Bir dönemin ılık bir ürperti ile anımsadığı bu yıllar neden tarihin yaldızlı kostümlerinde apoletlere dönüşemezdi? Halbuki,karanlık bir avlunun penceresinden giren ölgün ışıklar altında geçirilen soğuk geceler ne çok şey söyleyebilirdi insanlığa.Her bir leyli meccani geleneğinde yok muydu yenilgiler,zaferler,umut bekleyişleri,kavgalar? Kutlamalar,merasimler,büyük buluşmalar mesela? Anılar coğrafyasında ayyuka çıkan engebelli yüksek dağlar,coşan akarsular,bilinmez yollar,uçsuz vadi kıvrımları bu kutlamalarda yeni baştan hareketlenmezler miydi ? Ya sonraki gelenler için nasıldı durum? Leyli meccaniler büyüklerin nostaljik dalışları olarak mı görülüyordu? O yııların anlatılarında anıtsal hiç birşeye rastanmaz mıydı? 
Cavapsız bırakılan sorular Füruzan'ın edebi bahçesinde kuvvetli renk cümbüşlüğüyle beliriyor adeta.Füruzan'ın öykücülüğündeki leyli meccaniler tarihsel figürlere,’öteki’ tarihin yaşanmışlıklarıyla dönüşüyor ancak.Bunun nedeni oldukça basit: Belleksel tarihdir Füruzan'ın yarattığı.Kendi anılarının solmadan,hırpalanmadan başkalaşımıdır burada var olan.Renksiz,kokusuz,duyumsuz hayallerin devesa masal evrenine aktarılımıdır.Leyli meccaniler Füruzan ile birlikte tarihin sayılmışlıkları arasında yer bulabilir,anıtsal kılınabilir böylece.Füruzan'ların,leyli meccanilerin,Benjamin'lerin coğrafyasında,ötekilerin oluşturduğu ’enkaz’ tarihin ayrışmış parçalarından bir tablo elde edilebilir mesela.
Neden olmasın?
andacyazli@yahoo.com