31 Ocak 2011 Pazartesi

Bir Konuşabilse...

Gecenin hükmünün kayıtsızlığına karşı boşalmakta olan bir restorantın barında tek başına içen bir adam.Omuzlar çökük,başı eğik,yüzünün yarısını kapatan foteri ile gizemli bir melonkolinin havasına bürünmüş.Gecenin süregiden zifiri karanlığa karşı başkaldırmış bir mekanın renkleriyle,ışığıyla,simgeleriyle bütünleşmiş ama aynı zamanda tek başınalığın hüznünü tüm bedenine sarmalamış bir adamın ikircikli ruh hali.Karşısında,kendisinin tarifliğine benzer ama hüznün ayrıştırdığı bir adamın dik bakışları ve kışkırtıcılığın yegane temsili femme fatele misali kırmızı giysili kadının sigara içişi.Zamanın akışının durduğu yerde ikilinin karşısında onlarla konuştuğu anlaşılan bir barmenin mekanın parçasını oluşturan ve renklerin arasında apayrı bir temsilin duruşunu sağlayan diğer bir adamın varlığı.Hepsini biraraya getiren hüznün,gecenin,sessizliğin,erotik kıpırdanışların,başkaldırının resmi, Edward Hopper'ın 'Nighthawsk' da sentezlenen gücün içten içe karşı konulmazlığını yaratıyor.Diğer bir deyişle karşı konulamaz gücün doruğa çıktığı yalnız bir adamın manifestosu.Tıpkı 'Lost in Translation' (2003) da bilinmez bir dilin,anlamsızlaşan kelimelerin,iletişim özgürlüğünün sadece kendi kendine itiraf ve öfkeden ibaret sınırlılığının anlam(sız)lık dünyası.Belkide Lost in Translation ile Nighthawsk' i böylesine birbirine yaklaştıran şey,bu tek taraflı iletişimin sınırlarını ortadan kaldırmasından ötürü geliyor.

Edward Hopper'ın 'Nighthawsk' tablosu

Yazımın başlığı hüznün başyapıtı 'Lost in Translation' filminin türkçe isminden almakta. İletişimin manevi kozmik gücüne sarılmak isteyen iki insanın bir bar masasında karşılaşmaları kadar insanı etkileyen bir sahne olamaz.Hüznün ve çaresizliğin demir kapısı,haykırışların engin evreni iki halaturiyenin o karşılaşma anı.Soffie Coppola zamanın akışına ayak uyduran bir mucizeviyi sinema ile,Edward Hopper ise zamanı durdurarak aynı mucizeviyi resim ile ortaya çıkarmış.Sanatın evrenselliğni hüznün ve yalnızlığın buluşturduğu iki yalnız adamla kanıtlayan iki muhteşem eser.

Sırtını bizlere ve geceye dönmüş bir adamın hayat izdüşümü sanki tüm çıplaklığıyla hayatın yıpranmışlığına bir sırt çevirmenin metaforuna dönüşüyor.Geride kalanlar;pişmanlıkar,kaybedişler,ayrılıklar ile bütünleşen bir geçmişe sırt çevirmenin hali.Tükenmişliğin ve hayata devam etme zorunluluğun payandasını oluşturan çelişkiye hayat dediğimiz şeylerin vücut bulan yapısı.Hepsi Hopper'ın resminde anlam buluyor.

Metalaşmanın ve medeni tahakkümün tüketim ile yoğrulan gündeliğin ritüellerine tutunamayan,hafif jazz müzüği ile renklenen otelin tenha bir barında viskisini yudumlayarak yalnızlığa içen bir adam.Öyle bir ruh haliki kabusun tam ortasında bağırmak isteyipte bağıramamanın kıskacına sıkışmak gibi.Onu tüketen, burjuva sığınağını geride bırakıp gidememe cesaretsizliği değil,gidilecek yolda yalnızlığın korkutucu gerçekliği.Bu çelişkinin hayata geçtiği Los in Translation filmi işte böyle bir çıkışsızlığın resmi.


Lost in Translation
Lost in Taranslatio'ın karakteri ile aynı kısır döngünün buhranından mustarip diğer bir karakter ile yeniden başlamanın ve kaçışın gücünü temsil ettiği diğer bir sahne.Birbirlerine söylemeye cesaret edemedikleri ama ayrılışların sarılmayla iki gözyaşına büründüğü itirafların yürek burkan acısı.Kalabalığın kuytu karanlığına doğru yürürken,
halen küçük bir ışık huzmesinin varlığı ile arkalarını dönüp birbrilerine tekrardan bakmanın yalvaran çağırışları.

Hepimiz okadar çaresiz ve zayıfızki gözyaşlarımızın kurumasına fırsat vermeyen karmaşa dünyasının huzurlu yatağına girmeyi tercih ediyoruz.Tercih ettikçe ya arkamızı dönüp o acıklı bakışların yıpratıcılığa boyun eğiyor,yada yüzümüzü kaplayan bir foterin yarı karanlığına esir eden bir bilinmezliğin geleceğine sürükleniyoruz.

andacyazli@yahoo.com

27 Ocak 2011 Perşembe

Zaman,Mülkiyet ve Eternal Sunshine...

Zaman kavramına takmış durumdayım.Aslında aramızda Reha Erdem sineması ile başlayan bir tür çekici bir birliktelik var.Ben bırakdıkça peşimden gelen tatlı bir bela gibi.Bugünlerde hangi taşın altına el atsam altından, zaman'ın bize anlatmak ve göstermek istediği 'yaşanmışlık' ın türlü türevleri çıkıyor.Bazen kendini tekrar eden sıradanlığın tükenmiş topraklarında,bazen yitik bir aşkın özelinde,bazende eskinin ve yeninin karşılaştığı o ilk anın yıkıcılığında.

'Beş Vakit' filminde zaman,tanrının ulaşılmazlığını simgeleyen bir kudret gibi karşımıza çıkıyor. Yaşanmaya mecbur mutsuzlukların kaderine teslim edilmiş insanların nefeslerinde somutlaşan bir mekanizmaya dönüşüyor.Zaman'ın gücüne karşı koyamayan insanların 'aşk' ve 'isyan' nına gebe olan ölümsüzlüğün adı oluyor.

Bugün asıl olarak değinmek istediğim 'Eternal Of the Spotless Mind' (2004) filminde zaman kavramı. İlişkilerin özelinde üçüncü kişi olarak,hemde eski ile yeninin çarpıştığı 'tüketim' toplumumun baş döndürücü hızında, koşuşturmaların tam ortasında 'işte burdayım' der gibi ortaya çıkan iki türlü 'zaman' olarak.Bu konu bağlamında Siyad üyesi,sinema yazarı Fırat Yücel'in şu sözleri söz konusu birlikteliği çok iyi ortaya koyuyor. ¨ ...Sevgilinize aldığınız her sevgililer günü hediyesi yeni bir yılın daha geçtiğini ‘görünür kılar’. Modern yaşamda zamanın ilerlediği hissi, satın aldığımız ya da bir yerlerden toparladığımız ‘şey’lerle geçer insana. Zaman bir şekilde bu ‘şey’lerin suretinde maddeleşmiş; mülkiyet ilişkileri ve zaman algısı arasında kuvvetli bir bağ oluşmuştur. Bu yüzden son derece rastlantısal bir başlangıç cümlesi olarak gözükse de Eternal Sunshine’da Joel’un ağzından çıkan ilk kelimeler çok önemlidir filmin dünyasında: “Sevgililer günü üzerine rastlantısal düşünceler: Bu gün hediye şirketlerinin uydurduğu bir gündür”. Her sevgililer gününde aslında zamanı da satın alırız. Biz farkında olmadan büyük bir hızla akıp giden zamana, “dur, bugün 14 Şubat 2005 ve sevgilime hediye alıyorum” deriz. Böylece zamanın akışkanlığı üzerine bir çizik atmış oluruz. Modern yaşamın sonsuz koşuşturmacasını bir an için durduran ve bize zamanın geçtiğini hatırlatan bir çiziktir bu...¨

Eternal Sunshine of the
Spotless Mind
'Zaman' ve 'mükiyet' formülünde tartışılan bu birliktelik,kapitalist üretim araçlarının dönüşümünden meydana gelen bir 'hatırlama' ya tekabül ediyor..Böylece günümüz modern toplumlarında ilşkileri anlamlı kılan tüketim unsurları (hediye,dogüm günleri,balayı vs) kendilerini zaman üzerinden hatırlanır kılmış oluyor.Burada bize düşen,daha doğrusu beklenen görev ise zaman'ın (taşra ve feodal ilişkilerden farklı olarak 'Beş Vakit') hızla akıp giden doğasının önünde 'dur' dememizi sağlayacak tüketim kalıplarını devreye sokmamızdır.Ancak ve ancak ozaman zamandan soyutlanmış bir şekilde kendimize,ilişkilerimize ve amaçlarımıza bakabilmemiz mümkün olacaktır.

andacyazli@yahoo.com

25 Ocak 2011 Salı

5x2:Beş Kere İki

İtiraf etmeliyim ki Fransız yönetmen Francois Ozon şuana kadar bende pek sempati uyandırmamıştı.Elimin altında bulunan filmleri izlenmesi sürekli ertelenen, hafif bir önyargının kurbanları olmuşlardı.Ozon'un 5x2 filmi, yönetmenin doğasını ve ilişkilerin kırılganlıklarını genel olarak da modernist reflekslerin keskin dönemeçlerde berraklaştığı batı orta sınıf burjuvazinin ontolojisini anlamak için çok iyi bir fırsat sağlamış oldu.

Heşeyden önce Ozon hikayesini ters bir kurgu üzerine inşa ediyor.5 yıllık bir evliliğin sondan (boşanma) başa doğru (ilk karşılaşma ve tanışma) gidişinin öne çıkan evrelerine tanıklık ediyoruz.Mario ve Gilles'in evliliklerinin bitmesiyle başlayan film,otel odasında son sevişme,sarhoşluğun ilk aldatma itiraflarına gebe bir akşam yemeği,çocuğun doğumuna zaman ayıramama,düğün gecesinin mutlu dans edişlerini ateşli bir seksle sonlandıramama ile devam edip, ilk tanışmanın yaşandığı otel'in duygu kıpırdanışlarına vesile olan romantik bir plaj sohbetinin davetkar gülümsemeleri ile sonlanıyor.

                                                                 
                                             


Ozon, Mario ve Gilles çiftinin boşanmayla sonlanacak ilişkilerinin tüm hezeyanlarını ortaya sererek, bizi bu ilişkinin sarsılabilir doğasının ayrıntılarıyla baş başa bırakıyor.Gilles'in sevgilisi ile geldiği tatilde Mario ile tanışıyor olması, başka bir ilişkinin bitişinin de ayrıca başlangıcını yaratmış oluyor.Böylece yeni ilişknin ileride sonlanmaya doğru gidecek aynı türden fakat aktörleri farklı bir aşk/evlilik döngünün ilk durağını oluşturuyor.Bu döngü,evlilik tarihlerinin belirlenmesi,nikah başında sadakat ve sonsuzluk yeminlerinin atıldığı,sözlerin verildiği anlarla somutlaşan düz ve pürüzsüz bir yola girilmesiyle devam ediyor.Rollerin derinleştiği,beklentilerin gerçekleşmediği,şehvetin ve heyecanın yerini sıradanlığın alması  yol ayrımına doğru giden yolun ilk sancılı dönemeçlerini oluşturmuş oluyor.Bu dönemeç, Gilles'in homoseksüel kardeşinin erkek arkadaşı ile ev ziyareti sırasında kendini belli ediyor.Fransız şarapları ve yüzlerce kitabın bulunduğu rafların arasında derinleşen sohbet,liberal özgürlüğün uç sınrlarını zorlamasıyla aldatma hikayelerine dönüşüyor.Birbirlerine özgürce itiraflarda bulunan çiftler,Gilles'in içinde erkeklerin de dahil olduğu bir grup seks'in şehvetli anların ayrıntılarını anlatmaya başladıkça tüm liberal ortamın havası birdenbire bozuluyor.Ve Mario beklentilerine yenik düşmenin hayal kırıklığını yaşıyor.

Birbirlerinin özerk alanlarına müdahale edilmemesinin ve birey iradesinin kutsallaştığı batı liberal orta sınıf ilişkiler,Mario'nun karşı tarafa çaktırmayan bir kırılganlık tepkimesi ile bozulan yapının ilk aktörü oluyor.Gilles'in ...¨aldatma itirafları sadece Homoseksüellere ait değil ya...¨ sözleri ortamı yumuşatma girişiminden ibaret olsa da, hetroseksüelliğin kırılgan doğasına göz kırpan bir göndermenin ironisi sağlayan bir doku olmakla birlikte,yönetmenin araya serpiştirdiği usta dokunuşların da kanıtını oluşturuyor.


Dönemeçlerin belki de en keskin evresini oluşturduğu aldatma itirafları,başlı başına bir ilişkinin bitiş temellerini hazırlamıyor.Aksine öncesinde küçük sarsıntıların açtığı tahribatı gidermeye yönelik 'dürüstlük' ölçütünün sınayıcısı oluyor.Daha öncesinde doğum anında Mario'nun yanında bulunma cesareti gösteremeyen Gilles,hayata yeni bir üyenin girme endişesi ile korkunun tutsağı haline geliyor.Evliliğin belki de ilk kırılma noktası tam bu noktada gerçekleşiyor.Gilles hayatını ve ona biçilen özgürlük değerlerini tehtit olarak gördüğü çocuğun gerçekliği kaşısında kaçmayı tercih ediyor.Mario'nun önemli gününde yanında bulunan annesi ve babasının arasında geçen bir tartışma, bu korkunun 'erkek' daha doğrusu 'insan' doğasında nasıl önemli bir kırılmanın sağlayıcı olduğu gerçeği ile hepimizi yüz yüze bırakıyor.

Francois Ozon ilişkilerin bütün hallerini deşifre etmekteki ustalığı,aşkın tanımını evresel bir ayrılık sürecinin zorunlu çırpınışları olarak görmesinden ileri geliyor.Hepimizin üzerinde kutsalığın deli gömleği niyetinde giydirildiği değerlerin patolojikliğinde bir tür yanılgımıza işaret ediyor.İnsanın öncelikli kendi anlam ve bütünlüğünün menfaati sağlandığında,daha doğrusu çıkarlarına hizmet edildiğinde ilişkilerin mümkün olabileceğinin altını çiziyor.Bu süreç zorunlu olarak, kişilik çatışmalarını doğuracağından ayrılığın kaçınılmaz olduğunu tüm özgünlüğüyle söylüyor.2 ayrı insanın çarpımı (çatışması) 5 yıla tekabül eden ilişkilerin anlamının peşine takılan sıradışı bir yönetmeni tanımak oldukça heyecanlıydı.Hepinize tavsiye ederim.

andacyazli@yahoo.com

24 Ocak 2011 Pazartesi

Kot Taşlama İşçileri

Çizilmiş alanların çevresinde birbirimizin gözüne baktığımız,heran karşı tarafın olası eylemine yönelik müthiş bir dayanışma çadırı oluşturduğumuz ve zihnimizin öğretilen değerlerinin çizdiği bir dünyanın kapılarını sonuna kadar kapattığımız 'biz' dünyasının tüm reaksiyonları her fırsatta ortaya çıkıyor.İdeolojik,kültürel ve daha birçok ayrışmanın yarattığı bir içe kapanma durumu.Kodlanmış ezber yargıların cazibesi hepimizi bu 'sığ' dünyanın kapılarına kapatıyor.Farkında veya farkında olmadan yaftalayan statik bir 'dil' in kolaycılığına boyun eğiyoruz.Bu kamplaşma(lar)'ın dışında kalan,bir şekliyle dahil olamayanlar ise, oluşturduğumuz odalarımızın menfaat uyumunu, yani paralleliği sağlayan öğeler olduklarında anlam kazanır hale geliyorlar.Örneğin Silikozis hastalığından mustarip Kot Taşlama İşçileri.

Gündemin telaşlı kargaşasından türeyen kavramları ezberlerimize yedirdiğimiz hemen her saniye kendisine yer bulamayan,unutturulan ve kalıplarımızı bozup vicdanımızı ortaya çıkarabilecek özsel itibarileriyle 'tarafsızlık' konumuna ittiğimiz o insanlar.Rakamların birer lise tarih kaitaplarında araya sıkışmış isimler kadar bir değerinin olduğu günümüz dünyası.Ayrıca karşıya fırlattığımız taş yerine kullandığımız patolojikliğimiz. Resmi rakamlar bu hastalığa sahip kişilerin 1380 olduğunu söylüyor. Fakat hepimiz biliyoruz ki 'resmi' ile 'gerçek' arasında paradoksal bir ilişki vardır.Bu hastalıktan ölenlerin toplam sayısı ise 47.

Soner Yıldırım'ın 'Dönüş' adlı belgeselinde röpörtaj yapttığı Hacı Önal:'Tek istediğimi şey...sağlığıma kavuşmak...Herkes gibi gezmek...'.diye anlatmıştı onun bu 'tarafsızlık' halini, hemde o pek süslü cümlelerin önemini yitirdiği bir yalınlıkla.Önal'ın dileği gerçekleşmedi.Gürültülerin kapladığı azgın kalabalıklarda haykırışları duyulmadı.Duyulmadıkça gözyaşları aktı ve akmaya devam edecek.Önal'ın yaşamı hak ve hukukun sadece ölüm ile gerçekleştiği bir yaşamdı.Ölümün miras bırakıldığı bir haktı bu.Nitekim Önal'ın oğluda bu hastalığa sahipti.

Hayallerin sınırsızlaştığı,seçeneklerin güzel renklerle boyandığı, farklı-tatlı-kompleks yaşamlarımızın maddi/manevi mirasları.Bizden sonrakilere bırakacağımız 'fedakarlık' süsleri.Çok uzağımızda bir yerlerde sadece hastalığın miras bırakıldığı topraklar. Bu topraklar yeşertilmedikçe o sığındığımız topraklarda hiçbirimize huzur olmayacak.25 Ocak Salı günü gerçekleştirilecek 'Silikozis Hastası Kot Kumlama İşçileri ile Dayanışma Konseri' bizleri vicdanının ve hakkaniyetin çadırına davet ediyor.Bu davete kulak vermeliyiz.Sıkı sıkıya sarıldığımız birbirimizin korunaklı duvarlarından başımızı çıkarıp,gürültünün içinde haykıran seslerin taşıyıcısı olmalı ve yeşerticeğimiz topraklarda yeniden bir arada yaşam alanları yaratmalıyız.

andacyazli@yahoo.com

22 Ocak 2011 Cumartesi

'Yeraltından Notlar' ve Zeki Demirkubuz

Bugünlerde heyecanımın nabzını kontrol etmekte zorlanıyorum.Lakin ikna edici olduğunu düşündüğüm  geçerli bir sebebim var. Çünkü Zeki Demirkubuz'un yeni filmi yakında bizlerle buluşacak.Yetmez mi? Hemde, benim şehirle barışıklığımı diri tutan,dostlukların iki kadehle derinleştiği,üzüntülerin paylaşıldığı,final dönemlerinin kasvetinin atıldığı 'Tunalı' da gerçekleşiyor çekimler.Daha nolsun!..

Sinemayla kıyıdan köşeden haşır neşir olmuş herkes Zeki Demirkubuz'un sahiciliğini bilir. İnsanlığın kahredici yazgısı'nın derin hesaplaşmasıyla o denli bir yüzleşmeye girer ki,karakterler ile birlikte biz izleyiciler de bu yüzleşmein hakikatleriyle baş başa bırakılır ve bir nevi Demirkubuz'un suç ortakları haline getiriliriz.

Zeki Demirkubuz
Hayatın acı veren,yalnızlık senfonisinin çalındığı; loş sokaklar, bakımsız evler,üstlerinde yalınayak dolaşan çocukların oyun oynadığı kaldırımlar gibidir onun karakterleri.Köşeyi döndüğünüz her sokakta,kışın soğuğunda sığındığımız her kıraathanede karşımıza çıkabilen karakterlerdir.Bekir'in,Zagor'un,Uğur'un,Seniha'nın,Musa'nın yaşamlarıdır.Savruluşlarının,hırslarının,değişimlerinin,yazgılarının cennet/cehennemidir.Tarihsel yazgımız'ın belirlendiği hayatlarımız'ın mahremiyetini oluşturur tüm filmler ve karakterleri.Hepimiz hırslarımızın peşinde yokolurken,kıskançlığımızın kibrinde yoğrulurken,öfkelerimizi silahla dindirirken,umursamazlığın ykıcılı nihilistliğine kapılırken, onlarla özdeşlik kurar ve kendi tarihselliğimizin derinliğinde kayboluruz.

Zeki Demirkubuz
sıkı bir Beşiktaş taraftarı olarak da tanınıyor
Kendimi tutuyorum ve yazmak istediklerimi şimdilik hafızamın bir kenarına atıp, oluşturacağım Demirkubuz dosyası'nın  sayfalarını yakında teker teker  çevireceğimin sözümü kendime ve sizlere veriyor ve son söz olarak merakla beklediğim yeni filmine yani, yazımın başına dönüyorum.

Demirkubuz'un yeni filmi 'Yeraltından Notlar' Dostoyevski'nin ünlü romanının adı.Demirkubuz tıpkı 'Yazgı' da Albert Camus'un 'Yabancı' sının yerel uyarlamasına soyunduğu gibi,bu seferde Dostoyevski'nin romanının derinliğine nüfuz etmeye çabalıyor anlaşılan.Ek olarakta başrollerinde Engin Günaydın ve Sırrı Süreyya Önder'in olacağını da not edelim.

andacyazli@yahoo.com

21 Ocak 2011 Cuma

Modernist Refleksler

Modernist refleksler  o denli belirgin ki,attığımız her adımda peşimizden gelen bir 'yabancı' nın tedirginliği gibi.Her seferinde kaygımızı azaltacak biçimde geriye dönüp bakmamızı zorunlu kılacak kadar güvensiz.Ama geçici bir rahatlamanın sağlandığı kadar da huzurlu.Bu sentezlemeden meydana gelecek şekilde de tarifsiz bir post-modern halaturiye'nin vücudu.Bir şekilde farkı  olabilmenin 'kimliği' gibi sanki.Kenidimizi başkasının gözünde 'cool' görebilememizin anahtarı.Ya da ters düzlemde başka birilerinin ulaşılmazlığını kendi kendimize ikna ettiğimiz, yani 'kişiler arası hiyerarişi' nin en üstü ile en altını kabaca belirlediğimiz bir yaşam alanı.

Liberal değerlerin içselleştirilmesi  veya idealize eylemler şeklinde güncelimizi oluşturması,bu tarife uygun 'çift kişilikli' bir yapının da sağlayıcısı oluyor.Güncelimiz diyoruz çünkü;1)sadece kendimize itirafta bulunduğumuz yahut bulunma gafletine asla eremediğimiz özelliklerimizin 'komünal' yaşamları 2)Bu yaşamların gizlenmesini kolaylaştıran modernist reflekslere sarılma şeklinde ortaya çıkan 'çift kişilik' anotomisi.Tuhaf ama bir okadarda olgunlaştırıcı bir iç çatışma durumu.Hem 'tedirginlik' in (2.duruma tekabül),hem de 'geçici bir rahatlama' nın (1.duruma tekabül) varlığı.

Kişiler arası ilişkilerde de yanılgımızın kanıtını oluşturan 'tanıma/tanıyamama' ikilemi.Çok iyi tanıdığımızı sandığımız en yakın kişilerin (anne,baba,eş,dostlar vs) bile 'yukarıda da değindiğim gibi' kendisine dahi itiraf etmekten korku duyduğu birtakım kişisel kodlarının olduğu gerçeği.Varlığına tanık olamayacağımız ama bambaşka bir hayat'ın hakikatini oluşturan bilinmezler.Tabii çif kutuplu bir insan portesinin de bir tür çift taraflı bir yabancılaşma durumuna tekabül edebileceği gerçeği işin başka bir boyutu.

İnsan doğasında gizemili bir şekilde varolabilen bu çif kutupluluk,sözün dönüp dolaşıp geleceği modernizasyon ile şu şekilde bir bağın olduğunu düşünüyorum.Komünal  ile çağdaş yaşam arasındaki uçurumu belirginleştiren,pratiklerimizi ve davranış kalıplarımızı yoğun bir şekilde estetize eden yani 'bir başka ben' i yaratan sunniliğin kişiliğini oluşturmasıdır.

Bu durumda refleksler kronikleştikçe,insan ilşkileride eşgüdümlü bir etkileşimin parçaları olabiliyorlar.İlişkiler hem kendi özerk alanlarını yaratan,hem de birbirlerinin kişisel alanlarının üzerini örten bir sis perdesi oluveriyor. 'Modernite' yada 'liberal olabilme patolojisi' bu şekilde bir halaturiyenin karmaşasını inşa ediyor. Tüm bunları yazarken,modernizmin reflekslerinden biraz olsun araınabilmeyi ümid etmiştim.Bilmem başarabildim mi!

andacyazli@yahoo.com

20 Ocak 2011 Perşembe

Düşlerin Melenkolisi

Gözünün önünden akıp giden yaşamlar bir bir sis perdesini aralar, çok uzaklarda değildir gördüklerin.Trenin buğulu camına yapıştırdığın başının sallanmasının farkına varamazsın.O kadar dalmışsındır ki, kalp atışlarını dizginliyemeyen o bakışların davetkarlığını hatırlarsın.Öylece karşına dikilir, sana bakar ve yüzün kızarır daha ileriye gitmek istemezsin.Sanki bir suç işlemişsin gibi...Hatırladıkça boğazına düğümlenen o sözleri neden haykıramadığının öfkesini biriktirisin içinde,o öfke birikdikçe duyguların azgın dalgaları oluşturur dinmeyen,sen o dalgalara kararlıca yürüdükçe boğulur gibi hissedersin ve ölecek gibi..ölüm çok yakındadır istemediğin kadar yakında sadece bir adım uzağında.O beklenen adımı atamazsın ve atamadıkça tekrar başa döner durusun.Tıpkı 'Sisifos'un taşı taşıyıp zirveye ulaşmadan geri aşağı düşmesi gibi..

'Kader' diye geçirirsin akılından halbuki hiç inanmadığın.Ama ya öyleyse diye sorarsın içinin kıpırtılarına! cevabını beklersin bir süre asla gelmiyeceğini bilemene rağmen...Kaybettiklerini tekrar kazanmanın ütopyasını düşlerisin ve zihnin kurgusal cennetinde kendini onunla birlikte bırakırsın sonsuzluğa...Kibrinin seni prangalara hapseden tahakkümünden kısa bir süre kurtulursun.Kendini tartamadığın gerçekliğin terazisinde hep en aşağıda kibrin yüceliğine yenilirken bulursun. Ağlamaklı bir itirafın soğukluğunda ürperirsin.Tren'in geride bıraktığı yollları,ağaçları izlerken.İtiraf edemezin ama içinden o ağlamaklı sesi duyar gibi olursun,kulaklarını tıkarsın ama nafile!adeta sana inat dökülür ağzından 'Asla geri dönmeyecek hazlarım,düşlerimin uzak bir çölünde kalmış kahkalarım ve sarhoşluğun sıcak güveninde gözlerini kapayıp kollarını omzuma attığın o gece asla geri dönmeyecek'

Yolculuk devam eder,içinde ki dalgalar azdıkça itirafların panzer etkisiyle savrulursun.Hasta anneni hatırlarsın.Seni hatırlamayan,sendeki yokoluşun resmi tanığı gibi bomboş bakışkarını üzerinde hissedersin.Konuşamazsınız, lal kapısından geçmişsindir bir kere! geride bırakacaklarını düşünürken sorarsın bir kere daha 'Anne insan neden çürüyüp gider'...

Yolculuk devam eder.geçmişin masum tanıklığını yapan yol arkadaşını hatırlarsın.Hiç ayrılamadığın köpeğini artık sana ihityacı olmayan kızına emanet ettikten sonra karşılarsın onunla.Bir yerlerde seni beker sanki! kimsesizdir öylece sokakların ana kucağına bırakmıştır kendini! yanına alırsın son bir kez daha yaşadığının ispatını yapmak için onunla konuşursun.Tıpkı anneni son gördüğün gecede sorduğun soru gibi neden! dersin Neden? İnsan çürüyüp gider...

Artık veda etmek zorundasın,tıpkı annene,kızına,köpeğine veda eetiğin gibi ona da veda etmek zorundasın.Ama kolay olmaz yapamazsın! o masumane gözlerini üzerine dikmiştir.Zorundasın ağlayamazsın.Ayrılırsın son bir kez bakarsın o ışıldayan gözlere,arkanı döner ve yürümeye koyulursun son vedanın ağır yükünü taşıyamaz ve haykırısın.'Gitme'...

andacyazli@yahoo.com

19 Ocak 2011 Çarşamba

Mesai ve Kum Saati

Yıldırım Türker 15 Ocak tarihinde Radikal'de kaleme aldığı 'Marcos'un Dili' yazısında,ünlü Meksikalı devrimci Marcos'un mücadele ve varoluş felsefesini anlattığı şu cümleleri alıntı yapıyordu.'...Çelişkiyi,yerleşik düzenin 'mesai saati'yle yerlilerin 'kum saati' arasındaki uyumsuzlukta görmek..'Marcos'un davasını bu söz üstüne temellendirmesi,kuşkusuz sadece belli bir bölgenin başkaldırısına değil aynı zamanda farkı mekan ve zamanlarda ortaya çıkan türlü baskılara karşı boyun eğmemenin evrensel tipolojisini içerdiği için bu kadar çarpıcı bir söz haline gelmişti.Birilerinin zihinsel çerçevesinde programlanan saatlerin dışında, kendi saatlerini belirleme ve düzenleme özgürlüğünün olabileceğini haykıran insanlara uygulanan 'işkence' saatlerini durdurmaya yönelik olduğu için bu kadar evrensel bir duruşun metaforu olabilmişti.

'Beş Vakit' filmiyle başladığım sonu belirsiz sinema/isyan yolculuğum, büyümenin ve büyüyemenin yarattığı çelişkileri,'mesai saati'yle 'kum saati' arasındaki çelişkide görmemi sağladı.Eril abilerin otoritesinin mecburi yaşam saatlerimizin her bir karesine sıkıştırılan hallerinin insanlarını düşünürken;.Mesai saatlerinin kurucuları tarafından kırbaçlanan kimsesiz çobanı,çiftleşen hayvanları şaşkınlıkla seyreden bir kız çocuğunun suratına taş atanları,sopaların 'kitap' babaların 'öğretmen' olduğu çocukların dünyasını düşünürken...

Ya da 'kum saati' nin 'mesai saati' nin intikamını aldığı, özgürlüklerin mahrem saatlerinde 'suçlu' dakikaların orgazmına erişebilenleri düşünürken;babadan 'nefret' eden çocuğun ölüm planlarını,dedelerden azar işiten babaların okkalı küfürlerini,çocukların zamansızlığın anlamına denk düşen boşluğa ölü gibi sarkan bedenlerini düşünürken...

Reha Erdem sinemasının zihinsel labirentine düşmenin tatlı bir okadar da ürkek ruh halinin çırpınışlarıyla;Aşk ve isyanın,zaman ve mekanın,büyümenin ve büyüyememenin,mesai saati ve kum saatinin tüm çelişkilerini anlama ve anlamlandırma çabasının mutluluğunu yaşıyorum.Reha Erdem Marcos'un ifadesiyle '...Dünyanın mesai saatlerine kayıtsız şartsız ayak uydurmayacağını' nın sinemasını dert ettikçe  mutluluğum daha da bir artıyor.

andacyazli@yahoo.com


16 Ocak 2011 Pazar

Zaman Beş Vakte Ayrılırken...

Söz konusu Reha Erdem ve sineması olunca,'zaman' ve 'mekan' ın bileşminin oluşturduğu 'durağanlık' ve 'isyan' denkleminden doğan 'hayat' parçacıklarını deşifre etmemek mümkün olamazdı.Nitekim 'Zaman'ın ve Mekan'ın Sineması' tamda bu durumun karmaşasını ima ediyordu.Eğer ki Erdem sinemasının karmaşık dünyasını basite indirgiyecek bir biçimde tarif edicek olsaydık; Zaman ve mekan'ın eşzamanlı düzleminde beliren çatışmaların,hayata tutunma çabalarının,özlemlerin,başkaldırıların,tutkuların,kavgaların,isyanların yani genel olarak 'büyüme' nin ve 'büyüyememenin' sineması olarak adlandırabilirdik.

Bir aralar Merkez Sinema Dergisin'de Engin Ertan'ın kaleme aldığı 'Büyüyememişler ve büyümeye çalışanlar' (Ertan,E.2006) yazısı tam olarak bu fikir üzerine hareket ediyordu.Çok katmanlı olayların salt zamansal düzlemde yansıtılan değişimlerin 'insanı, yani, 'büyümek' ve bu 'zaman' doğrultusunda kuşaksal çatışmaların ortasında kalan,otorite'nin kancasında çırpınan, 'yalnızlık' ın esir aldığı bedenlerin insanı, yani,'büyüyememek'. Bu iki zıtlığın yeşerttiği coğrafyada,türlü varoluş savaşlarının verildiği,otoriteyle daraltılan alanlarda sığınakların keşfedildiği 'büyümenin/büyüyememenin' türlü hallerine tanıklık edildiği  'author' evreninin her alanında Reha Erdem sinemasının izlerini görmemiz pekela mümkündür.

Beş Vakit
Şimdi genel olarak Erdem sinemasında, çıkış noktamız doğrultusunda da 'Beş Vakit' filminde bu iki kavramımın nasıl sinemasal bir yaratıcılığın malzemesine dönüşebildiğini ortaya koymaya çalışalım.Çocukların dünyası,yetişkinlerin dünyası kuşaksal farklılkların tezahür ettiği çatışma ortamları,öğrenilen/aktarılan geleneksel yönetemler,duygu-davranışların ortaklaştırdığı kollektif şikayet ve başkaldırılar gibi birçok temanın, içiçe ama aynı zamanda çatışan nesneler bütünü şeklinde farklılaşan bunun gibi ve benzeri hemen herşey 'Beş Vakit' de parçalar şeklinde karşımıza çıkıyor.Çocuklarını cezalandırmaktan geri durmayan babalar kadar,dedelerden her fırsatta azar işiten,boyun eğen,buyurganlaşan babalarda mevcut.Aynı zamanda, anne-babanın sevişmelerine tanık olan ergen kız çocuğu,çocuğunun öğretmenini arzulayan riyakar bir baba,her durumda oğlunu günah keçisi ilan eden huysuz bir anne,köyün sahipsiz çobanını sopayla döven bir adam da bu karelerde mevcut.

Tüm bu bileşimlerin meydana getirdiği bir 'büyüme' hikayesi.Ve yine kendini tekrar eden ve süregiden olaylar ve durumların da çıkıssızlığında beliriveren 'büyüyememe' hikayesi.Tıpkı zaman ve mekan'ın garip bir biçimde birraya gelmesi gibi, Erdem sinemasında  'büyümek' ve 'büyüyememek'  tam da bu şekilde  biraraya gelebiliyor.Böylece babalarının (kendilerinin de öğrendiği şekliyle) emirgan ve son sözcü otoriteryen rollerinin altında ezilen çocuklar ın büyümesi/büyüyememesi gibi,aynı tutumdan muzdarip babalarında büyüme/büyüyememe hallerine tanıklık ediyoruz.Kendini her defasında tekrar eden ve tüm ilişkileri hiyararşi temellerine oturtan bu devinim,muhattabları kendi sığınak dünyalarının boşluğuna hapsediyor.Bu boşluğun gölgesinde varoluş mücadelesinin savaşları veriliyor.Tamda bu noktada 'aşk' ve 'isyan' ın karşılıklı sevgi-nefret ikileminden doğan büyüme/büyüyememe nin sancılarını var gücüyle ortaya çıkıyor.Filmin sık sık kullanılan kimi sekanslarında, çocukların cansız birer beden gibi yatmaları nihilist bir duygu patlamasının ölümü arzulaması şeklinde  değil,bahsettiğim bu boşluk dünyasında 'patriarkal ilişkilere' bir başkaldırı, dolayısıyla sığınma ve kaçış işlevi görüyor.

Patriarkal hiyerarşi'nin en alt kesminde yer alan ve sürekli ezilen bir özne konumuda olan 'kadın' da tüm bu sıkışmışlık halinden nasibini alıyor.Anne babasının sevişmesine tanık olan  genç bir kızın,tanıklığının 'günah' algısıyla bütünleşen suçluluk duygusuna ağlaması benzer bir döngüyü işaret ediyor.Ve ya muhtemelen şehir hayatının liberal değerleriyle yetişmiş bir öğretme'nin köyün erkekleri tarafından cinsel arzuya dönüşmesi ve bunun çok gizli bir şekilde yapılıyor olması yine bu döngünün farklı tezahürlerinden.Tüm bu ilişkiler ağında, zaman'ın 5 ayrı bölüme bölündüğü tek bir günde geçen yaşamların filmi 'Beş Vakit,' hayatın kendini tekrar eden ve sürekli yenileyen,kuşaktan kuşağa aktarılan ve akabinde mutsuz insan hallerinin yaratıldığı değerlerin,büyüme/büyüyememe hallerine denk düştüğü dünyaları kusursuz bi sinema diliyle anlatıyor yönetmen.

Zaman 5 vakte ayrılıyor,her vaktin kendine özgü bir akışı ve tabiki ilişkilerinde bu zaman dilimlerinde yeri ve rolleri var.Birbirini takip eden ama bütünselliğini asla yirimeyen ilişkilerin yaşandığı tek bir zaman ve varettiği tek bir mekan var.Dediğim gibi zaman akıyor,zaman aktıkça büyüme halleri büyüyememeye dönüşüyor.Sabah ezanla açılıyor akşam ezanıyla bitiyor.Mekanlar ve zamanlar farklılaşıyor,zaman durağanlaşıyor ve hatta duruyor.Geriye adına hayat dediğimiz anların boşluktaki cansız bedenleri kalıyor.

andacyazli@yahoo.com

12 Ocak 2011 Çarşamba

Zamanın ve Mekanın Sineması

Önceki yazım 'Adına Hayat Dediğimiz...' ile gündelik hayatımızın açmazlarını 'detaylar' ile ilşkilendirme gibi bir tema'nın derinliğine nüfuz etmek istemiştim.İnsanın türlü duygu hallerini kendimce analize kalkışmanın sebestliğine kapılmış, aslında hiç hesaba katmadığım 'aşk ve isyan' ın çatışmasından meydana gelen 'hayat' sislsilesinin Reha Erdem sinemasıyla bir bütünlüğe ulaştığının farkına varmıştım.İyide etmişim böylece Reha Erdem'in başyapıtı 'Beş Vakit' hakkında söylemek istediklerimi yazmamın bahanesini oluşturmuş oldum.

Korkuyorum Anne
Reha Erdem sinemasının doğasını iyi anlamak herşeyden önce 'zaman' ve 'mekan' kavramlarını iyi ifşa etmekten geçer.Erdem sinemasında 'zaman', akıp giden soyut bir varlıktan öte,akmayan durağan ve inatçı bir kavramı ima eder.Durağanlığın hüküm sürdüğü coğrafyalar ise Reha Erdem'in 'zaman' kavramının 'mekan' ile birlikteliğini vurgular.Mekanlar farklı hayat tarzlarının ve karakterlerin gelmiş olduğu geçmişin izlerini taşır.Bazen karşımıza 'pastoral' bir köyde ataerkilliğin hüküm sürdüğü feodal ilşkiler ile (Beş Vakit),bazen gayet fransızvari kasvetli  İstanbul sokaklarının karakteriste olduğu bir 'suç' hikayesi ile (Kaç Para Kaç),bazen de yaşam döngüsünün her annının bir doğu-batı sarmalının çatışmasına hapsedilen orta sınıf'ın arada kalmışlığının 'İstanbul' unda karşmıza çıkar (Korkuyorum Anne).Ama mekansal farklılığın bu denli keskinliği, bizi Reha Erdem sinemasının teması ve amacında benzerleştirir ve biraraya getirir.Diğer bir deyişle Reha Erdem sineması tüm bu farklılıkları, özgünlüğün potasında eriterek  tek bir mekana sığdırır.Mekanlar farklı olsada 'hayat' ve 'dert' aynıdır.

Zaman ise tüm mekasal farklılıklara eşlik eden ve tüm insalık halleri'nin tekdüzeliğini,akıp gitmeyen yaşamsal savaşınımların metaforuna dönüşür.Beş Vakit'de bir günü 5'e bölen anların yaşanablirliği/yaşanamazlığı ile kısır bir döngünün varlığı bu 'zaman' da somutlaşır.Yine benzer bir şeklide 'Korkuyorum Anne' de 'zaman' yaşam döngüsünün (çocukluk,gençlik,sünnet,nişan,evlilik,evden kopuş) tüm çatışmalarını ve ilişkiler boyutunu aynı durağanlık ile, yaşam savaşına çeviren şeyin yansıması olur.

Beş Vakit'de 'mekan' ın varlığı (ücra bir köy) bizatihi 'zaman' ın 'varoluş' unu yaşatır.Şöyle ki çocuklardan babalara,babalardan büyük babalara kadar uzanan geniş yelpazadeki geleneksel ilişkilerin varlığı,otorite'nin buyurganlığı ve ortaya çıkan zorunluluklar/sorumluluklar tüm bu durağanlığın içinde mekansallaşır.İlşkiler ağı tek bir günün içinde yaşanır ve yaşatılır.İlişkiler ağı denilen şey ise 'mekansal' ve 'zamansal' olduğu sürece anlamlıdır.

Benzer döngüyü 'Korkuyorum Anne' filminde de savuabiliriz.Mekanının bir araya getirdiği geniş ilişkiler yelpazesi burada da mevcut.Emekli otoriter bir baba,onu hatırlamayan (hafızasını geçici olarak kaybetmiş) bir oğul,aşık olduğu kadın,onun 'maganda' sevgilisi,dul bir kadın,kadının sözünden çıkmayan buyurgan oğlu,onun köpeği,kasap,sünnet olmak istemeyen küçük bir çocuk ve tüm bu hayatları anlamlı kılan ve bütünleştiren 'mekan' ın gücü,yine bu ilişkiler ağının çemberini oluşturan durağan 'zaman'.Mekanın ve zamanın birraya gelmesiyle ortaya çıkan,aşk ve isyan'ın hayatı.

Yazının başında da bahsettiğim üzere yönetmenin doğasını anlamak için bu iki kavram üzerinde düşünmeye ihtiyaç var.Lakin Erdem sinemasının mucizevi dünyasına adım atmak istiyorsanız,filmlerinde 'zaman' ve 'mekan' ın tüm gizil güçlerini ortaya çıkarmanız gerekiyor.Böylece Erdem sinemasına başlangıç yapabilesiniz.Şuanda benim yaptığım gibi.Devam edeceğim...

andacyazli@yahoo.com

11 Ocak 2011 Salı

Adına Hayat Dediğimiz...

Bazı zamanlar çetrefilli dönemeçlerin keskin virajlarına kapılma anıyla bir bocalama,kararsızlık ve genel ruh halini sarmalayan boşluk hissiyatının dip kuyularına düşme tehlikesi ve ya mecburiyeti hepimimizi problematik alanların dar hesaplaşmasıyla karşı karşıya bırakır.Önemsiz detayların 'hayati' olabileceği bir stres halinin gündelik tezahürüdür yaşadıklarımız.Tekdüzeliğe balta vuruşun bizde yarattığı stresler silsilesidir.Çoğu zaman farkında olmadığımız bu 'detaylar' bazen bilinçaltımızda esen ihtiras rüzgarlarını gizlice açığa çıkardığı bir davetkar gülümseme ile,bazen istemeden kulak misafiri olduğumuz başkalarının gözünde 'biz' i tehsis eden konuşmaların benliğimiz tarafından ölçülüp tartılaması ile,bazen de narsist yanımızn ağır bastığı geçmişin izlerini (güçlü ve başarılı anlarımızı) açığa çıkarmanın verdiği geçici bir özgüven duygusunun tatmini ile gündelik hayatımızı belirler.

Beş Vakit
Her gelişme bu kadar olumlu ve ya heyecanlı detaylar ile sınırlı olmayabilir.Bahsettiğim stres halinin boşluk hissiyatına denk düştüğü 'detaylar' en az diğerleri kadar 'gündelik' olmaktadır.Her akşam aynı yüz    ifadesinin (soğuk ve asık suratlar) birlikte yaşam mecburiyetinin bir parçası olması,birbirlerine yabancılaşan tenlerin 'mastürbasyon' hazzına dönüşen sevişmelerin bıkkınlığı,yıllar önce mezun olunan üniversitede ilk kalp çarpıntılarına neden olan 'aşk' ın zihnin dolambaçlı patikalarında berraklaşması ve anlamsızlaşması,boşluk hissiyatların 'patolojik' liğini yansıtan diğer 'detaylar' silsilesidir.

Hayat dediğimiz döngü bu detaylar ile bir bütüne ulaşmakta ve karmaşıklaşan modernite refleks ve sorunlar,  sanki tüm bu detayların arasına gizlenmiş bir hissiyatın evrensel insan hallerini oluşturmakta. Zihnimi serbest bıraktığım ve farkında olmadan 'nihilist' sularda çırpındığım şu anlarda Reha Erdem'in 'Beş Vakit' ini ve filme hakim olan boşluk ve tekdüzeliğin sarmaladığı halaturiyelerin adına 'hayat' dediğimiz insanlık hallerini anmadan geçemiyeceğim.Reha Erdem'in filmde yansıttığı mekan ve karakterler, önüne geçilemeyen zaman döngüsünün tükettiği iilişkiler,hayaller,beklentiler,aşklar,isyanlar,hayalkırıklıklar ışığında ete kemiğe bürünüyor.Hepsi bir arada gerçek bir bütnünün parçalarını oluşturuyor.Zaman'ın 5 evreye böldüğü süreçlerde yaşanan herşey insanı,hayatı daha doğrusu Reha Erdem sinemasının derinliğine nüfuz etmiş 'Aşk ve İsyan' ı anlatıyor.Bahsettiğim boşluk hissiyatların detaylar karmaşası işte tamda bu noktada (aşk ve isyan) anlamlı bir hale geliyor.

Zaman'ın akıp gittiği her yaşam anları,tekdüzeliğin doğasında bir aşka ve isyana dönüşüyor.Boşluk hissiyatların kasıp savurduğu hayatların yaşanabilirliği de aşk ve isyan'ın ince çizgide varolabilmesiyle münkün kılınıyor.Birbirlerini dengede tutan ama aynı zamanda gelgitli bir ruh halinin de sancılarını da beraberinde getiren bir çizgi.Beş Vakit'de 12 yaşındaki küçük Ömer'in babasından nefret etmesi ve onu öldürmek için çocukça planlar yapması bu ince çizgiyi belirginleştiriyor.Ömer babasının 'hasta' olmasına vesile olan davranışın 'çocukca şeytanlığına' ağlaması ve pişmanlığı duyması bize hayat hakkında,diğer bir deyişle aşk ve isyan'ın çatışan birlikteliği'nin oluşturduğu 'hayat' hakkında okadar çok söz söylüyor ki, bize düşen şey ise Ömer'in filmin sonunda ağlamasına eşlik etmek oluyor.Kendi hayatımıza ağlamanın aşkı ve isyanı ile...

andacyazli@yahoo.com


9 Ocak 2011 Pazar

Hangi 'Bilirkişiler'?

Birileri herzaman olduğu gibi hepimizin hayatını etkiliyecek kağıtlara imza atma yarışına girişiyorlar.Ahkam kesmede öncü oldukları gibi,düzenledikleri 'bilirkişi' raporlarıyla da binlerce bizlerin 'referans alemleri' ne, varoluş yuvalarına  balta vuruyorlar.Kurdukları karantina merkezlerinin en üst katına hepimizi 'bahşis' gülümsemeleriyle davet ediyorlar.Yüksek katların korunaklı odalarında, yuvarlak masa başlarında aldıkları kararları, 'bilirkişileri' ile hepimizin kulaklarına fısıldıyorlar.100 yıllık tarihi/kültürel/entelektüel mirası koltuklarında farelerin cirit attığı yer olarak tanımlama fütursuzlunu kendilerine hak görüyorlar. Hepimizi karantina merkezlerindeki konforlu kırmızı koltukların 'parlak' lığına 'temizliği ne' ve 'patlamış mısır' ın kokusunun cazipliğine inandırmak için ellerinden geleni ardına koymuyorlar.

1 yılı aşkın süredir kapıları kapalı olan  Emek sineması'nın 14 Aralık'ta 'bilirkişi' lerin gazabına uğraması ile bir kere daha hepimiz bu talan coğrafyasının gerçek bilirkişilerine daha doğrusu iş bilirkişlerine karşı 'hepimiz bilirkişiyiz' sloganıyla tek yürek olduk.Yıkım proje sürecinin tüm safhalarında yer alan; 'emek' ine 'geçmişi' ne sahip çıkan herkes 'Emek sineması bizim','Yıktırmıyacağız' sloganlarıyla talan 'cumhuriyet' in 'bilirkişi' müesseselerine işte size 'bilirkişler' diye yüksek sesle cevap verdiler.Bu cevap insanların değerlerini,yaşam alanlarını,hissiyatlarını,sözlerini ayykuka altına alan,kendi 'ilahi' gücünün fütursuzluğunu statikleştiren,karşısında ki herkesi kitlesel homojen imha araçlarına çevirmekten bahis görmeyen 'bilirkişi' lere karşıdır.O 'bilirkişi' ler hayatımızın her yerinde, tıpkı Emek'in emektar koltuklarına yakıştırılan fareler gibi cirit atmaktalar.Onları bir ceylan derisi koltuğunun üzerinde yayılmış vaziyette de,Angelopoulos'un Adana çıkış fermanının kararı alındığı topluluklarda da,festivale 'smokinsiz gelen soytarılar...' sözlerini milyon dolarlık gazete köşelerinde sallarken de bulabilirsiniz.Ha birde diğer 'bilirkişiler' var onları nerede bulabileceğinizi siz daha iyi biliyorsunuz,hiç olmazsa ben biliyorum.

Not: Emek sineması'nın yıkım sürecinde gösterilen destek kısmen de olsa yasal mercide yankı bulduğunu söyleyebiliriz.Mahkemeye taşınan dava uzun çabalar sonucunda yürütmenin durdurulması kararı ile hepimize bir umut kapısı yaratmış oldu.Fakat dava tam sonuçlanmadığı için, 14 Aralık'ta mahkeme tarafından görevlendirilen bir heyet inceleme tutanaklarını rapora dönüştürerek mahkemeye sunmak istediler.Bunun üzerine Emek'e gönül veren herkes 'Hepimiz Bilirkişiyiz' diyerek Emek Sineması'nın içine girdiler.Detaylar için http://emeksinemasi.blogspot.com/

andacyazli@yahoo.com 



7 Ocak 2011 Cuma

Krapen'in Duvarları

Evet Murathan Mungan'ın kitabı ve içindeki öyküden bahsediyorum.Hislerimin bilirkişilerine güvenerek, okuyucunun başlığı görür görmez düşmesi muhtemel kısa bir belirsizliğin izlerini ortadan kaldırmak istedim.Metis yayınlarından 'Eldivenler,Hikayeler',yazarın toplam 10 kısa öyküsünden oluşan kitabının adı.Her bir hikaye ayrı bir yazı başlığı oluşturacak kadar özel bir edebi zenginliğe sahip kuşkusuz, fakat yerimin kısalığı ve yazarın edebi doğasının sınırsız uçlarına ulaşamamanın  bilinçliliği ile tek bir öykünün (Krapen'in Duvarları) satır aralarında tatlı bir rüyanın konforuna bırakıcam bugün kendimi.

Çocukluğun masumiyetine sıkışmış birkaç anının hayal meyal bir şekilde zihnimizin önüne gelmesiyle,öylece gözlerimizi sabitleştirip anlamsız bir bakışın hüznüne kapılırız.Bizi etkiliyen bir figür yahut otorite'nin varlığını o masumiyet günlerinin renkli sayfalarıyla bugünün izlerine taşımanın sorumluluğu ile başbaşa kalırız.Çocukluğun o gizemli odaları,anne babanın kavgalarının arasında kalmak ve ya sebebi bilinmeyen kayboluşlar,gidişler,ödüller,tanıklıklar ve her birinin çocuk saflığının sığınıklarıyla,hayatımıza eşlik eden bir 'yük' ün karanlık kuyularını aydınlatmaya çalışmanın mecburiyetini yaşarız.

Karakterimiz, çocukluğunu teslim ettiği küçük taşra kasabasında tüm bu duyguların ağır yüküyle yaşıyor. Bu taşralı olmanın kapalılığı ve çocukca hayallerin engellendiği bir yük değil,saflığın gölgesinde yeşertilen hayallerin  yücelttiği kahramanların (figürlerin) sırlara kalem ermesinin suçluluğuyla yoğrulmuş bir yük gibi.

Babasının hep böyle hatırlıyor,ifadesiz suratının soğukluğu,az söylenen sözlerin yücelttiği gizemi,çalışma masasında sabahlara kadar içilen rakı'nın efkarı hep babasını hatırlatıyor ona.Kimsenin haberi olmadan ortadan kaybolduğu onbeş gün ise çocukluk anılarının doruğa çıktığı bir anın simgesi oluyor.Onbeş günün gizemini ortaya çıkarma hayalinin imkansızlığıyla daha da depreşen anılar deryasının ortasında kalıveriyor öylece.O onbeş günün karanlık kuyusu,bütün benliğini saran bir geçmişin tüm izlerinin başlangıcı oluyor.

Babası'nın mutsuzluğunu,onda bıraktığı belli belirsiz korkunun kalp atışları ve onbeş günün tüm geçmişne cereyan eden yanının arada birkaç damlaya dönüşüveren hüznü Krapen'in Duvarların'da yekpareleşiyor.Geçmişin 'taşra' sıcaklığından çıkıp,şehrin kasvetli aristokrat kibrine alışabileminin entellektüelliği bile o duvarlarda beliren siyah-beyaz fotoğrafların basit karmaşasına hükmedemiyor.Edebiyat üzerine süslü cümlelerin havada uçuştuğu o meyhanenin loş ortamında gözü o resme takılıyor karakterimizin.Meyhane'nin duvarlarında ki o fotoğrafların birinde babasının o kayıp onbeş gününü buluyor.

Hiç gülmeyen,çok az konuşan babasının tüm ezber hayatı bu fotoğrafla birlikte siliniyor.Yanında güzel bir kadına sarılmanın ihtirası  belki de kafası dumanlı bir gecenin mutluluğu ile gülümsüyor.Geride sırların hayati bir koza dönüştüğü o anın imkansızlığını delen bir adamın benliği kalıyor.Kendisini gözyaşlarından boşalan suların akışına bırakıyor.Ve bizleri de Murathan Mungan'ın ördüğü, Krapen'in Duvarları'nın tanıklığını yaptığı geçmişin ve bugünün gizli tanıkları yapıyor.

andacyazli@yahoo.com

6 Ocak 2011 Perşembe

Kutluğ Ataman'ın Manifestosu

Bir zamanlar Radikal'de kendisine, eşcinsellik sanatçı olmanın entellektüel kimliğimidir sorusuna,kimsenin sanatçı görünmek içi kestaneyi yardıracağını zannetmiyorum' yanıtını veren,marjinalize kavramını  4 farklı kimliğin toplumsal alegoriye dönüştüğünü 'Peruk Takan Kadınlar' ile özgünleştiren sanatçı Kutluğ Ataman, sanat yaşamını da bu marjinalize kavramının özneleşmesi üzerine inşa ediyor.Söz konusu soruya vermiş olduğu 'marjinalize özne olabilmenin' yanıtı ise,toplumsal değer sistemlerini alaşağı eden cesur bir sanatçı tutumunun sözlere döküldüğü anını belgesini resmediyor.

Taraf yazarı Alper Görmüş'ün kaleme aldığı Kutluğ Ataman:Sivil Sanatın Manifestosu yazısı(bknz.Taraf,19.10,2010) bu kavramsallaşmanın bir sanatçı bünyesinde vücut bulması adına ve genel olarak da 'sanatın ve sanatçnın doğası' üzerine çok anlamlı sözler söylüyor.Yazarın, 'otoriter zihniyetle arasına en büyük mesafeyi koymuş sanatçıların başında gelen bir çağdaş sanat figürü' tanımlaması,onun devlet ile olan 'hastalıklı' ilşkisine, toplumun marjinalize olmuş sokaklarına çıplak gözle bakan tutmunun 'hastalıklı' ilşkisiyle zıt bir özdeşim sağlıyor.

1980'lerin klastrofobik Türkiye'si için 'İntihar ederdim herhalde.Ya da uyuşturucu bağımlısı,deli falan olurdum,yaratıcı olamazdım' sözü onun baskı ortamının yeşerttiği 'patolojik tıkanmaya' karşı en naif 'sanatçı otoritesi' ni ortaya koyduğu anlardan biriydi.2003'de  İstanbul'da yoksul Kürt göçmenlerin yaşadığı bir mahalle olan 'Küba' yı konu alan video çalışmasıyla,ABD'nin seçkin ödüllerinden Pittsburgh Carnegie Ödülünü kazanan sanatçı,sanatın politika olduğunu ve sanatı baskı,totaliter sistemlere ve neticesi 'parçalanmış hayat' figürlerine bir başkaldırı simgesi olarak görüyordu.

Marjinalize yaşamlardan gerçek hayat hikayelerine evrilen yüksek sanat duyarlılığının,tüm sindirmelere rağmen ortaya çıkardığı Lola+Billidikid (1999) filmide,iki eşcinselin hikayesi ekseninde günümüz Türkiyesin'de 'yüksek sanat duyarlığını'nın ne olduğu ve ne olmadığı gibi 'mahrem' sanat tartışamalarını da birçok konu ile (önyargılar,saldırılar,yasaklar) beraberinde getiriyordu.

Bir diğer filmi,Perihan Mağden'in popüler romanından uyarlanan 'İki Genç Kız' filmide,olmayan bir lezbiyenliği filmin 'hayali başkarakter' unsuruna dönüştürmesiyle dikkat çekmişti.Her nekadar tabuların keskin tokadından payını almış olsa da,film Kutluğ Ataman sinemasında ayrı bir dönüm noktasına işaret ediyordu.Değişen dünya düzeninin,iki genç kızın hayallerini  bir tutkuya ve adım adım  yalnızlığın olgunlaştırıcı odalarına itiyordu.Sanki bu durum sanatçının da yeni dünya ile olan ilşkisinin geçmişle gelen değişiminin bir yansımasını sunuyordu.

Özgürlüğün gücünü 'sanatın marjinalize' doğası ile yeniden keşfe çıkan bir gezginin sivil sanat manifestosu:Kutluğ Ataman...

Not: Kutluğ Ataman'ın 10 Kasım 2010'da İstanbul Modern'de açılan retrospektif sergisi 6 Mart 2011'e kadar sürecek.İlgililere duyrulur.

andacyazli@yahoo.com


1 Ocak 2011 Cumartesi

Ayakkabının İçinde Bir Yerde

Sinema'nın can acıtıcı,vurucu hatta parçalayacı işlevlerinden biride,sanatın icra edilen  dahihane ellerde ölümsüzleşen,ilkeselleşen daha da ötesine geçerek bir yaşam pratiğine dönüşüveren özlü sözlerdir.Lars Von Trier'in 'İyi bir film ayakkabının içine girmiş taş gibidir' sözü,sadece yönetmenin ve eserlerinin gücünü ortaya koymada değil,sinemanın genel olarak sanatın algılanışıyla,yaşama uyarlanmasıyla ve davranışları şekillendirmesiyle ilintili sinema üstü duruşun başkaldırı özgünlüğüdür.Dogmatik varsayımların tüketilmiş sözcüklerinin referans alındığı 'başkaldırı' fetişizminden  çok öte,sanatın öncülüğü özgürlük adımlarına, yeni adımların eklendiği başkaldırıların  ışık tuttuğu dünyaya olan inancın alegorileridir.

Hepimizi etkisi altına alan,yöneten bir tür hayat özdeşimliği kuran nesnelerin,değerlerin tüm dünyasında varolan/olması gereken sözleridir bunlar.Kişi yaptığı işin,üretimin ve ya hobi alanlarının en somutlaştığı,hayata geçtiği durumlardır.Ayrıca bu sözler ortak paylaşım birlikteliğinden doğan aynı yol yolcularının da  birbirini anlama/anlamlandırma yani iletişim araçlarıdır.Ne zaman konu Trier/Danimarka sinemasından ya da Dogville,Karanlıkta Dans (Dancer in The Dark),Gerizekalılar (Idiorterne),Dogma95 akımından açılsa,parçaların bir bütüne ulaştığı ve içinde yoğrulup katılaştığı ve cisimleştiği soyut bir anlam dünyasının ima ettiği o söze geliyor.Sözün bittiği yerde başlayan anlaşmanın vermiş olduğu tatminkarlığın sinemasal iletişimin gizil gücünü ortaya koyuyor.Spesifik bir iletişim alanını varlığını ortaya çıkaran sihirli birkaç söz oluveriyor.

Karanlıkta Dans (Dancer in The Dark)'da acımasız çarkların kanla yıkanmış duvarlarında kirlenmeden çalışabilmenin,yitirilmiş bir hayatın kirli sularına kapılmış  değerlerin karşısında akıntıya karşı gelebilmenin, inancın taviz verilmeyen dayanışma ruhunun ayakalar altına alınmasında bedel ödemeyi göze alabilenin yani, Selma Jezkova olabilmenin yüceliği ve bu yüceliğin  güvenli ortamında sihirli sözcükleri paylaşabilenin özgürlüğü.İşte o sihirli sözlerin sihrini yitirdiği,hayatileştiği ve yaşamın gerçek bir parçası olduğu an Selma Jezkova'nın  ayakkabının içine giren bir taşa tekabül etmesiyle başlıyor.Tıpkı Dogville'da Grace'in yaşadıkarı gibi.

Trier bizleri Selma'nın,Grace'in yani 'ayakkabını içinde taşların dünyasının' isyanına ortak olma ve sanatın yeni dillerini ve sihirli sözcüklerini bu taşlarla birlikte yeniden inşa etmeye çağırıyor.Dogma 95 akımı bence bu kulvarda ilkesel bir duruşun tezahürü olarak ortaya çıkıyor ve Trier bizleri iyi bir filmin rahatsızlığına,provakatörlüğüne,dik duruşluluğuna,isyanına davet ediyor.

Not:Bugün kafamda Lars Von Trier'in son 15 yıla damgasını vuran son sinema akımı Dogma 95 üzerine birşeyler yazmak vardı fakat palnladığım gibi olmadı. Daha özel ve kapsamlı bir şekilde başka bir yazımda bu konuyu ele almaya çalışacağım.Daha sonrada 'Dancer in The Dark' ve 'Dogville' filmleri içinde ayrıca yazılar yazmaya çalışacağım.Trier sineması hakkında söylenecek çok söz var.Teşekkür ediyorum.

andacyazli@yahoo.com