Kendisiyle baş başa kaldığı zamanlarda hummalı bir edaya bürünür,gün ortasında yapılması gerekenleri planlardı.Genelde baş başa kaldığı kişi kendisi olduğu için,hareketleri bir kelebeğin süzülüşü kadar soylu olurdu.Bu soyluluk ona güç verirdi.Kısa süre önce görüşüğü çeşitli kişilerde nasıl izlenim bırakmış olduğunu düşünür,neden şu anda olduğu gibi soylu ve telaşsız hareketlerini sergileyemediğinin sorusunu sorar,uzun uzadıya düşüncelere dalardı.Sinirlendiği ender anlarda-sinirlilik kendi kendine kaldığı zamanlarda baş gösterirdi-insanları bir yük torbası gibi hayal eder ve bu yük torbasını neden her defasında kendisinin taşıması gerektiğine homurdanırdı.Herkes kendi yükünden sorumlu olsa,ne iyi olurdu diye geçirirdi aklından.Bazen de öfkesi dev çınar gibi büyür,dallanıp budaklanarak derin yalnızlığın karanlık odalarına uzanırdı.Böyle zamanlarda çevresinden hiç olmadığı kadar nefret eder,insanların-ama hepsinin-gündelik sorunların köleliğinde kaybolduğunu iddia eder,bölük pörçük okuduğu bazı filozofların aforizmalarını aklına getirirdi.Camus'un ”Sisifos”unu da sık sık bu sinsi nöbetlerde mırıldanır,kendisini ”Sisifos”un lanetlendiği dağın tepesine yerleştirirdi.Başkalarının yanında sarsılmaz bir güven duvarı ören ve her geçen gün o duvarları yükselten kimselere hem imrenerek,hem de tiksintiyle karışık bazı adlandıramadığı duygularla bakardı.Nasıl bu kadar tutarlı davranabiliyorlar dı,kendilerini başkalarına karşı bu denli yücelten ”sıradanlık” lığa nasıl erişebiliyorlardı? Kalabalık masalarda sözler havalarda uçuşur,biralar büyük keyifle yudumlanır,ağzın etrafını saran ıslaklık kibar bir dil sileceğiyle uzaklaştırılır,garson bir orkestra şefinin zarif el hareketiyle çağrılır,gelen konuklar espirili bir kaç söz ile sohbetin akışına dahil edilir vs. Tüm bunlar nasıl bu kadar ince kurallarına göre oynanabilir,akıl erdiremezdi (”Akıl” ve ”Mantık” üzerine en çok düşündüğü ve aklı yadsıma noktasına gelen sezgilerine kulak verdiği günlerdi). Ama her ne hikmetse gürülütünün köşebaşlarına yerleşen ikitidarında,garsonu çağıracak iki cümlenin sesini eriştiremezdi bir türlü kulaklara.Gürültünün iktidarına peşgeş çekilirdi böylece.Gürültü ve zefaret sandalı masalar bir kere daha galip çıkarlardı.Yenilgi başlamıştı.Yenilgi tekrarlanmıştı.Yenilgi bir tekerrürden ibarettir sözü çınladı kulaklarında.”Bakar mısınız..” ses yine duyulmadı.Duyulmuyacaktı da! Uğraşmak anlamsızdı,anlamsızlık anlamlı olabilirdi sadece.Öyleyse sende sesini çıkarmadan gürültünün ve zerafet sandalı masaların egemenliğine boyun eğ diye tekrarladı.Tekrarlanan yenilgiden başkası olamazdı ama.
”Yenilgi” kelimesi ceketinin iç cebinde taşır gibi,hiç şüpheye düşmüyordu varlığından.Ama yine de kuşkuya düştüğü zamanlar olurdu.Mesela sorardı:Yenilginin olabilmesi için önce bir savaş olması gerekmez miydi? Ben hiç savaşa girmedim ki diyerek de cevap verirdi kendisine.Peki neden bu kadar yorgun duyumsuyordum kendimi,yoksa bunun adı yenilgi olamaz mıydı? Sonradan karar verdi yenilgi konuşmaya başladığı ve düşüncelerini engelleyemediği sıralarda ortaya çıkıyordu.Geçen bir arkadaşına: ”Bundan böyle düşünceler,duygular,eleştiriler,en önemlisi bunları coşturan sorular sıkıyönetime tabii tutulacak,belli bir saatten sonta dışarı çıkmaya özellikle bilinçaltından üste geçmek gibi gaflete kesinlikle izin verilemeyeceği gibi, bu tarzdan çabalara girişen duygular şip şak tutuklanacaktır...”. Karşısında sus pus kalmış ve emirleri nereye ulaştıracağı bilemeden şaşkınlığa uğramış arkadaşı da: ”Peki efendimiz” gibi birşey mırıldanmıştı.Sonra devam etmişti:”Bu türden duygu,düşüncelerin varlığını gören,duyan,sezen her kimse ihbarda bulunmadığı vakit,tehlikeli düşüncelerde irtibata geçmek,kişiyi yalnızlığa sevk etmek ve düşüncelerin altında ezilmesine dolaylı destek vermek suçlarından, hakkında ağırlaştırılmış mühebbet hapis istemiyle dava açılacağını da aklında tutarsın herhalde” demişti. Sözlerinin altındaki ciddiyete kendisini inandırmak adına,şakaklarına yapışan ter damlacıklarını siler ve nihayet iş ciddiyeti test etmeye gelince, acı çekme sanatınının derinliklerinde süzülürdü.İlerideki çalışmaları,üstün tasarıları ve hayalleri acı çekme sanatına yönelik planlamalıydı.Sürekli bunu tekrarlar dururdu.Pavese'nin ”Yaşama Uğraşı”nı uğraş edinmesi de bu karardan sonra meydana gelmişti.Biraz da Dostoyevski okumalı,çilekeş ruhların zerafet sandalı masaları gibi olmayan masalarına buyur edilmeliydi.
Hayatını kademelşetiren kararlardan bazıları,sanki karşılaştığı olaylarda kendini gösteriyordu diye düşündü sonraları.Uzakta kurnaz gülümsemesiyle ona el sallayan sıkışmış tarfiğe selam vermeden,sol sapağa doğru yöneldi.Arabayla giderken hep farklı düşüncelere yönelirdi.”Ah,bide not etmeye fırsat bulabilsem,ne metaforlar çıkar ama... torpido gözüne bakalım,belki birşeyler vardır yazılacak birde kalem gerekecek ah ah” ”İşte yolda ölüm umarsızlığıyla baş başa bir kedi,öylece uzanmış gelen geçen herkese bedenini sergileyen çilekeş ruh” Ölen kedinin üstünden,istemeden de olsa bir kere de kendi geçti.Sonraki yolculuk boyunca hep bunu düşündü durdu.Hafif bir tebessüm yumuşaklığına yaslanarak uzattı dudağını boşluğa:İşte tam aradığım metafor! Ne kadar iyi! ”Ölen bir bedenin üzerinden geçilerek sağlanan yaşam hakları” İnsanlar böyle yaşam hakkına erişiyordu işte,bunun adı yaşamdı,böyle yaşamda tabiki yenilgi de olamazdı,”Sisifosluk”da diye düşündü.Şimdi maça nasıl çıkmalıydı.İşte herşey yenilgiyle sonuçlanmamış mıydı?,Şimdiden sonucu belli bir maçın ne önemi olabilirdi? ”Ama arkadışıma söz vermiştim” diye geçirdi aklından.Artık geri dönemem.”Sen dememişmiydin yenilgiyi test etmem zorun diye al sana bir fırsat,bu yüzden kaçırmamalısın bu maçı!”
Maç devam ediyordu.Aslında geriye kalan 10 kişi için devam ediyordu.¨Çünkü aralarında tek maçın sonucunu bilen benim” dedi ve sonra gülümsedi.Koşamıyordu da artık,zaten hiç aklına gelmemişti koşmak.Zerafet sandalı masalarda olduğu gibi burda da herşey kurallarına göre düzenlenmişti bir kere.Tıpkı garsona sesini duyuramadığı gibi sahada da ayakların hızına erişemiyordu.Çabalamak boşunaydı.Sadece seyirciydi,oyayan bir seyirci.Eskiden yoktu şimdi sahanını orta yerinde yüksekte zaman ve gol sayısını gösteren bir tabela görmüştü.Top yerine,süreler geçip gidiyordu yanından.Bakın! Maç esnasında süreyle ilgilenen tek kişi diye tarih atarlar mıydı acaba,konuşsaydı? ”Bir saniye beyler,lütfen beni dinlermisiniz ?” Sesini yine mi duyuramadı? ”Evet beyler bir dakikalığına maçı bırakın ve beni dinleyin lütfen!” ”Burada siz gözlerinizi faltaşı gibi açıp top peşinde koştururken,press sırasında rakibinizin sonraki hareketini düşünürken,kaçıracağınız adama nasıl okkalı bir pas verebilirim diye dertlenirken ben olanca varlığımla ne yapıyordum biliyor musunuz? Yukarıda gördüğünüz şu tabelada süreleri kovalıyordum,evet işte ben buyum” demek isterdi halbuki,hemde ne kadar isterdi bir bilseydiniz.Geri dönüşü yoktu.Sıkıyönetim başlamıştı.Zaten yenilgide tekerrürden ibaret değil miydi?
andacyazli@yahoo.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder