28 Mart 2011 Pazartesi

Berlin'de Bir Parkta


”Hepimiz fırtınaya uğradık.Milyonlarca genç ve Peter da ihanete uğradı.Bu nedenle sakin olamam.İçim karmakarışık ve fırtınalı.”diye not düşüyordu; savaşın olgun yıllarına kendi bağrından kopan sözleri savurarak.Adı Kate Kollwitz'di.Dünyayı kasıp kavuran ölüm tufanına dört kollarını açarak meydan okuyan bir sosyalistti.Gravür sanatçısı,heyketraş,ressam...Henüz I.Dünya Savaşı başlarında kaybettiği oğlunun arkasından gözyaşlarını ölümsüzleştirdi.Yıllar sonra milliyetçiliğin buzlu kabusunda yok olan ana feryatlarını içinde bir yerde, en acı kokan bölümünde o anıtını yarattı.Üstünde 17 yıl çalıştığı,şuan Belçika Askeri Mezarlığı'nda bulunan anıtta, savaşın tüm insanlığa bıraktığı yokoluş resmini belgeliyordu.

'Dokumacıların İsyanı'

Sanatın gücünü; hayata,erdemliliğin yok sayıldığı acılar deryasına, güller eken bir kutsal değer olarak görüyordu.Yapıtlarında ezilen,hayatın acımasız çarklarında pestillenen,ayrımcılığın zulmüyle sarsılan inasnlığın aynası yansıtılıyordu.Adaletsizlik nehrinden akan kanlara kapılan işçilerin,köylülerin yaşamları kutsanıyordu.1889'da tamamladığı 'Dokumacıların İsyanı' adlı bir dizi oymabaskıyı kan gölüne akıttı.Biraz daha berraklaşmayı,biraz daha aydınlığın duruluğunu yeşerttme umuduyla.Kathe,insalığın topyekün vahşet hapisanelerine sürükleneceği yılların 'kayıtsızlığı'na başkaldırıyor,19.yüzyılın sonlarında hortlayan ırkçılığın pençesinde anaların sönmeyen yürek yangınlarına su serpiyordu.Herşeye rağmen yaşamın sevincini,neşesini ve devrimciliğini çığlıklar arasında bağırarak.

Yapıtlarında analığın en tarifsiz evlat acıları sergileniyor.Kendi oğlunun ölümünü de içinde taşıyan inatçı tavrını,tüm insanlığın kurtuluşu için harcıyordu.Kimi yapıtlarında kadınların başat olabileceği bir toplumsal tahayyül çiziyor,söz gelimi kürtaj hakkını bedenin ataerkil tahakkümüne karşı amansızca savunuyordu.Bedenin özgürlüğünü yükselen Nazi nasyonalizmine karşı kalkan yapıyor.Eşcinsellerin,kadınların özgürlük rüzgarlarını içinde estiriyordu.Dışavuran ölümsüz yapıtlarında bir diğer unusurda,savaşın ortasında yalnızlığı kadın olarak,eşcinsel olarak yaşamak zorunda kalanların dünyasıydı.Tüm vahşet denizinin ortasında yüzme bilmeyen kadınların,eşcinsellerin yaşam dalını arayan o çırpınışlarını konu ediyordu.

Berlin'de Bir Parkta...



1919 yılında Prusya Sanat Akademisi'nin ilk kadın üyesi oldu.Daha sonraları profesörlüğe yükseldi.Onun tüm hayatı boyunca yüksel bedelleri göze alarak yürüttüğü savaş,iktidar dilini rahatsız edecekti elbette.Zaten 'Dokumacılar İsyanı' ile elde ettiği üstün madalya kendisine verilmedi.Belki de ölümü,onu hayatı boyunca varettiği tüm değerlerin yıkılması kadar etkili olacaktı.Çünkü ölümünden hemen sonra savaş bitmişti.Savaşın bitttiğini görememek Kathe için talihin ona oynadığı en karanlı oyundu belki de.Günümüzde onu tanıyan,yaşattıklarıyla yaşam tarzını inşa eden,savaşa karşı barış diyerek dikilen bir neslin Berlin'de bir parka heykelini dikerek tüm insanlığa örnek bir figürü gösterdiler.Şimdi onun heykelinin yanından geçen insanlar,dönüpte bir tarihin tüm acılarını gözlerinde okuyabiliyorlar mıdır dersiniz?

andacyazli@yahoo.com

26 Mart 2011 Cumartesi

Yeraltından Çıkan Biz

Hayaller; kalıplara,klışelere sığmayan sonsuzluk hissiyatıyla örülü özgürlük okyanusunu andırır hep.Romanların,öykülerin,filmlerin hep sofistikleştirdiği düşünceler havuzundan bir an olsun kafamızı çıkardığımızda,nefessizlikten kalp atışlarımızı dengelemeye çalışan hızlı solumaların gerçekliğine alışmaya çalışırız ya hep...Sudan çıkmış balık benzetmesinin tam ortasında,sağa sola telaşlı bakınmalar,silkelenmeler eşliğinde beliren yüz ifadesinin ayyuka çıktığı o an vardır ya..Gerçeğin tekdüzeliğine merhaba der gibi sanki,klişelere hoş geldiniz der gibi...Bir an boğulduğunu,ölümün kapana sıkıştırdığı naif korku rüzgarının estiği gerçeğini ilklerde hisseder gibi bir duygudur cebelleştiğimiz.Hayal bahçesinin özene bezene yarattığı  renk cümbüşlüğünden,ıhlamur ağaçlarının eşssiz kokusundan,tatlı ihtiyarların tarih kokan titrek ellerinin dokunuşundan,çocukların kulak tırmalamayan o 'sessiz' çığlıklarından ışık hızıyla eşdeğer bir zamanamayla çekip alınmasına benzer,romanlardan kopuş hissiyatı.


Azgın Fırtınalardan Sonra Sakin Bir Limana...


Tekinsiz bir fırtınanın tüm hoyratlığıyla ordan oraya savurduğu hayallerimizle göz göze gelmeye benzer bir cesaret gerektirir romanlar.Cesareti gösterdiğimiz her bir saniye,bizi kuşatan zulüm çemberine karşı kılıçlarımızı kuşatan 'savaşçı' kahramanlığına büründürür,ölümü göze alan bir ana kudretinin dört kolla sarıldığı yavruları gibi ürkek,tedirgin olduğu kadar güven verici sıcaklığın tılsım etkilerine kavuşturur.Biraz da göze alabilmenin,yüzleşmenin,ikiyüzlü iç çelişkilerin çürümüş ağır kokularını koklamaya benzer romanlarla örülü hayal evreni.Bazen de içimizde bir yerlerde kemikleşmiş yalanların ağır vicdan azabını çektirir ama ne olursa olsun önceki ve sonraki biz'i mukayese edebilecek bir olgunluğun yeşermesine izin verir.Yasemin Çongar'ın 'Hoyrat Bir Hayatı Sakin Bir Romana Yeğlemek' yazısındaki şu satırlara bir bakın.

”Romanlara,sakin bir limana girer gibi girmeyi sevmem ben;onlara sığınmayı sevmem...Açık denizler gibi hoyrat,tekinsiz,hayatla ölüm arasında ama ölüme biraz daha yakın bir şey olsun okuduğum roman;okudukça,fırtınaya tutulsun doğru bildiklerim;cümleler didiklesin içimi,huzur vermesin kelimeler;yazarın anlattıkları,anlatmadıklarını da çağırıp hafızamı biçsin dövsün,yeniden harmanlasın hatıralarımı,beni kimselerin hırpalayamadığı kadar hırplasın isterim;yazar,öyle karakterlerle gelsin ki üzerime,yoldan çıkarsınlar beni,görmek istemediklerimi göstersinler bana,yapmak isteyip de yapamadıklarımı gözümün önünde yapa yapa korkalığımdan utandırsınlar;tepemden baksınlar ki tevazuyla küçüleyim;kuytularıma girsinler ki kuytularımla barışayım;yalanlarımı yakalasınlar ki yeni yalanlar uydurayım kendime;yaralarımın kabuklarını kaldırsınlar ki,biraz daha kanayayım;kanadıkça yıkanayım,temizleneyim...”

Şöminenin Başında Mutlu İç Çekişler


Üstümüzü örten beyaz örtünün sakladığı,hasıraltı ettiği gerçekliği çekip atmakla bitebilecek bir yüzleşmeden çok öte;örtülerin diğer örtülerle bütünleştiği ve her çekişmizden sonra daha kalın katmanlı gerçekliğin altında yatan 'biz' e inme yolculuğu gibi; bir karmaşanın yekpareleştirdiği bir 'biz' e ulaşma gayreti gibi birşey bahsettiğim.Ulaşmaya çalıştıkça büyüyen bir çığ gibi iç çelişkilerimiz,yalanlarımız,bencilliğimiz...Bizden uzakta ama bizi sofistike kılan karakterle özdeşimin soğuk ayazına alışma isteğidir sanat okyanusu.Evimizin şömine sıcaklığının yalan esintisine karşı gelmeye benzettiğim sınır tanımaz fırtınaya ters yürüme erdemliliği gösterenlerin iknici benliğidir romanların 'hakiki' karakterleri.

Yeraltından Notlar Var


Bu satırlar beni kanla boyanmış bir bedenin akan damlalarının rahatsızlığına terk etti.Yeraltından haykıran bir adamı yanızlıkla kurulu loş odasında gezintiye çıkarıp,kendi içsel yolculuğumun mayınlara örülü uzun ince yolculuğuna çıkardı.Bencilliğin tahakkümünde yabancılaşan,vahşetin coğrafyasında duyarsızlaşan karakterin çıplaklığına sarılmamı sağladı.Yerlatında birikmiş, küflenmiş hatıraların; yokoluşların gün yüzüne çıktığı bir 'Anayurt Oteli' inşa etmesini emretti sanki.Hep bir yerlerde kurmayı düşündüğümüz o hakikatimizile buluşturdu.İçimizde yaşattığımız yeraltı notlarını açığa çıkardı.

andacyazli@yahoo.com

22 Mart 2011 Salı

Saatleri Ayarlama Projesi

Jakoben modernizmi 'yerel' ve 'geleneksel' ritüeller odağında tartışırken,takınılan tavrında yarı fantastik,hayal ürünü bir çerçevede mataforlaştığını görüyoruz.Aslında bu yöntemsel farklılık bizden kaynaklı bir durumu ifşa etmekten çok,patolojik bir ilerlemeciliğin bir yan ürünü gibi gözükmekte.Sanat yapıtları bağlamında bu değerlendirmenin meşru dayanakları oldukça anlamlı ve belki de olması gereken boyutta.Aynı şey gündelik yaşam pratikleri bağlamında düşünüldüğünde,karşımıza çıkan şey tam olarak önü görememekten kaynaklı bir tür sürreal başkaldırı.Önceki yazıma mealen söyleyecek olursak, kuşkusal bir reaksiyonun kendi 'modern' yaşamını oluşturma,onu ütopik bir boyutta yeniden tanımlama ve bunu gizli bir 'devrimci' başkaldırısı altında yapmadan ileri geliyor.

Geri Kalmış Saatler

Aya Seyahat filmi çerçevesinde tartıştığım, bir grup köylünün kendi araçlarıyla modernizmin peşine sürüklenmesinden kaynaklı bir sürreal coşkuyu,yine benzer biçimde Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü etrafında tartışmak niyetindeyim.Kurulan bir kuruluşun saatleri ayarlama misyonuyla sınırlandırılmış ironik, yarı-fantezi ürünü, kurulmakta olan bir düzenin işlevselliği açısından önemli detaylar vermekte.Kendi iç hiyerarşisini oluşuturan,birimlerin ayrı ayrı fonksiyonları belirleyen kısa süre içinde belli toplumsal kesimde yankı ve heyecan uayndıran bu kuruluş (Saatleri Ayarlama Enstitüsü) tam tamına Cumhuriyet modernizmin kendisi.Tersten söyleyecek olursak,Cumhuriyet; toplumun geri kalmış saatlerini ileriye taşıma gayesi güden bir toplumsal projenin ta kendisi.

Ya Tutmazsa!

Kitapta halkın geleneksel değerlerinin dışında batılı yaşam normlarını belli ölçüde içselleştirmiş yaratıcı girişimciler sayesinde ortaya çıkan kuruluş,argümanını sistemleştirdiği tek bir fikirden alıyor:Geri kalan saatleri ileri almak.Bu vesileyle,önceleri soyut ve yüzeysel bir fikrin tipik yansıması olarak ciddiye alınmayan kuruluş,kısa zaman içinde toplumun temel niteliklerini ve ihtiyaçlarını cevaplayan bir zamanın ruhu formatına denk düşmeyi başarıyor.Ne varki sorun, bu yayılma ve kendini kabul ettirme eyleminin toplumun iç bünyesine temas edip/etmeme ikileminde başlıyor. Yada geri kaldığı düşünülen saatlerin,bir üst kuruluş tarafından ileri alınmasıyla değişimin gerçekleşeceğine inanılan inaçların yanılgısında başlıyor desek daha doğru.

Saatleri Ayarlama Projesi

Toplumun iç dinamikleriyle arz-ı endam ettiği kuralların, bir dayatma unusuru olarak değişime dolaylı bir zorlama olarak okumalıyız bu romanı.Saatleri ileri taşıma eyleminin gündeliğimizi etkileme gücüne paralelel düşünmeli ve sormalıyız: Dışarıdan bir elin hızlıca değişimi üstlenmesi nitelik babında sağlıklı bir değişimin neresine düşüyor diye.Bu soruya anlamlı bir cevap verebilirsek eğer,olan biten herşeyin bir fantezi ürünü olduğunu kavrayabiliriz.Toplumla bağı sadece fantastik simgelerle kurduğunu da pekala anlamlandırabiliriz.Aya Seyahat filminde olduğu gibi,uzaya yolculuğun taşıyıcısı olarak neden bir minarenin seçilmiş olduğunuda iki yapıtın diyalektiğinde somutlaştırabiliriz.'Saatleri Ayarlama Projesi'nin Erzincan'ın ücra köyünde nasıl  ütopik bir anlam taşıdığı,jakoben değişimin toplumla bağının ne olup/olmadığı belki ozaman daha iyi anlaşılır.

andacyazli@yahoo.com

20 Mart 2011 Pazar

Reel'in Jakobenliğinde Sürreal Başkaldırı

İnsanoğlu bulunduğu sınırlar içerisinde rasyonelliği tanımlar.Düşünceler ve akabinde harekete geçen düşünceler pratiği sınırlarla örülü hareket noktalarıyla somutlaşır.Yerelliğin,yaşanılan coğrafyada süregiden geleneksel motiflerin spot ışığında anlam kabiliyetleri belirlenir ve belli normlara bağlanır.Modernleşme denilen 'sınırsızlık' ve' kimliksizlik' süreçleri,yerelliğin içinde hem bir korku hemde ucu gözükmeyen bir aydınlanmanın yaşamsal zeminini oluşturur.Modernleşme serüveni,insanoğlunun kendi kültürel kodlarını bir kenara bırakmasını isterken,aynı zamanda yerelliğin rasyonalizeliğini evrensel çerçeveye oturtmasını ima eder.Böylece gelenekselliğin 'konfor'u içinde yaşam tarzını oluşturmuş bireyin alışkanlıklarını yitirmesi,aklın muhafazakarlığını aşması arzulanırken;onun karşısına ithal edilmiş yaşam pratiklerinin endişesi ve bulanıklığı bırakılır.

'Devam Ederek Gelişmek,Değişerek Devam Etmek'

Sözün bittiği yerin başlangıcına belki de yukarıdaki sözü eklemek gerekir.Modernleşmeden beklenti ve idealize edilen 'modern birey',gelişimin tıpkı gökkuşağını takip eden birey gibi olmasıdır.Her daim peşinde koşulan ama hiçbir zaman ulaşılamayan bir kutsallık,bir kimlik...Bu durum,bireyin aklın sınırlarını aşması,yaratıcılığı tetikleyen entellektüel araçları içselleştirmesi ve karşısındaki kişiye gıpta uyandıracak örnek davranışları sergilemesi olarak kendini ortaya koyar.Aynı zamanda modernleşme gizli bir kibirliliğin de göstergesidir.Kibrin sahibi hayatı 'modern' ve 'modern olmayan' şeklinde kalıplaştırdığı bir ikileme sıkıştırır.Dolayısıyla,yazılı/sözlü olarak belirtilmemiş,hukuki hiçbir dayanağı olmayan soyut düşünce ve yaşam pratikleri, belirli kurallar bütününde tüm insanlığa örnek gösterilen bir tür dayatmacılığa bürünür.

'Aya Seyahat'

Yönetmen Kutluğ Ataman
Kutluğ Ataman'ın yarı kurmaca-belgesel olarak çektiği 'Aya Seyahat' filmi bu çerçevede tartışılacak en iyi örneklerden bir tanesi.Film,1957 yılında Erzican'ın ücra bir köyünde geçiyor.Yerel bir anlatıcının eşliğinde,siyah-beyaz fotoğraflarla görselleştirilmiş hikayede köy halkının ütopik bir düşüncesi hikayeleştiriliyor.Issız yolların güneşte parlayan, ufukta kaybolan bakışların kimlikleştirdiği bu 'kimsesiz' köye,bir milletvekili adayı mühendisin gelmesiyle herşey değşiyor.Köy halkı,bu gizemli 'modern' in Rusların uzaya çıktığı,Parislilerin şunları şunları yaptığı sizin ne farkınız var...gibi beyanlarla,köylünün aklını çeliyor.Köylü,o zamana kadar hiç düşünmediği,gerçekleşmesi mümkün olmayan bir düşle sarsılıyor ve sonunda uzaya yolculuk etmeye,sınırları aşmaya karar veriyor.Film,bunların yanı sıra belli aralıklarla söze giren bazı akademisyen,sosyolog,bilim adamlarının röportajlarıyla ilerliyor.Böylece,birtakım köylünün uzaya gitme hayalleri çerçevesinde 'Türk modernleşmesi' gibi netameli bir konu masaya yatırılıyor.

Sürreal Coşku,Reel Elitizm

Ataman'ın bu sosyolojik çalışması kuşkusuz Jakoben bir modernleşmenin ötekileştirdiği bir halkın kendi rasyonelliğini, gelenkeselliğin araçlarıyla yerle bir ettiği gerçeği,daha doğrusu ütopyası üzerine olduğu için çok anlamlı.Burada ithal edilen modernlik algısının,toplumda yaşayan büyük bir çoğunluk için nasıl bir sürreal nitelik taşıdığını göstermesi açısından da çarpıcı olduğu bir gerçek.Fakat benim söylemek istediklerim,aya seyehat fikri her nekadar imkansızlığın yitik bir düşü olarak karşımıza çıksada içinde sürreal bir insanlık hissi uyandırdığıdır.Reel'in tepeden inmeci,aşağılayıcı,dışlayıcı tüm dinamiklerine karşı başkaldıran bir sürreal erdemlilik benim bahsettiğim.Hem modernleşmenin çarpık dayatmacılığına,hem de sahip olunan değerlerin insanı muhafazasını baltalayan 'kimliksiz' belirsizliğie bir başkaldırı olarak düşünüyorum.Bu konuya bir sonraki yazımda Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü' ışığında devam edeceğim.

andacyazli@yahoo.com

18 Mart 2011 Cuma

Sihirbaz Diye Birşey Yoktur

Animasyon kategorisi altında sayısız birçok örneğin sayılabileceği Japon ve Amerikan sinemasında,nerdeyse tek tipleşen bir animasyon furyasının takipçiliğine soyunuyoruz ister istemez.Son zamanlarda biçim,tür ve teknik olarak alışılagelmiş film gramerinin ayrıksı sularında gezen örneklerin çoğaldığını görmek ise,kuşkusuz bu ezberi alaşağı eden sinemasal ufkun heyecanını doruğa çıkaran bir unsur oluyor.Grotesk animasyonun Fransa'dan yankılanan sesi Slyvain Chomet'in Sihirbaz'ı bunun için biçilmiş kaftan.

Bir Karakter Olarak 'İletişim'

Yedi yıl önce Belleville'de Randevu ile küçük bir mucize yaratan Chomet,yarattığı sınır tanımaz hayal gücünün dışavurumu karakterleri,uzun plan sekansları,az diyaloglarıyla manifestosunu politik sözlerle belleğimize kazımayı başarıyor.Filmin neredeyse baştan sona diyalogsuz ilerlediği yapısıyla,iletişimin yalnızlıkla örülü duvarlara sırtını dayayan çaresiz bir çocuk gibi yüzümüze sille tokat atan başka bir karaktere dönüşüyor. Hatta başkaraktere bile diyebiliriz. İletişimin sil baştan yeni tarifle sinsi bir gerçekliğin parçası olarak tanımlanmasıyla birlikte,film en baştan ezberleri sadece sinemasal sonuçlar bağlamında değil dönüşen kapitalizmin ilişkiler silsilesinde de bozmayı başarıyor.

Yitik Düşlerin Yitik Yolcusu


Film,mesleğini eskimeye yüz tutmuş numaralarla icra etmeye çabalayan bir sihirbazın hayata tutunma çabaları olarak kısaca özetleyebiliriz.Sahip olduğu türlü yeteneklerle halen sihrin yaşatılabileceği bir dünyanın yılgın umuduyla sahneden sahneye savrulan bir adamın, tutunacağı küçük bir dalı aramasına tanık oluyoruz.Bulunduğu şehrin kendine yabancı kara bulutlarından sıyrılıp,İskoçyanın küçük bir kasabasına doğru yola çıkarken karşısına çıkan yoksul bir kızla yeniden sihrin yaşatılabileceği gerçeği karşısında bizde umutlanıyor, sanki; uçurumdan düşmekte olan koca bir gövdenin küçük bir dala takılması gibi derin bir nefes çekiyoruz.

Yastık Tüyünün Özgür Savruluşu


Gittiği İskoçya'da tanıştığı temizlikçi kızla 'sihir' yoluyla iletişim kuran yılgın kahramanımız,sözlerin kaybolduğu, gözlerin yanıltıcı etkisiyle filizlendiği mıknatısın ağır çekimine naifçe boyun eğiyor.Dışarıda umarsızca savrulan yastık tüyünün özgürce yükselişinin, küçük odanın penceresinden yağan bir karı andırması,sihrin göz yanılmasına tekabül eden yapay-gerçek değerlerin birlikteliğini vurguluyor.Tıpkı kara benzetilen yastık tüylerinin uçuşu gibi,sahip olduğu sihrin dayanılmaz hafifliğinde bir süre kaybolmayı seçiyor temizlikçi kız.

Nesnelerin Kopardığı İpler


Kızla birlikte ayrılan kasabada,yeni bir hayatın ilk çırpınışları solgun,kasvetli,ışıklı mekanların kuytu odalarında başların yorgunlukla eğildiği London'da başlıyor.Tekrar sahnelerde mekik dokuyan sihirbazın geçerliliğini çoktan yitirmiş ilizyon numaralarının,kapitalizmin dokuduğu rutubetli yalnızlığın  odalarında bir umutla yinelenen sihrin, metayla anlamlaşan sevgi/aşk hezeyanını döküyor gözlerimizin önüne.Nesnelerle sağlanan tatlı bir tebessümün suni devinimi,yerini yalnızlığın solgun odalarında baş başa bırakan sessizliğin yüreğe çöken boşluğuna bırakıyor.Temizlikçi kızın kendi sınıfsal konumunu modern burjuvazinin simgesel araçlarıyla aştığı dönüşüm,eski değerlerin sihirle bağlanan güven iplerinin kopmasına neden oluyor.

Sihirbaz Diye Birşey Yoktur


Kaldıkları otel odasının her yerine sinmiş yakıcı yalnızlığın, varettiği tutunamayan yüzlerin kıskacında mekanla bütünleşen bir sihirbazın sessiz çırpınışlarını izliyoruz Chomet'in başyapıtında.Suskunluğun bir tür mekansallaştığı bir alanın dört duvarında savruluşların portrelerini oluşturuyoruz.Zayıf bedeni,solgun,bitkin hali ile melankolinin hüküm sürdüğü hafif bir müzikle inithara kalkan,oyuncakçıdan aldığı kukla ile çıplak yalnızlığını örten diğer 'sihirbaz' lar gibi kaybolan değerlerin arkasından el sallıyoruz.Herşeyi geride bırakmak zorunda kalan tüm yalnızlık savaşçıları gibi,titrek ellerimizle suskunluğumuzu bozup dudaktan dökülemeyen o sözleri kağıda yazıyor ve terk ediyoruz mekanın katran yalnızlığını: 'Sihirbaz Diye Birşey Yoktur'.


andacyazli@yahoo.com

14 Mart 2011 Pazartesi

Stefan Zweig'in Vedası

Stefan Zweig'in 'Satranç' ı herşeyden önce bir vedanın kitabıdır.Nazi Almanyası'nın sürüklediği savaşın çığırtkan gövdesinden kurtulma,feryadın yüreklere keyzap attığı acı manzumesine daha fazla katlanamamanın acı satırlarıdır.Zweig'in ölümünden çok kısa bir süre önce tamamladığı bu başyapıt,halen  kulaklarda yankılanan zulüm çemberinin peşinden sürüklenen insanlığın başucu kitabı olmaya devam etmektedir.Zweig'in bu son kitabı kişisel bir hesaplaşmadan geriye kalan kanlı tarihin, yokolan bir yazarın okyanus damlasına tekabül etsede; aslı olarak,ikircikli bir halat-i ruhiyenin barındırdığı çatışmaların,özgürlük ve eşitlik adına verilmiş bir kararın evrenselliğini ima eder.Özgürlüğün bedeli ölümle verilebilen bir coğrafyanın şanssız çocuklarıdır Zweig,Benjamin ve diğerleri.

Hikaye New York'tan Buenos Aires'e yolculuk yapan bir deniz vapurunda yaşanır.Yoksul bir kayıkçının tek oğlu olarak dünyaya gelmiş Mirko Czentovic, çocukluk ve gençlik yıllarında sınır zekaya sahip pasifist bir hayat yaşamıştır.Babası öldükten hemen sonra bir kasabanın papazı tarafından evlatlık alınır.Papazın bir süre sonra Mirko'nun satranca karşı çok üstün bir yeteneği olduğunu keşfeder.Bugüne kadar en basit eylemleri dahi yerine getiremeyen bir sınır zekanın,böyle kıvrak zeka gerektiren bir oyun karşısında gösterdiği şaşırılcak başarı,kısa bir süre sonra dikkatleri yeteri kadar çekecek etkiye erişir.Önceleri bulunduğu köy etrafında çeşitli turnuvalarla başlayan yolculuk onu, dünya satranç şampiyonası konumuna getiren sürece kadar götürür.Ünü her yere yayılan ve parasal olarak da güce kavuşmuş Mirko'nun,bireysel yaşamında dışavuran gülünç bir kibir ve acınası bir açgözlülüğün soğuk nefesi onu heryerde takip eden ikinci bir benlik olacaktır.Bu özelliklerin kıskacında yalnızlaşan,iletişimi patolojik boyutta sürdüren bir deli-dahi oluvermiştir.

 Herşey yolcu vapurunda bu ilginç yaşam öyküsünüden haberdar anlatıcının,dünya şampiyonuyla tanışmak istemesiyle başlar.Birebir kurulabilcek her türlü ilişkiye sırtını döneceğinden emin olduğu bu adamı,ikna edebilecek tek faktörün satranç turnuvasını olduğu bilir ve onu ikna edebilecek McConnar isimli birini bulur.Mcconar ile başlayan turnuva (para karşılığında ikna edilebilmiştir Mirco) daha sonraları D.B isimli bir Viyanalının oyuna dahil olmasıyla yön değiştirecektir.

Lakin Viyanalı D.B istemeden de olsa, oyuna dahil olur ve Mirco'nun hamlelerine karşı müdahalede bulunur.Yedi-sekiz hamle sonrasını net bir biçimde görebilen D.B,oyunun berabere bitmesine neden olan stratejileri gerçekleştirecektir.Böylece şatafatlı bir başarı şöhretinin koltuğundan aşağı kibirli bakışların,bitmek tükenmek bilmeyen para hırsının yekpareleştirdiği Mirco'nun son bir oyun için D.B'ye teklifte bulunan sözleri,ikiliyi tekrar satranç masasına oturtacaktır.D.B başlangıçta kibar bir dil ve mütevaziliğinin gıpta uyandıracak tarzıyla reddedecek ve oyun alanını terk edecektir.Anlatıcnın D.B'yi ikna için gittiği ve öğrendiği karanlık mazisinin bir parçası olan satrancın,olağanüstü çabuklukta gerçekleştirdiği hamlellerin ayrıntılarını dinleyecek,işkencenin var ettiği saniyelerde sayısız kombinasyonun bir araya getiren ölüm-kalım savaşının tüm baskısını hissedecektir.

D.B Viyanalı bir avukatın oğludur.Nazilerin,Viyanayı işgal ettikten hemen sonra tutuklanır ve sorgulama işlemi için bir otel odasına hapsedilir.SS yetkilileri D.B'de bulunduğuna inandıkları birtakım gizli evrakların peşindedirler ve bunun anahtarı olarak düşündükleri D.B'yi uzun bir sorgulamaya alırlar.Ona içinde bir yatak,masa,leğen ve küçük bir pencerenin olduğu bir oda verirler ve D.B'yi dışdünyadan ayıracak her türlü uyarıcıdan mahrum bırakırlar.Bu süre zarfında,D.B düşüncelerini altında ezilmeye,zihininin karşı konulamayan bir boşlukta eridiği,günden güne yok olduğunu anlamaya başlar.Tesadüf eseri sorgu esnasında gizlice bir yere sıkıştırdığı bir kitabı odaya sokmayı başarır.Kitap,onun beden ve ruhun kopmasına neden olan zihinsel işkencenin,üstüne çöken tonlarca psikolojik baskının eşiğinden kurtaracak bir nesne olmuştur.Kitap,satrançla ilgilir ve D.B'yi satrancın tüm bileşenleriyle birlikte varedebildiği, benlik ayrışımının kurtarıcısı aynı zamanda imha edicisi olacaktır.

D.B hapsolduğu süreçte,satrancın tüm inceliklerini binlerce kez bir araya getirdiği kombinasyonlarla keşedecek,sayısız hamlelerle ikiye böldüğü zihnin duvarlarını alaşağı eden zehrin labirentlerinde kaybolacaktır.Kenidisiyle girdiği savaşı kaybdecek ve benliğini yitirme noktasına gelecektir.

Mirko ve D.B'yi karşı karşıya getiren satranç,D.B'nin geçmişte tanık olduğu işkencelerin,sindirme ve yalnızlığın tahakkümünün umutsuz bir yüzleşmesi olacaktır.Ete kemiğe bürünmüş bir halde karşısında oturan adam;şiddetin reva gördüğü faşizmin kanlı hamleleridir.D.B şiddetin gücün karşı gelemmeyecek ve faşizmin hamlesine boyun eğmek zorunda kalacaktır.

Stefan Zweig'in vedasıdır aynı zamanda D.B'nin vedası.Yaşadığı hayat boyunca;acıların uzun gölgesinde inleyen insanlığın haykırışı karşısında mat olmuş ve hamle yapamamıştır.Zaten 'Satranç' dan hemen sonra,ölümün soğuk duşunda bize ve geride kalan diri topraklara el sallayacaktır.

andacyazli@yahoo.com

8 Mart 2011 Salı

Bugün Kendimi Dinlemek İstiyorum

Bugün kendimi dinlemek istiyorum.Hayat dediğimiz sadece sonu başı belli bir bilinmezliğin yolunda,tali yollara sapmak,asfaltı atılmamış kirli,tozlu,ıssız dönemeçlere savrulmak niyetindeyim.Bir tür gizemli ve katran karanlığın varoluşunda,yeni karanlıkları keşfetme gayretindeyim.Doğum ve ölümün çırılçıplak yalnızlığını bir kenara koyup,arada süregiden koşuşturmaların görünmeyen yalnızlığını deşme niyetindeyim.Dedim ya;bugün kendimi dinlemek istiyorum.

Zaman insanı yalnızlaştırır.Akıp giden duru, kimi zaman azgın sulara uyum sağlama gayretinde anlayamayız yalnızlığın heybetli diriliğini.Bazen akıntıya karşı gelme tenezzülünde bulunmak istediğimizde,paralelimizde akan başka yaşamların kendi gerçekliklerine tanık oluruz.Zamanın yüzümüze tokat gibi çarpan gerçekliğidir bu.Yalnız değilsindir yalnızlık koşusunda.Kimi zaman yanından hızlıca giden birine elini uzatır, tutulmasını istersin.Sanki kimsenin bilmediği bir gerçekliği onun kulaklarına fısıldamak ister gibi.Yalnızsın,yalnızız hepimiz diye.Bazen de bir başka el uzanır; senin egolarınla var ettiğin,sığınaklarını oluşturduğun,gayelerin için savrulduğun yolculuğuna.Tutabilirsen şanslısındır.Tutamazsan beklersin bir sonraki seferde bir başka elin haykırışını.

Karlarla kaplı, sonsuzluğa kanat çırpan yollarda ansızın karşına çıkan bir çocuğu fark edebilirsin mesela.Göz göze gelirsiniz.Gözleri yorgunluğun ağırlığında buğulanmış,elleri saflığın yitiminde nasırlaşmış,teni yoksulluğun girdabında solmuş gerçeklikle bakışırsın bir süre.Biraz dikkatli bakarsan, buzlu bir donukluğun içinde saklı ateşin kavurucu sıcağını görebilirsin belki.Çıktığın yolculuğun azgın suları seni; yalnızlığa terk edilmiş minik bir elin dokunuşundaki tılsımlarla irkitebilir,akıntıya bütün enerjinle set vurmayı sağlayabilir belki.

Sakin bir taşrada kaldığın otelin penceresinden, aralar gözlerin masmavi suların ufkunu.Kıpırtısız,dupduru bir huzurun dinginliği seni rahatsız eder peşi sıra.Meydan okur tüm mazine.Hayatının tipik izdüşümüdür çünkü o durgunluk.Huzurun ölüm ile eşdeğer güzelliğidir.Geçmişin kirli,hunharca akan sularından geriye kalan ölüm sessizliğidir.Yılların zindanlarda hayatı değiştirmek uğruna geçmiştir.Akıntıya karşı gelebilmenin, ölümün elikolu bekleyişi ile ödüllendirilen zalimliğin maviliğidir sana sunulan.Beklersin sabırla ölümü;ahşapların aşındığı,duvarların rutubetleştiği loş,solgun odada.Yıılar önce okuduğun bir Rus romanından aklında kalan bir kadının kurtarıcı elinin, omuzlarına dokunduğunu hissedersin.Kadının da tıpkı senin gibi,loş bir odada masmavi dinginliğe gözlerini diktiğini anlarsın.Yalnızlığın paylaşılmışlığı ile tutkunun depreştiğini hisseder,dokunuşların iyileştirici etkisinde uyanamazsınız bir süre.Birbirine değen ellerin ölümün huzurunu delen,dingin maviliği harekete geçiren azgın dalgaları çağrıştıran gücüyle sarılırsınız sıkı sıkı.

Hayat denilen sonu başı belli bilinmezliğin yolunda;tali yollara sapan,akıntının çırpınışlarında bir süre duraklayıp etrafa bakabilenlerin karşısına çıkmıştır solgun bir çocuk veya ölümün son durağında ansızın çıkagelen bir kadın.Ellerin uzandığı yerde yeni bir hayatın türlü çiçeklerlerle örülü bahçesine ekilmiştir çocukların saflığı,aşkın yüceliği.Bahçede dolaşmak,kokulu,neşe saçan çiçeklerin zenginliğiyle huzurun mekanında kaybolmak, bir çocuğun bakışlarını sezmedede yada bir kadının zarafetine teslim olmada saklı.Dedim ya;bugün kendimi dinlemek istiyorum.

andacyazli@yahoo.com

7 Mart 2011 Pazartesi

Yüzeyselliğin Manifestosu

Hayat keşke çizgisel bir boyutta meydana gelen eylemler kadar basit pratikler olabilse.Keşke önceden belli,pürüssüz,durağan ve heyecandan yalıtılmış biçimde süregelse yaşananlar.Yaşanan birşeyin nedenleri üzerine çok kafa yormadan,basit bir el yordamıyla anlayabilsek çevremizde olan biteni.Ona göre vereceğimiz kararlar da griftli olmaktan çıkıp el değmemiş bir berraklığın ayrımı kadar net olsa.Belki yaşamak daha kolay olurdu o zaman.

Çevremizde dolaylı,dolaysız bir şekilde etki edebilen eylemlerin çizgisel bir yolda ilerlemediği,çok daha zikzaklı engebelli kristal bir gerçekliğin ta kendisi olduğu çok açık.Yaşananlar bu denli karmaşık bir yapıyı ima ettiğinden olsa gerek,olaylara bakış açımızda bu nedenle basite indirgenmiş bir sığlıkta oluyor ister istemez.Herşeyi iki sözcüğe sığdırma gayreti içinde debelenip duruyoruz.Çünkü biliyoruz ki,derinliğine inilen her bir mesele kendi içinde tutarlı,sistematik bir çabanın ürünüdür.Bu nedenle bu çabanın yokluğundan dem vurup,yüzeysel ölçekte sağlanan tatminkar cevaplar veya tepkiler ile farklı kapıların varolabileceği gerçeğini saklıyorız kendimizden.

Bir ülkede kadın cinayetleri bu denli artış gösteren bir noktaya geldiğinde, hemen herkes kendi doğrularından hareketle iki cümleye sığabilen basmakalıp birkaç sözler serpiştiriveriyor ortalığa.Ve ya çocuk tecavüzcülerinin 'hadım' edilmelerini sağlayacak düzenlemelere naif bir zaviye altında,toplumsal doğruculuk adına mangalda kül bırakmayacak açıklamalar ile 'sığ' sularda amaçsız kulaç atabiliyoruz.Aslında ayrı ayrı konuştuğumuz,tartıştığımız bu iki örnek ışığında ortaya attığımız 'doğrular' ı birbirleriyle ilişkilendirmeden önyargılı biçimde ele alıyoruz.Hadım gibi akla ziyan bir tür neo- nazi uygulamasını söz gelimi; kabul edilemiyecek tecavüzcüler,istismarcılar diye topu  başkalrına atıp kurtulmak yani,yüzeyselliğin tehlikeli sularına kendimizi bırakarak işin içinden çıkma gayretinde oluyoruz.

Hadım,kadın cinayetleri,eşcinsellere karşı uygulanan baskılar vs gibi tabuların altında aradığımız sadece vicdani bir rahatlamaya tekabül eden birkaç sözcük olabiliyor.Halbuki,hadım vahşetini dile getirenlerin zihniyet bekçiliğini yapan erkekliğin salt penise indirgenen patolojikliği olabileceği ve bu zihniyetin kadın düşmanlığının baş aktörü olduğunu bir türlü söyleyemiyoruz.Çocuk tecavüzcülerini biyolojik temelde gören ve reçeteyi cezai yaptırımında beis görmeyerek kesenler,kadınların kocaları tarafından katledilemesine de benzer sığlığın reçetesini sunuyor olduklarını her nedense aklımıza getirmiyoruz.

Yüzeyselliğin bu denli hakim olduğu bu topraklarda;geçiştirilen,düzmece,göstermelik hareketler sayesinde analitik düşünmenin tedavi edici misyonundan mahrum kalmadık mı sizce? Yazının başında söylediğim gibi,yaşanan birşeyin nedenlerini basit bir el yordamıyla geçiştirip işin içinden çıkmaya çalışmak kimlere hizmet,kimlere ihanet ediyor? Ya da şöyle de sorulabilir; yüzeysellik ve basite dayandırılan olaylar da bu türde bir zhiniyetin ürettiği politikalın bir parçası olabilir mi?

andacyazli@yahoo.com

6 Mart 2011 Pazar

Sınırları Aşan Erkeklik

Tekil olayların yaşanmışlığı bize bütün hakkında genel bir izlenim edinme şansı verir.Bir eylemin meydana gelmeden önceki haliyle,sonuçlanan şeklini takiben gelişen süreçlerde kıssadan hisse bir farkındalığın kisvesi altına gireriz.Peki bu durum(lar), farklı yer ve zamanlarda çeşitli saiklerle gelişen olaylar silsilesinde aynı etkileri ve sonuçları vereceği anlamına mı gelir? Eğer hayır der ve mekansal vb. farklılıkların özgünlüğünden dem vurup benzerliğin mümkün kılınamıyacağı gibi bir sav geliştirebilirsek,kısmen belli bir noktaya kadar savunulabilir tezler ortaya atabiliriz. Veya evet diyip,yaşananların aktörlerinden bağımsız ontolojik bir tıpatıpçılığın olduğunu savunabilir ve işi evrensel ölçütlere bağlıyabiliriz.Bana sorarsanız her iki faktöründe birarada bulunduğu fakat geniş yelpazede yapısal sorun kisvesinde 'tek' bir parçaya büründüğünü söyleyebilirim.

Bunları neden mi anlatıyorum? Son zamanlarda neredeyse sistematikleşen kadın cinayetleri ve arkasında yatan derin toplumsal dönüşümler.Aslında girmek istediğim konu,bugünün vahşeti altında cisimleşen erkekliğin patolojik dili ve o patolojikliğin doğal sonucunu yaratan kadın düşmanlığı.Dolayısıyla yakın zamanda onlarcasına tanık olduğumuz kadın cinayet ve tecavüzlerinin arka planındaki resme odaklanıp,güncel değil ama birkaç yıl öncesinde yaşanan bir haberle bu konu üzerinde düşünmek istiyorum.

18 yaşında bir genç kız şehirlerarası yolculuk esnasında,otobüsün molaya durduğu bir dinlenme tesisinin tuvaletinde doğum yapar ve bebeği bir çöp tenekesine bırakır.Olayın ardından genç kız:Ailesininin kendisini öldüreceğinden korkup bu durumdan kimseye bahsedemediğini söyler.Ne kadar tanıdık dimi? Benzer olayı ayrıca bir filme de konu olan başka bir coğrafyadan ele alalım.Romanya'da kürtajın yasak olduğu baskıcı Çavuşesku dönemi.Bir genç kız yine benzer korkulardan dolayı yakın çevresiyle paylaşamadığı hamileliğini sona erdirmek için kürtaj yaptırmak ister. Bir başka arkadaşıyla birlikte bulduğu bir doktora yüklüce para ödeyerek bir otelin odasında kürtaj olur.Fakat doktorun para dışında başka istedikleri de vardır.Doktor kadının bedenine sahip olur ve onu kürtajın bedeli olarak gösterir.Kadın, kürtaj sonrasında bebeği tuvalete düşürür ve sifonu üzerine çeker.

Şimdi yazının başına tekrar dönelim.Mekanların ve zamanların derin uçurumla ayrıştığı olayları, gerek arkasındaki toplumsal değişim ve totaliter yapı,gerekse bu yapının üzerinde baştan aşağı kana bulanmış ataerkilliğin kadın düşmanlığı birbirine kenetliyor.Ataerkil ilişkiler ağında;kadının,erkeğin denetim ve kontrolu altında tutulduğu,erkeğin seksüel hazzlarını fetişleştiren bir nesne olarak vücut buluyor.Her daim pasivize edilmesi gerektiği üzerine hem fikir olan erkek iktidar sistemleri, çarksal bir kısırdöngünün
makine işlevini üretiyorlar.Bu çarkın sürekli dönmesiyle kendini üreten,tekrar eden ve hızını alamayıp canavarlaşan erkekliğin dokunulmazlığı,evrensel normları vasıtasıyla kadınlara zulüm ve baskıyı erkekliğin alametifarikası görüyor.Söz konusu Türkiye de Romanya da olsa durum değişmiyor.

andacyazli@yahoo.com

4 Mart 2011 Cuma

Yuvasız Kuşlar'ın Modernizmi:Kokular ve Nesneler

Geçenlerde Kaos GL'nin web sitesinde dolaşırken gözüme çok ilginç bir yazı çarptı.Yazının adı Yuvasız Kuşlar:Nostaljik Paradigma.Önceleri ismin vermiş olduğu bir ilginin satırlarında geçici konaklama durumundayken,bir süre sonra yaşamın tüm dinamiklerini hayata geçiren ana çekirdeğin keşfine ermiş bir bilgeliğin sevinciyle oracıkta kalakaldım.Aynı zamanda Birgün yazarı Rahmi Öğdül'ün kaleme aldığı bu yazı,insanoğlunun geçmişin kimi zaman korunaklı miğferinden arındıran çırılçıplak gerçekliğin derin soluklamasıyla başa başa kaldığı anıcıkların nostajilikliğinde geziniyordu.Öğdül yazısında,belleğimizin paslanmış,yüz yüzü görmeyen sisli odaların köşelerinde yer bulan kimi anılarımızın bir nesne veya koku aracılığıyla yeniden günyüzüne çıktığını söylüyor.Nesneden ziyade kafanızı doğal olarak karıştırabilecek koku unusuru,hayatımızın bir döneminde yer etmiş olayları hareke geçiren gücünü bakın kendi anısıyla nasıl anlatıyor: 'Haliç kıyılarında ara sıra yükselen metan gazı kokusu pek çok insan tarafından iğrenç bir koku olarak algılanırken,aynı koku benim kişisel belleğime gömülü olan semt tarihinin yüzeye çıkmasına yol açabiliyor mesela'(...)

Bu koku meselesi üzerinde biraz durmak gerekiyor sanırım.İlişkilerin de belkide yakıcı özlemi içinde barındıran aşkların en doruğundaki karmaşık duygu devinimlerin somutlaştığı,hatırlandığı en tarifsiz bir hissiyattır koku.Öyle bir an gelir ki,bir kokunun burunda başlayan yolculuğu geçmişimizin en şehvetli,en dokunaklı,en acı-tatlı sayfalarını bir bir önümüze getirir.Hafif ılık bir meltemin alaycı esintisinde birbirine kenetlenmiş bedenlerin arkasından yakılan zılgıt gibidir artık o koku.Daha ilk randevuda kalp atışlarının gövdeden fırlayacak gücüyle ıslak ellerin birbirine ilk değişindeki heyecanı getirir misal önümüze.İlk bakışların harekete geçirdiği bedenleri,dokunuşları,haykırışları,esaretleri,ayrılıkları...

Geçmiş bizim için ocakta kaynamakta olan bir suyun yeniden soğutmaya terk edilmesi gibi durağan,tekrar kaynamaya bırakılmış gibi kabaran bir zıtlığın tezahürüdür.Durağanlığını uzun bir süre devam ettirebilir.Ama birdenbire bir binanın giriş katına adımımız atar atmaz burnumuza çarpan bir koku ile,bazen küçük bir çocuğun eskimiş küçük plastik topunu gördüğümüzde,bazen de tanımadığımız birinin üzerindeki kazağın desenleri ile o durağanlık kaynamaya yüz tutan suya dönüşebilir.

Nesnelerin ve kokuların, rasyonelliği alaşağı eden gücünün evrenselliği bize tüm insanlığın ortak duygu hareketliliğinin payandasını sunabilir.Hemen her yerde,ıssız bir sokağın sonunda yüzükoyun yatan bir köpeğin aldırmazlığı bize reddedilen bir aşkın küçülttüğü benliğimizi hatırlatabilir.Ne zaman tek başına başına buyruk yaşlı bir ağaç görsem,bana yalnızlığımın kavurucu soğuğunda üşüdüğüm o günleri hatırlatıyor...diyen kaç kişi vardır kimbilir.Hergün hepimizin benzer şekilde söylediği gibi.

Geçmişin kokularla,nesnelerle algınabilirliği genel olarak melankolik bir rüzgarın esmesine sebep oluyor ister istemez.Bir şekilde hatırlananlar ve bellekte türlü nesnelerin varlığı ile anlamlaşan anılar; biraz hüzün,biraz burukluk,biraz acı karışımlı bir araya gelmesi çok normal sanki.Gurbetlerin,sıla hasretlerinin hep bir yerlerinde yok mudur nesneler? Sevgiliyi hatırlatan entariler,babadan yadigar tarak,annelerin ceket arasına sıkıştırılan muskalar vs.

Öğdül yazısında tam da bu durumu notajileşme olarak tanımlıyor.Modern dünyanın yaşadığı en mühüm gerçekliğin nostajiliklik olduğunu söylüyor.Yerinden,yurdundan,evinden,barkından çıkan/çıkarılan insanların geçmşi kutsayan hasretleridir nostajileşme diyor.Başka diyarlarda,yabancı olmanın patolijikliğine isyan niteliğindedir aslında nesnelerke,kokularla kurulan ilişki.Nostajik paradigma denilen kavram bu olsa gerek.İsyanın kabrinde yetişen insanlığın ikircikli halat-i ruhiyesi, modernizm ile pişirip servis edilen nesnlerin,kokuların dünyası.Rahmi Öğdül gerçekten harika bir yazıyla,modernizmin kisvesini çok iyi tahlil etmiş.Felsefesini iki kelimeyle özetlemiş sanki.Yuvasız Kuşlar.Modernizmin,nesnelerin-kokuların ağırlığına alışmaya terk edilmiş insanların en güzel tanımı bence bu:Yuvasız Kuşar.Tekrar dönüp düşünmek gerekiyor,modernizmin insanlık tahlilini.

andacyazli@yahoo.com