Asırlardır insanoğlunun varoluş yurdu olmuştur şiir.Enlemi ve boylamı olmayan,sıcak bir dokunuşun titrek ellerinden yoksun,soylu bir kıvılcım,sessiz iç çekişlerin basit ve sıkıntılı ruhu olagelmiş yurtlar.Üstüne imparatorlukar inşa edilmiş,kralların elinden altın yaldızlı taçlar giydirilmiş,sarayların geniş avlularında aşınmaz duvarlar konulmuş,şarap testileri kırılmış...Tarih her bir dönemecin peşinden giden heyecanlı,tezcanlı duruşunu kaybetmemiş.İzler yaratmış,yarattığı tüm coşkunluklarını alevlendirip çıkan kızgın dumanlardan destanlar yadetmiş.İnsan ise hem yadedilen,hem de biraz tarihin arka duvarlarına sığınmak istemeyen başına buyruk sezgileriyle hareket etmiş,edilgen kalmakla birlikte bunu kabul etmek istememiş.Tarih, edilgen ruhların anayurdu olmuş.Zaferlerden sarhoşa dönmüş ataların,ermişlerin,keşişlerin hikayeleri ile büyütülmüş yeni yetme gençliğin,bir deniz kıyısında çakılları dövmeyi görev saymış dalgalara bakarken neler düşünmüşler,akıllarından hangi tehlikeli oyunlar geçmiş de onları tarihin parçalarına dönüştürememişlerdir? Ne zaman hakikate ilişkin sualleri meraktan da olsa büyüklerinin kulaklarına fısıldar,büyüklerin sevimsiz suratlarına tanık olurlar? Tarihin gürültülü,savaşçı,hareketli doğasına taze gözkapaklarından terlemiş bıyıklara süzülerek inen iki damla gözyaşının eriyip gitmesine kim ses çıkarır,hangi mani ağıt yakar,hangi yetişkin sabırla kulak kesilir? Şiir böylece kimsesiz coşkuların,yarım kalmış üzüntülerin içine depreşen bir canavar olmaz mı? Hani şu çocukluğun içinde gezinen.
Nedir bunları düşünüdüren,şiirin öksüz kalmış çıplak kayalarına oturtan beni? Nikos Kazancakis'in kaba,saba,cahil bir benliğin derinliklerine giren orada ruhun tellerine dokunan,ürperten yaşama sevincini şiire dönüştüren bir ’Zorba’ olabilir mi acaba? Her raks oyununda kendini kaybetmiş,gözleri dönerek bulunduğu küçük odanın iki tarafında salınıp duran,karşısındaki kandili kendinden geçen kontrolsüz hareketleriye yıkan bir yaşam klavuzunun satırlarına odaklandıkça,sönen bir kandilin ardından saniyelerce mıhlanıp kalmam mı? Umudun kırık bir ekmek parçasına dönüştüğü,zevkin,eğlencenin yaşanabilir tüm yazgıları bir kandilin titrek ışığına ne kadar da muhtaç olduğunu sezinledim,amansızca düşündüm.Zorba'yı tıpkı yaşam dalının sadece ıssız bir ışık parıltısında saklı sineklerin,sönen ışıkla yerle bir olan bedenlerine benzettim.Bu benzetmede beni çeken şey,sönen son umudun,yaşam fişinin ardından tüm aldırmazlığıyla aynı hazda ve en aynı kuvvette raksı elinden bırakmayan adamın nasıl hayatta kalabildiğiydi.Aklımdan şu satırlar bir film şeridi gibi akıyordu: ”Şiir,umudun olmadığı yerde coşkuyla akan,kanla sulanan bir akarsudur.”
Tarih,kaygan rayların hızlı ve kararlı trenlerine dönüşürken,şiir rayların kenarlarında pineklemiş,gözleri nemli bir hüzne bürünen ihtiyarların yurduna dönüştü.Ebedi kalan da her geçen trenin arkasından sessiz iç çekişleriyle soluyan o ihtiyarlardı,rayların ortasına korkusuzca uzanan çelimsiz çocuk vücutlarıydı.İstasyonun hemen dibinde küçük,yoksul bir odada raksın çıldırmışlığı ile hayata başkaldıran Zorba idi,Zorba'yı büyük iç çelişkileri ile izleyen ve büyülenen hislerini saklayamayan yılgın bir entellektüeldi.Şiirin bir yurdu vardı.Birbirlerinden habersiz yüzlerin ışıltılarında,vücudun yüksek titreşimlerinde saklı,trenin arkasına aldığı insanlardı.
Kazancakis'in kaleminen bir ilüzyon ustasının kıvrak hamlelerine dönüşen tasvirleri,Tanrı'nın aynı şiir gibi eni boyu belirsiz,ölçüsüz ve sonsuz hislerin yürek çırpıntısına dönüşen yüceliği ve Zorba'da anlam bulan mistik çekiciliği, en kabil sorulara dönüşen şematik bir roman.Kazancakis'de toplanan soruların Zorba'nın dudaklarına bir zank gibi yapışması ”Neden Ölüyoruz” yakarışlarının derinliklerine sürüklenen hayalgücü imgesi ve verilen sonsuz cevaplar karşısında eli-kolu bağlı yaşamlarımız...
”Biz,dev gibi bir ağacın,ufacık bir yaprağı üzerindeki küçük küçük kurtcuklarız Zorba.Bu küçücük yaprak bizim yeryuvarlağımızdır;ötekiler de,gecenin içinde sallandıklarını gördüğün yıldızlar.Biz küçücük yaprağımızın üstünde sürünüyor ve onu hırsla araştırıyoruz.Kokluyoruz:Bize güzel kokuyor ya da kötü kokuyor.Tadına bakıyoruz:Yenilebilir buluyoruz.Vuruyoruz,sanki canlı bir şeymiş gibi çığlıklar atıyor.En korkusuz olan insanlar,yaprağın ucuna kadar varıyorlar;bu uçtan, gözlerimizle kulaklarımız açık olduğu halde kaosa eğiliyoruz.Ürperiyoruz.Altımızdaki korkunç uçurumu görüyor,dev ağacın öteki yapraklarının çıkardığı gürültüyü uzaktan uzağa duyuyor,öz suyun köklerinden yükselip kalbimizi kabarttığını kavrıyoruz.Böyle,uçuruma eğilmiş bir halde de,bütün bedenimiz ve bütün ruhumuzla,korkunun içimizi kapladığını anlıyoruz.O andan sonra artık şey başlar...”
andacyazli@yahoo.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder