31 Ağustos 2011 Çarşamba

Kelimeler Olmadan

Sözlerin ağızdan  kıvrımlaşarak,serpilerek ve onca hikmetine mahsül oranda soylulaşarak  birdenbire döküldüğü o ilk anın hemen ertesinde hissedilen "zamansız" ve "kokusuz" duygulardır "bizi" tanımlayan.Kelimelerle,bakışlarla,süzüşlerle gündeliğe renk veren tanımlamalar...Gündeliğin ağır ritmine ses çıkarmadan yavaş yavaş anlık olanla yetinebilme üzerine kurarız kelimelerimizi.Kelimelerdir,bir insanı bir insan üzerinde tartan ve onu yine kelimelerle paketleyen...Paketlenen de doğal olarak insandır! Ama  paketlenen o şey ne ise,kelimelere sığmayan,kelimelerin içinden buharlaşarak uçan birşeydir! Bilinmeyen insanın derin duygularına inen, şiirsel okşamaların tellerine dokunabilen birşey! Ağır aksak ilerleyen bir günün ardından,yorgun adımlarla uyku kurmacasına teslim olan insanın yanından geçen ama değmesi olanaksız o müzmin gerçeklik..."Biz" tanımlamasının ötesinde farkı bir öz-benlik...Kelimelerin anlamını yitirdiği yerde başlayan kişiliği yine kelimelere başvurmadan sürdürülen yaşamla nasıl birleştirmeli? İnsanlığı bu bilinmezlikte yeniden nasıl tanımlamalı? Sorulara verilen cevapları,kelimeler olmadan nasıl anlatmalı?

Michael Haneke'yi hatırlayalım:,"Ben kelimelere güvenmem.Kelimeler yalan söylemeye her zaman müsait olanlardır.Ten ise asla ama asla yalan söylemez".Benzer olarak Bernardo Bertulucci'nin "Paris'te Son Tango" filmini hatırlayalım.Geçmişi,yaşantının her bir unsurunu,bireyi birey yapan sıfatlamaları kelimelere başvurmadan anlatan bir "aşk"ın estetizesini hatırlayalım..."Gel bir anlaşma yapalım ve birbirimize "birbirimizden" bahsetmeyelim" sözlerinin "aşk" sınırsızlığına giden ne menem birşey olduğunu görelim.Bunu tek bir şartla gerçekleştirelim.O gelişigüzel çıkan,çıktığı anda boş çuval torbasını anımsatan, etkisiz hale getirilmiş değersiz bir öznenin kılcal damarlarını besleyen pıhtılaşmış kan gibi anlamsız akan kelimelere sığınmadan yapalım.Gelin bir kere bile "tenlerin" iletişiminden çekinmeden gerçekleştirelim o varoluşsal "anlamlarımızı".

Paketlenen insanlık,bir yerlerde dizginlenmek istenen insanlığın göstergesidir.Alenen yapılması,yapan ile yapılan arasındaki farkı ortadan kaldıran belirginliğe yaslanması hiçbir biçimde bir şey ifade etmez.Gündeliğin telaşsız,vurdun duymaz,hissiz soluşlarının düpedüz içindedir paketlenmek,ötede değil.Dizginlenen insan kelimelerin sonsuzluğunda gizlemeye çalışır benliğini ve öylesi bir sonsuzluğun rehavetine kapılarak dizginlenmenin aşağılık tavırlarını hissetmez,hissedemez1"Ahlak" ile "ahlaksızlık" yine kelimelerin yakan ellerine teslim edilmiştir.Kelimeler ile "ahlak" bekçiliğine soyunulur! Bedenin istem gücü ve sınırsızlığın en yüce varlığı o büyük,özlü sözlerin ortasında kısırlaştırılmış bir kedi gibi pasifleşir.Paketlenen aynı zamanda "bedenin" özgürlüğüdür.

andacyazli@yahoo.com

27 Ağustos 2011 Cumartesi

”Modern İktidar Büyük Gözaltıdır” (2)

Yazıya başlangıç olarak saptadığım pusula;Foucault'un söz ettiği iktidar biçimlerinin ”öz” olarak sabit,”biçim” olarak değişken yapısının epistemolojik temelleri üzerinden bir varsayım elde etmekti.Bunun yoluda neticede,”Hapisanenin Doğuşu” adlı kitapta Foucault'un bahsettiği “Azap” kavramının belkemiğini oluşturan beden tahakkümünün, zamanla ruh tahakkümüne evrilişinin felsefi çıkarımlarını teşhir etmekti.İlk yazının girişinde bu konuya dolaylı olarak ”varsayımlar” üzerinden gidişim;bir anlamda yazıya ana dokuyu verebilecek ve atmış olduğum üst başlığı salt varsayımdan ibaret saymayacak,onu resmi tarihin eşgüdümünde sağlanan ”bilimselliğin” rotasından çıkaracak bütünsele ulaştırmaktı.Kendisiyle bu konularda uzun uzadıya konuşmalar yapıp,felsefi alt metinler elde etmeye uğraştığım bir dostum ilk yazıma şöyle bir eleştiri yöneltmiş: ”İktidarın (daha genel anlamda güçler hiyerarşisinin) benim tabirimle toplumsal kuvvetlerin,bilgiyi denetim altında tuttuğu postulası,Foucault'un salt olarak bilgiye ve denetime yaptığı bir gönderme değildir aslında.Bilginin yanı sıra,cinsellik ve öz-benlik içinde aynı önermeleri yapar.Fakat Giddens'in Foucault'u eleştirdiği temel nokta;iktidarın cinsellik,bilgi ve öz-benliği sadece denetim altına aldığı ve sınırladığı noktasından çok daha farklıdır.Çünkü iktidar ilişkileri yoğun bir transfer noktası ve dönüştürme odaklı yeniden üretim merkezidir.O yüzden salt olarak denetim altına alma veya sınırlama biraz müphem yani muğlak kalır”


Büyük ölçüde katıldığım bu ”naif” eleştiriyi yazıya dahil etmemin ilk nedeni,tamda dostumun dikkat çektiği-bilgiyi denetim altında tutma ve kısıtlama postulasının yetersiz kaldığı- görüşünü sözünü ettiğim iktidar biçimleriyle (bedeni azap yönteminin terk edilmeye başlandığı,yerine yeni bir iktidar omurgasının varolduğu vesilesiyle) geçersiz hale getirmekti.Çünkü,Foucault'un 18.yy ortalarında Fransa,İngiltere,Prusya vb. ülkelerde özellikle 1670 Kararnamesi etrafında gelişen adli vakalarda,iktidarın salt bedeni Tanrı ve Hükümdar nedzinde cezalandırmak seyrinde politikalar belirlediğinin altını çizmekte ve bunun bir şekilde “vahşi” olmayan ama ”gaddar” olan bir devlet yönetimi olduğunu belirtmekteydi.Bedeni azap yönetemlerinin yavaş yavaş terk edilmeye başlandığı yönetimlerde,ontolojik bağların sabit kılındığı (devlet,hükümdar,tanrı) ama biçimsel değişimlerin gerçekleştiği aynı ülkelerde iktidar ”ruh” azabına yönelik bir değişim temsilciliğine soyunuyor.Bunun getirisi de,mahkeme suçluyu eğer ki ölüm ile cezalandırmışsa,bu ölümün eskisi gibi halkın gözü önünde,türlü işkenceler ve yavaş yavaş öldürme şekilleriyle değil;daha çok hızlı,acı çektirmeden ve gizli bir biçimde öldürülme haliyle meydana geliyor olması. (Foucault özellikle bu dönüşümü giyotin keşfedilmesiyle başlıyor olmasının dikkatini çekmekte).

Michel Foucault
Bu meselenin tartışma zeminini belirleyen dayanak, dönüp dolaşıp iktidarın bilgiyi kullanma,denetim altında tutma ve sistematik biçimde yayma girişiminde katmanlaşıyor.İktidarın bedeni somut ve gizli olmayan yollarla cezalandırma kimliği,toplumsal meşrutiyet alanına yerleştirilen ”bilgi” kontrolünün teolojiyle işlerlik kazanmasından ötürü geliyor..İktidarın,suçlunun infazını toplumdan gizlememe ve bunu iktidar kanallarına bir tehtit olarak algılamaması esasen,”bilgi” yi metafizik olanla bağdaştırmasından kaynaklı bir durum.Halk kitlelerinin infazı kabullenebilmesini salık veren olgu işte böylesi bir teolojik unsurun ”bilgi” ile kesiştiği yerde başlıyor.Kısacası ”bilgi” tekeli ,bedeni azabı meşru kılan tanrı ve hükümdarın edebi kutsallığı etrafında metafizik bir denetim aygıtına dönüşüyor.

Buraya kadar ki süreç,iktidarın en ”ilkel” düsturlarla boy gösterdiği bir denetim mekanizması.Peki bu egemenlik formatının modern iktidar oluşumuna izdüşümü nasıl sağlanıyor? Bunun cevabı,kuşkusuz değerli dostumun yazıma getirmiş olduğu eleştiri ve Foucault'un bilgiyi ”konjoktürel” ile ilintilemesi ile ilişkili.İktidarın bilgiyi teolojik argümanlarla tekeli altında tuttuğu olgusundan burada ayrılmak gerekiyor.Çünkü,modern iktidarın gelişmesine paralel düzlemde hareket eden ”bilgi” totali,somut yasalar ile ayyuka çıkan kutsallık mertebesinden arınmış,daha soyut anlamda vuku bulmuştur.Ceza yasaları da,böylesi bir değişimin getirdiği geleneksel ”azap” anlayışını bir kenara bırakıp,ruhi boyutta ”izolasyonist” getirilerde kemikleşmiştir.İzole eden ile edilen arasındaki ayrımı berraklaştırmak kuşkusuz,toplumu ”normal” ve ”anormal” sıfatlarıyla kutuplaştırmaktan ileri gelir.Deli,katil,eşcinsel gibi algılayışlarla yeni bir iktidar yapılanması kurulması bu noktada önemli hale gelmiştir.İktidar;deliyi tımarhaneyle (psikiyatrist),öğrenciyi okulla (eğitici veya öğretmen),askeri orduyla (militarist eğitim),hastayı hastaneyle (hekim) denetim altında tutarak,bunu ”bilimsel” bir çerçeveye oturtmuştur.İktidarın hedefinde nihai olarak ”beden” değil ”ruh” elzem hale gelmiştir böylece.

Evet,dostumun ”iktidar ilişkilerini yoğun bir transfer noktası ve dönüştürme odaklı yeniden üretim merkezi...” olarak adlandırması,bilginin teolojik tekelinden rasyonel kulvara evirdiği gerçeği ile ilişkili olduğu kanısıdayım.Sanırım,Foucault'un bize anlatmak isteğide iktidarın ”bilim” ile formatlanan gücünün sürekli,akışan bir transfer noktası olması.Modern anlamda da,geleneksel anlamda da bu ”öz” değişmiyor.Değişen ise sadece biçim.

andacyazli@yahoo.com

26 Ağustos 2011 Cuma

”Modern İktidar Büyük Gözaltıdır” (1)

”İktidarı yalnız hükümet olduğunu sanıyorlar,sanırlar!
                                                                                                         ECE AYHAN

Ortaya düpedüz atılan ve karşılıklı aktarımlar süzgecinden geçirilmeyerek felsefi formülasyona tabi tutulan savların bilimsellik ölçütleri hep tartışıla durmuştur.Varsayımlar üzerinden ilerleyen,üstlenmiş olduğu entellektüel misyonunun çok gerisinde,derinlemesine tahliller sunmaktan öte ”öznel” girişimler olmaya yüz tutmuş ifadeler hep askıda kalmaya mahkum olmuştur yada öyle adlandıra gelmiştir..Buradaki kilit nokta,bilginin ne kadar ”bilimsel” yasalara ait kılındığı ve o bilimsel yasaların meşruluğunu steril hale getiren güçler hiyeraşisinin neler olduğu.Bilginin tekelini elinde tutan tek bir güç merkeziyetinin varlığından bahsedemiyeceğimize göre,asıl olarak ”denetim” aygıtının bilgiyi kullanma ve yayma iradesini,bilgiyi toplumsal bazda kullanım ölçütlerini hangi ”denetim” aygıtlarıyla belirlediğini saptamak gerekiyor.Böylesi bir pesersektif kuşkusuz bizi tarih incelemesinin elzem kılındığı alanlara yöneltmekte.Tarihi yaratanlar tarafından yazılan tarih metinlerinin işlerlik sunduğu bilgi  metotlarını geçerli ve tek bilgi olarak kabul ettiğimizde,ortaya çıkan nişane:iktidarın (daha genel anlamda güçler hiyerarşisinin) ”denetim” altında tuttuğu bilgi çeperini aşmama kaydıyla üretilen bilimsel savlar oluyor.Benimde bu yazıyı yazarken edinmiş olduğum ”Modern İktidar Büyük Gözaltıdır” savı,Fransız filozof Michel Foucault'un ”Hapisanenin Doğuşu” adlı kitapta dile getirdiği tezlerin 4 kelimeye sığan özeti niteliğinde.Ama dahada önemlisi,iktidarın bilgiyi gerekli koşullar vasıtasıyla gereği kadar edindirme nosyonunun çok dışında bir anlam tekabül etmesi.

Foucault'un bu kitabında tartışmaya açmaya çalıştığım olgu iktidar biçimlerinin,bilgi üzerindeki tahakkümünün yarattığı tarih algısı değil,daha çok iktidarın bilgiyi dezanformasyona uğratarak beden ve ruh dünyasında yarattığı egemenliği meşru raylara oturtması ve yine bilimselliği kullanarak ”normal”,”anormal” atfedilen tipolojilerini farklı vesilelerle dayatmasından oluşan başka türlü egemenlik kurması.Foucault kitabın hemen başlarında ”Azap” kelimesinin altını-üstünü dolduran ceza infazlarının,uygulama biçimlerinin ve zamanla ”azap” kavramının değişmesine yol açan yasama faaliyetlerinden bahsederken esas olarak ”beden” ve ”ruh” ilişkilerine odaklanıyor.Ceza yöntemlerinin 18.yy'ın sonu ve 19.yy'ın başlangıcı olarak tabir edilen sürece kadar işleyen yönünü,en vahşi biçimiyle bedeni cezalandırmak olarak adlandırıyor.Bedeni cezalandırmanın o zaman diliminde türlü merasim,etkinlik ve halk gösterisi şeklinde yapılıyor olmasını,iktidarın hiçte sofistike bir hale bürünmeden ve yasaların gerekli gördüğü şekliyle uygulanabiliyor olması sadece ve sadece bedeni sindirmek ve yoketmek üzerine olduğunu belirtiyor.Kısacası,bedeni farklı ve uzun sürece yayan işkenceler sonucu yok etme planı,halkın yüksek ilgisiyle bütünleşen teolojik yaptırımların kutsallığı ile birlikte toplumsal meşrutiyetler haline dönüşüyor.

Dönemsel nedenlerden ötürü yavaş yavaş terkedilmeye başlanan bedensel işkence yöntemi,artık cezalandrımanın salt bedenle sınırlı olmadığı bir yeni ceza sisteminin varlığını beraberinde getiriyor.Buda,Foucault'un belirttiği üzere cezalandırmanın somut bir göze sokucu yüzünü kaldırarak,soyut düzleme taşıyabilecek ”yumuşatılmış” infaz kararları.Hedef, bedenin kanatılarak,koparılarak adaletin yerini bulduğu düşüncesinden varılan çıkarım değil,toplumsal geçerliliği sağlanan bilgi temelleri sayesinde ıslah edilmeye yöenlik ”ruh” şiddetine yönelmek.Yani,”normal” ve ”anormal” ayrışımlarıyla,bilimsel bir devinim kazanan yeni bir iktidar zemini hazırlayabilmek.

Devam edeceğim....

andacyazli@yahoo.com

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Bir Ayrılık

Kuşkusuz ki,İran sinemasının 'yedinci sanat' kültünde ağırlığı su geçirmez bir gerçek.Bu varsayımı boşluktan ”dolu” bir malzeme haline dönüştüren dayanak,İran sinemacılarının uğradıkları türlü ezimetler olsa gerek.Kesin bir yargının toptan reddedici doğasına hiçte uymayan,hemen hemen sinema üzerine fikir edinen herkesi ortak payda da buluşturan gerçek tam da bu.Toplumsal ilişkilerin,hem dini otoriterlik hemde sınıfsal ayrımşımlarla ”kaotik” bir atmosfere dönüştüğü İran'da,sorgulanamaz ”gerçek”liği sorgulanabilir hale getirmenin bedellerini en son Cafer Panahi örneğinde görmüş olduk.İran'da ”sanat” kalkanıyla,toplumsal ilişkilerin üzerine okkalı sözler söyleyebilmek ağır bedellerin altına girmekle eş değer bir hale dönüştüğünden,İran sinemasını özgün persektif ve itinayla incelemenin elzem olduğunu düşünenlerdenim.

Asghar Farhadi'nin son Berlin ödüllü filmi ”Bir Ayrılık (Jodaeiye Nader az Simin),bu türden bir inceleme için adeta biçilmiş kaftandır.Çünkü,Farhadi'nin kurmuş olduğu dramatik yapı; gerek olay örgüsü,gerek aile ilişkileri,gerekse de dini vesayete bakış açısıyla tam da sözünü ettiğim toplumsal yapının duvarlarında çatlaklar oluşturabilecek cinsten.Film,orta-üst sınıfa müdahil bir çiftin ayrılık kararıyla gittikleri bir mahkemede hakim karşısında hararetli tartışmalara başlamalarıyla açılıyor.Tartışmayı bir tür aile krizine dönüştüren olay ise;çiftlerden yurdışında yaşamayı kafasına koymuş Simin ile;evini,kızını,Alzhemir hastası olan babasını bırakmayı göze alamayarak yurtdışına taşınmak istemeyen Nadir.Bu kopuklukla birlikte çiftin yaşamında yer eden, boşanma sürecine giden olayların ortasında kalan 'ergenlik' çağındaki kızları Termeh ve evde bakıma muhtaç olan Nadir'in Alzhemirli babası...İlişkiler ağında olabildiğince saf,temiz,karmaşık görünümünün altında basit böylesi bir aile tablosunun hafif bir çivi kaymasıyla oynayan gerçekliği karşısında,kademe kademe toplumsal çatlakların ortalarına doğru ilerlediğimizi hissediyoruz.Bu hissiyatı güçlendiren durum ise,Nadir'in hasta babasına bakması için evine aldığı hizmetçi kadın Razieh.

Razieh'in bakıcılığı kabul etmesiyle birlikte,filmin ilk başlarında oldukça uzakta uzun ve korkunç bir gölge gibi görünen ”karanlık” ve ”riyakar’ ilişkiler çıkışsızlığı ve burjuva ahlakının yarattığı trajedi birer birer gözükmeye başlıyor.Razieh'in işe başlama sebebi,işssiz kocasına destek olmak ve maddi yoksunluklarını bir nebze azaltmak.Aynı zamanda,Razieh dini saiklerden ötürü kocasından gizlediği işini ve bir de hamile olmasından kaynaklı almış olduğu büyük ”risk”in varlığıyla,oldukça huzursuz bir bekleyiş içinde olduğunu anlıyoruz.Üstüne üstlük,yapmış olduğu bir ihmalkarlık üstüne işten atılması Razieh'i ve tabiki Nadir ve ailesini geri dönüşü olmayan bir girdaba sokan olayların başlangıcı olduğunuda.

İşten çıkarılmasının ardından,Nadir'in; Razieh'in merdivenden düşerek düşük yapmasına neden olduğu idda gerekçesiyle iki taraf kendilerini bir davanın ortasında buluyorlar.İki tarafın, davayı lehlerine çevirebilmek adına türlü yalan ve suçmalarla ilerleyen olay örgüsü,en sonunda içinden çıkılamayan bir tür labirente dönüşüyor.Film bizleri,”kim haklı”,”kim haksız”,”kim doğruyu söylüyor” gibi soruların bombardımanında,toplumsal kuralların din baskısı ve burjuva hilekarlığıyla örüldüğü bir sistemin tüm aciz yakarışlarıyla baş başa bırakıyor.Bir süre sonra hikaye ekseni,eşi Simin ve kızları Termeh'in geleceği adına gizlediği bazı gerçekler ve ”burjuva” erdemi içerisinde konumlanan ”suç ve ceza” ikileminin ikircikli ruh dünyasına sıkışmış Nadir; ve dini yaşamın ağır bastığı ritüellerin karşısında ”etik” olan ile,yaşamını ikame ettirecek maddi gereksinimi karşılayabilmesini salık veren ”burjuva” dayatmasının arafında kalan Razieh ve kocası etrafında vuku buluyor.

Asghar Farhadi'nin ”Bir Ayrılık”ının,İran üzerine söyleyecekleri ve belki de herşeyin çözümlenemeden muğlak bırakılıyor olması,İran toplumunu zapturapt altında tutan o gedikli sistem işleyişinden kaynaklı.Herşeyin karmaşık ilişkiler içinde eridiği,çıkmaza girdiği ve netliğin buharlaşarak kayboluyor olmasını,filmin final sahnesi en yalın biçimiyle ortaya koyuyor.Bir Ayrılık'ı ve daha genelinde İran sinemasını özgün kılan yegane olguda muğlaklığın kendisi değil mi zaten?

andacyazli@yahoo.com

19 Ağustos 2011 Cuma

”Geniş Mezhepliler” ve ”Kardeşim Akif”

Ece Ayhan'ın 1982-84 yılları arasında dönemin genç şairlerinden Akif Kurtuluş'a yazdığı mektuplar,”Kardeşim Akif” adıyla edebiyat ortamında yerini aldı.Küçük ve sakin bir Ege kasabasında 1980 darbesi sonrası gelişen siyasi-toplumsal bir dizi olayların yaşandığı (1982 halk oylamasına sunulan referandum) yıllarda yazılan bu mektupları, iki minvalde değerlendirmekte fayda görüyorum.Bunlardan birincisi;mektupların bize sağladığı aktarımlarda da anlaşıldığı üzere; bir toplumsal çalkalanışın derin yaralarının bir şair üzerindeki izdüşümleri ve bu noksanda kendisini aynı paralellikte bir sıkışmışlığa sürükleyen edebiyat ortamının Ece Ayhan üzerindeki yoğun baskısı.İkincisi ise;olguların daha bireysel düzlemde nüksetmesine paralel olarak ve yukarıda sıraladığım etkilere bir biçimiyle organik bağı olan,Ece Ayhan'ın değişen ve değişimin kendi deyimiyle ”onursuzluk” üzerine kurulu toplumsal omurganın direkt olarak bir şairin iç dünyasına nüfuz edişi.

Bunlardan hareketle,mektupların inceleniş biçimi ve dönemsel bir sosyolojik arenanın mevcudiyetini kapsamlı olarak ele almak,bugünün edebiyat bahçesinde ”tarihsel” süreçlerden geçmiş birçok yazarında gelmiş oldukları yerlerin hakkaniyeti noktasında bize önemli ipuçları sağlayacağının altını çizmek isterim.Ece Ayhan'ın mektuplarında sık sık dile getirdiği:”edebiyat içinde kemikleşen onursuzluk” serzenişi bugünün”tarihsel motif”leri ve onun türlü entellektüel yansımalrıyla iç dışlı çünkü.Yazma ile varolabilme adı altında yürütülen acımasız savaşlar,ayak kaydırmacalar ve paranın en büyük erdeme dönüştüğü türlü ”aydın” tuzaklarla örülü bir ”edebiyat mekansalı”ndan bahsediyor bizlere (daha doğrusu Akif Kurtuluş'a) Ece Ayhan.Bunun nedenlerini de daha çok ”tek bir adam için anayasa yapıyorlar” yakarışından tamamiyle farksız olan bir toplumsal dönüşümün çürümüşlüğü ile bağdaştırıyor.Bu durum,Ece Ayhan'ın düşünsel yaşamında garip bir ”tedirginlik” sinyalleri yaratıyor,hatta yer yer büyük öfke patlamalarına dönüşüyor olsada altında yatan gerçek rahatsızlık:Kuralları ”onursuzluk” temeline inşa edilen toplumsal dönüşümden,küçük çıkarlar sağlamaya yaraşan riyakar aydın sınıfı.Ece Ayhan'ın çeşitli şekiller ve değişken ruh haliyle Akif Kurtuluş'a anlatmaya çalıştığı bu ”Geniş Mezhepliler” sınıfı,günümüz entellektüel camiada da varlığı değişik noktalarda tartışılıyor.Dolayısıyla,geçmişin ve geçmişle birlikte gelişen dönüşüm sürecinin varettiği değerler dizisinin kalıplarıyla bugünlere gelebilen ”aydın”lara bahşedilen ”Geniş Mezhepliler” sınıfı,Ece Ayhan'ın  yarını yapılandıracak böylesi edebiyat ahvaline kızgınlığının ”haklı” gerekçelerini anlamlandırmak mümkün.

Mektupların,yoğun bir duygu çalkalanışları etrafında vuku bulduğu çok açık.Bununla birlikte,Ece Ayhan'ın maddi kaygılarının su yüzünde görünür olduğu ama Akif Kurtluş'un daha sonra söyleşide de belirteceği üzerine bu görünüşün altında ciddi bir ”yalnızlık”yalpalanışı olduğu da görmek mümkün..Peki,Ece Ayhan'ın samimi bulmadığı yazar camiasına sert eleştirilerini yöneltirken,yinede canla başla kitaplarının okurlarıyla buluşmasını istemesini ve bunu dile getirirken sık sık maddi olanaksızlığına vurgu yapmasını nasıl değerlendirmeliyiz? Salt maddi gereksinimler üzerinden kurulan bir sanat ilişkisi olarak mı,kendisini ait bulmadığı edebiyat ortamına karşı bu yoldan bir başkaldırı biçimi geliştirmesine mi,yoksa 25 yılı geçkin süredir çabaladığı yazarlık sürecinin,anlaşılmayla tabi kılınacak manevi doyumu mu? Esasen bu soruların yanıtını,Ece Ayhan'ın iç çekişmelerle yoğrulu,yer yer kendisini umutsuzluğa kaptıran ama peşini hiçbir biçimde bırakamayacağı ”üretme” tutkusunun kırıntılarında aramak gerekiyor.Bu da bize,bir biçimiyle ”Geniş Mezhepliler” arasında kendisine yer edinmemiş bir yazarın haykırışlarını anımsatıyor.Sonuçta Ece Ayhan,kendisinin ve kendisi gibi olabilen azınlık grup üzerinden kurmak istediği,şimdiki ve gelecek zaman köprüsünün,iç tezahürü olarak yalnızlık ve yalpanışı ağır hisseden ve yaşayan biri olarak karşımıza çıkmakta.Zaten Ece Ayhan'ı daha çok bu iki sözcükte aramalıyız:”Yalnızlık” ve Yalpalanış”

Not: Bu ”zor” mektupları derlemek gibi ”ağır” bir işin temsilciliğine soyunan ve bizlere bugünün edebiyat ortamında Ece Ayhan'ın saklı kalmış mektuplarını ulaştıran,çok değerli ve sevgili dostum Eren Barış'a sonsuz teşekkürlerimle.

andacyazli@yahoo.com

16 Ağustos 2011 Salı

Balık Sürüleri Gibi Öleceğiz Olric!

Selim Işık'ın günlüklerine bir gece yarısı konan tekinsiz kuşlar gibi,sararmış kağıtların gövdelerini didikliyorum.Bir yanımda 'Tutunamayanlar' listesine adını yazdıran Olric ile beraber nefes alıyor,onunla birlikte yitirilmekte olan Selim Işık'ın gözlerine gözlerimi dikiyor,diğer bir yandan yaklaşmakta olan tehlikenin sinyallerini duyuyor,irkiliyoruz.

Ne Yapmalı?

” Ne yapmalı? Bugüne kadar sürdürdüğüm gibi,çevremdeki kişilerin davranış ve tutumlarını bilinçsiz bir aldırmazlıkla benimseyerek bu renksiz,kokusuz varlıkla yetinmeli mi:yoksa,başkalarından farklı olan,başkalarının isteğinden çok farklı,köklü bir eylem isteyen gerçek bir insan gibi bu miskin varlığı kökten değiştirmeli mi?...

Selim Işık'ın titrek,solgun ellerinde vuku bulan mürekkebin damlarından fışkıran 'ne yapmalı'nın üzerinde durmamız gerekiyor.Selim'in ne yapmalıya verebilecek yanııtlarından çok,insanların Selim Işık'a ne yaptıklarının ve ne yapacaklarının sorularına kadar giden geniş yelpazeyi aşındırmamız belki de en önemlisi.Selim,bu yaşamın kristalize olmuş değer yargılarını karşısına alan ve kendi gerçekliğinin farkındalığı ile yılmadan açık bir kapı arayan biriydi.Bir yerden doğacak ışık huzmesinin karşısında gözlerini parıldatabilecek kadar 'tutunan' bir karaktere sahipti.Belki de biz,kendi 'tutunan' varlığımızı Selim'e sunmak kadar 'naif' bir tehlikenin dalgalarına kapılmıştık.Onu her yerinden kavrayarak,tutunan bir gömleğe büründürmek, yaşama sebebiyetimizin nihai basamağıydı.Dolayısıyla değer yargılarını o veya bu biçimde önemsedik ve kraldan çok kralcı kesildik ahlakçılıkta.Selim'i ulvi bir gerçekliğe çekip,onu kendimize benzeterek varedebilmeyi umduk.Ama Selim başkaydı! O,'ne yapmalı' sorusu karşısında,ne yapmayacağını bizim mekanik davranışlarımızda anlamış olmalıydı.Günlüklerinde de,girmiş olduğu yolun yalnızlıkla örülü dik yokuşunu elinde Kafka kitaplarıya farketmiş,hatta kendisini bir biçimiyle izleyecek sonrakilere atfeden küçük bir Tutunamayan ansiklopedisi hazırlamıştı.

Turgut Özben fakülte yılları ve sonrasında Selim Işık'ın kadim dostu olarak kalabilmiş,ama bir süre sonrasında onu yakasından kavrayarak kendi küçük burjuva ruhaniliğe sıkıştırmak gibi bir gaflete düşmüştü.Tabi bu durum karşısında,sonraki olacaklar için bedel ödeyecek,belki de özgürlüğün olmadık ara yollarını keşfe çıkacaktı.Selim Işık'ın ölümü,onda yeni bir beden,yeni bir arzu yaratabilmişti.”O zamanlar,henüz,Olric yoktu:hava raporları da günlük bültenlerden sonra okunmuyordu.Henüz durum,bugünkü gibi açık ve seçik,bir bakıma da belirsiz değildi” sözleri,gelecek olan tehlike sinyallerinin habercisi gibiydi.Olric;Turgut Özben'i bulduğunda (yada tam tersi) ”Tutunamayan” listesi yenilenecek,yeni bir hayatın Selim Işık'la beliren belirginliği su yüzüne çıkacaktı.

Asıl tehlike tam olarak bu değil miydi? Olric ile başlayan,sonrasının isli yollarında sonsuzluğa aralanan hayat? Turgut Özben'in 'gitmek' fikriyatı,tamda Selim Işık'laşması sürecine denk geliyordu.Bir nevi,Tutunamayan olma başlangıcı;ama sonunun asla belirginleşmediği bulutlu bir süreç.Artık Selim Işık'ı anlayabilirdi.Hiç olmazsa,anlama yolunda 'Tutunamayan' olarak,yaşam
ını sürdürebilirdi!

Böylesi bir kaçışın yarattığı 'ne yapmalı' sorusuna da karşılık verilebilirdi.Ancak ve ancak bu şeklide gizemi çözülebilecek bir 'puzzle'dı bu soru.Turgut Özben yola çıkmıştı! yanında Olric,kafasında gezinen ne yapmalı kurtları,derinden işitilen bir Ingeborg Bachmann şiiri...

Şimdi üçüncü kez bu gök gürültüsü!
  Ve gemiler,ağırdan,bir bir çıkmakta su yüzüne.
  Kömürleşmiş direkleriyle,batık gemiler,
  göğüslerinden vurulmuş,batık gemiler
  bedenleri yarı yarıya parçalanmış,


  Ve dilsiz yüzmekteler gecenin içinde,
  kimselere duyurmadan.
  Hiçbir dalgayı yarmaksızın.


  Yolları yok,bir yol da bulamayacaklar,
  hiçbir rüzgar cesaret edemeyecek onlara el uzatmaya,
  önlerinde hiçbir liman açılmayacak.
  Uyuyormuş gibi yapabilir deniz feneri!


  Bu gemiler kıyıya geldiklerinde...
  Hayır,kıyıya gelemeyecekler!
  Bizler,o gemilerin çevresindeki
  geniş dalgaların sırtında leşleri inip kalkan
  balık sürüleri gibi öleceğiz!”

andacyazli@yahoo.com

10 Ağustos 2011 Çarşamba

İnsan Nedir ki Olric?

İnsan nedir ki Olric?...Kelimeler; dışarıdan göründüğü kadarıyla,ebatları ve cisimleriyle sınırlı; akışkan olmayan,anlamdan yoksun  yer kapsasalardı keşke.Ne kadar kolay olurdu o zaman,bir kelimenin özünü yakalabilmek.Onu tartmadan,değiştirmeden,düşünmeden açıklayabilmek...Çevresinde ilk kez tanık olduğu bir nesneyle saf ve karşılıksız bir ilişki kurabilen küçük çocuk yakarışlarıyla hareket edebilseydik.Dokunmalarla sınırlı kavrayış kabiliyetlerimize yenilerini eklemeden öylece kalabilseydik.Herhangi bir olayı,durumu,insanı,bitkiyi tanımlama gayretiyle büyüyebilmenin kaygan yokuşlarında helak olmasaydık.Çocukluğun en kadim,en mahmur  bozulmamışlığını, büyümenin basamaklarına kilim olarak serebilseydik.Belki o zaman,kelimeler de; küçük bir çocuğun masumane bakışları altında kavrulur,hayatın çilekeş yollarında büyüyüp,vahşileşmezlerdi.

İnsan nedir ki Olric? diyesim geliyor sürekli.Selim Işık'ı tanıyan herkesin diline pelesenk olabilecek kadar güçlü bir serzeniş.Kim bu Selim Işık,yahu?  Gündelik akışın değişmez kanunlarını uzaktan haddini bilmez vaziyetle tehtide kalkan bu isimde ne oluyor? İlkokul çağında çizgisiz bir deftere 'çizgi'ler çizmeye uğraşan çocukların,hayalgücüne sığınarak elinde tabanca köşeye yığılmış bir adamcağızın,üstüne üstlük kırmızı pastel boyayla defterin kenarlarına kan süsü verilerek çizilen bir resim kadar değersiz ve 'çocuklara kötü örnek' bir figürden başka birşey değil...Kelimelerin tarif etmekten,betimlemekten,onu içine almaktan korkacak kadar tekinsiz bir varlık.Kelimeler bile aciz kalıyorsa,Selim Işık'ı nasıl anlatmalı? Bir adet kurşun kalem,A4 ebatında müsbette bir kağıt ve belki birkaç renk boyalar (inithar için kırmızı,melenkoli için sarımtrak,yaşamayı bilmeyipde yaşamaya uğraşmak yada yaşamın üstünü örtmek için mavi) kullanılabilir.

İnsan nedir ki Olric? Ah Oğuz Atay,senin de böyle çocukluğunun aristokrat bir ailede geçimsiz,anormal bir büyüme ile başlayan,daha sonra ilk çalışmalarını küçük şiir denemeleriyle çeşitli deriglere göndermesiyle tanınan,kazandığı yüksekokul macerasını yarıda keserek küçük bir dağ evinde ilk özgün eserini armağan eden,olgunluk yıllarına sığdırdığı romanlarıyla ünlenen,Nobel Edebiyat ödülünü hiçde Sartre'ci olmayıp elinin tersiyle bir kenara itmeyen bir yazar olarak önsözleştirselerdi ne olur du ki sanki?
Kelimelerin akışkanlığında sanada bir anlam verebilseyidk,anlamlardan ve aforizmalardan örülü t-shirtlerini satın alabilseydik.Türk edebiyatının en modern ve başına (post) ekinin gelmesiyle türetilen çeşitli akımlara dahil edebilseydik...Ama aydın ve entelletüel duruşumuzla,sözümüzün dinleneceğini varsayarak sana o içten şartımızı fısıldıyabilseyidk keşke...Selim Işık'ı bize tanıtma ne olur diye!

İnsan nedir ki Olric? Selim Işık intihar etmiş dostlar.Ee ne olmuş ki dediğinizi duyar gibiyim? İntihar işte...Selim Işık hayatımıza girdi gireli...cümleleriyle başlayan nutuklara yer yok Selim Işık'ı anlama klavuzunda? Selim Işık bir Tutunamayan hastalığına yakalanmıştı.Amansız bir hastalık.Daha çok küçük burjuva dünyalarında,gözü açılmış,kuşkucu ve yalnız Kafka okurlarında görülen bir hastalık.Hastalık fark edildiği vakit kişi kendini,elinde tuttuğu en 'büyük ve kutsal' küçük burjuva olanaklarını bir bir bırakarak yalnızlığa hapsetmeye başlar. Bir tür hastalık özelliği işte...En büyük belirtileri yalnızlık,çok okumak (özellikle bu dönemlerde Kafka'nın tüm kitapları tekrar tekrar bıkmadan,usanmadan okunur),iletişime geçmemek,çok içki ve sigara tüketmek...

İnsan nedir ki Olric?...Şimdi nasıl cevap vermeli? Kelimelerin art arta dizilmesiyle,uyumlu ve tutarlı cümle bütünlüğüyle nasıl kurmalı bilmem ki? Ah bu kelimeler...Ah bu duyguların cümlelere dökülme hali...Ah bu Oğuz Atay...Ah bu Selim Işık...Ah bu Olric...

İnsan nedir ki Olric? İnsan,Selim Işık'ı tanımayan ve Oğuz Atay'a en acıklısından bir önsöz yazan kişidir desem...Yada küçük hayallerin peşinde oradan oraya amansızca koşan,durgun suların üstünde ölüm denilen ama gündelikte yaşam kelimesiyle özdeşmiş bir pınara kendini bırakan,her türlü iktidar araçlarıyla hissizleşen,hissizleşmeyi normal addedilen kurallar içinde yaşayan,kelimelerle istediği gibi oynayan yapay duygusallığın içinde eriyen ve kaybolan ama tüm bunları yaparken tutunan bir karakter olabilen mi desem?

-”İnsan nedir ki Olric?”...
-”Nedir efenidimiz?”...
-İnsan,ağaçları kesip onlardan kağıt yapan sonrada o kağıtlara ”Ağaçları Koruyunuz” yazandır!...

andacyazli@yahoo.com

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Ait Olamama(k)

Geçtiğimiz hafta Bozcaadaydım.Rum evlerinin çevrelediği dar sokaklarda yürürken,bir taraftan kızgın güneşin altında Rum mimarisinin eşssiz yapılarını inceliyor,bir yandan da bu görsel estetiği yaratan  insanlardan arındırılmış bakir bir adanın kuru ve esintisiz havasıyla karışmış derin bir hüznü kokluyordum.Yerini yokolmuşluğun derin boşluğuna bırakan bir adada,tarihin çirkin koridorlarına ayak basmak hep bir yerlerde saklı vicdan yastığına sarılmama neden oluyordu.Lakin,tarihin muzafferleri tarafından yazılmış bir destanın yitik,bir o kadar da vicdanı dik kalmaya özen göstermiş,hep bir yerlerde kuşkunun izlerini takip etmiş bir 'tarihi şahıs' olarak aklımda 'aitlik' üzerine kuşku bulutları belirmeye başlıyordu.Aitlik demişken,ait olmak ve olamamak gibi kırık,dökük bir köprünün üzerinde sallana duran hayatımız bir yana dursun,bir tarihin yıkımı üzerinden yeni bir tarih yaratan her araca karşı kuşku bulutlarını inatla inşa etmemiz oldukça elzemdir.

Aidiyet kavramını deşifre etmeden önce,onunla ilnitili aynı zamanda yıkıntılar üzerinden yaratılan bir tarihi görmezden gelen ironik bir veçhe etrafında ilerleyen zamanın çarpıklığına da değinmeden geçemeyeceğim.Adaya ayak basar basmaz,her turistin vermiş olduğu şaşkın yüz ifadesini koruyan bakışlarımızla,adayı tanıtan bir harita ediniyoruz.Haritada ilk dikkatimizi çeken şey:Türk ve Rum bölgelerini belirtmek için ortadan kalın bir çizgiyle ayrılmış bölmeler oluyor.Bir çizgiyle ayrılan,kutuplaşan ve küçük bir çocuğun saf bencillik haraketleri yansıtması kadar 'gülünç' bir tarihselliğin izlerini taşıyan o kalın çizgiler...Derken,Rum evlerinin ayyuka çıktığı alanlarda,eski kalıntıların,harabelerin,kliselerin etrafında dönüp dolaştıktan bir süre sonra,hemen gözümüz o bildik manzaralara çevriyor.Anlıyoriz ki,haritada gösterilen 'Türk' kesimi bu taraflar...Yer yer dizili beton binaların uyumsuz ve çarpık görüntüleri;bölgenin turistlik dokusuna uygun birkaç dükkan ve soluk kahverengi iskemlelerin yığıldığı kıraathaneler...Zihnimi kurcalayan,oradan oraya sıçrayan düşüncelerimi depreştiren kilit kelime işte tam o anda aklıma geldi.Ait olamamak...

Peki neydi bizi oralara ait kılmayan şeyler? Ait olamamanın bu kadar günyüzüne çıktığı bir coğrafyada tüm bu kof kibirli duruşlar neyi ima ediyordu? Adanın doğasıyla iç içe,kültürel ve insani her bir unsurun düpedüz geçmişi ve geçmişi yaşatanlar ile ilgili olduğu bu kadar açıkken bu ait olabilme hırsı neyin nesiydi? Bir insanın veya topluluğun bir yere ait olabilmesini ölçen,onlardan arta kalan renkler,kokular,adımlar,sesler ise eğer,Bozcaada'nın her bir karışı tüm bunlarla kuşatıyordu insanı ve tüm bunlarla adanın yaşam dokusu hissediliyordu...Öyleyse neden? Aslında nedeni çok basit,çünkü ait değiller hepsi bu.Ait olmamayı bilipde,bilmiyormuş gibi davranmanın tipik tezahürü adanın haritalarında gizli o kalın çizigilerde.Bir biçimde;bir yerin,bölgenin ve ya toprak parçasının 'bizim' hissiyatını verebilmesi için böylesi bir savunmaya girilmesi zorunlu.Üstünü kalın çizgilerle çizmenin,işte burası demenin en kolay ve zavallı yolu bu olsa gerek.

Öyleyse sorunun kaynağını oluşturan,sorunsalı katmanlaştıran ve onu 'kurmaca' kahramanlık motifleriyle süsleyen,bir tür destansal havaya sokarak bazı kitlelerin dik ve gururlu yürümelerini sağlayan tarihin çarpık yüzünü bir kenara fırlatıp,tarihin bilinmeyenini bilmeye ihtiyaç var.Yoksa ait olamamanın her bir refleksini okun yaydan fırlaması gibi birilerinin üzerine fırlatmak ihtiyacı duyarız...Birileri ise,sizin kalın çizgilerle çizdiğiniz haritalarda gözükmeyebilir; ama biz biliyoruz ki,tarih dediğimiz şey çizgilerin çok çok ötesinde.

andacyazli@yahoo.com

5 Ağustos 2011 Cuma

Gitmek ve Direnmek

Yaklaşık bir 10 günlük seyehat dönüşünden sonra ilk yazıma nasıl başlayacağımdan öte nereden başlayacağımın sorusu ağırlık kazandı.Bu 'nereden başlamak' meselesine girerken,esas olarak hayata nereden, ne yönde ve 'ne derecede'  başlamak konusu anlam kazanıyor.Eğer yaşam denilen süreç,kendi iç kurallarıyla örülü bir dört duvar ise,o dört duvardan çıkış yada bir biçimde çıkma isteği bu gibi soruların hazırlayıcısı oluyor.Bir yandan zihinlerde yer eden,en olmadık zamanlarda duygu yoğunluğuyla bütünleşen 'gitme' ve 'kaçma' isteği elimizde taşıdığımız el bombası gibi patlamaya hazırsa,bulunduğumuz koşulları muhafaza etme isteğide bir o kadar patlamaya hazır bomba gibi diğer elimizde bulunuyor.Zihin ve beden,dış etkenlere karşı tipik bir savunma güdüsü ile 'yabancı' algılayışını pekiştiriyor ve böyle bir pekiştirek 'alışkanlık' denilen yaşam morfinini hücrelerimize işletiyor.Böylesi bir ortamda halihazırda bulunan varlıklar (somut veya soyut) sayesinde beden kendisini revize edemeyerek,alışkanlığa dönüşmüş her bir olayı zihinlerde en 'normal' haliyle tutarak,bir anlamda akıl muhafazakarlığını yaratmak gibi görev üstleniyor.Hal durumu böyle olunca,iki elimizde bulunan 'el bombaları'ndan diğeri,yani,bizi kaçma fikriyatından mahrum eden o 'korumacı' bomba kalıyor.

Oğuz Atay'ın post-modern kulvarda bir fenomene dönüşmüş 'Tutunamayanlar' romanının bir bölümünde Atay,küçük burjuva yaşantılarının konforlu kof ruhunu bir anda elinin tersiyle itip,yeni bir yaşama yelken açma düşüncesinin gel-gitlerinde boğuşan bir karakterin halat-i ruhiyesini tasvir ederken bu minvalde tartışılacak çok önemli ipuçları veriyordu okuyuculara.Atay;yemek sonrasında dişlerin arasına giren küçük bir yemek parçasının oradan kovulması için tüm organların nasıl canla başla çalıştığını bize anlatırken,kafamızda yer eden yabancı nesne motifinin ne kadar güçlü korku aracına dönüştüğünü düşündürüyor bir yandan da.Beden var gücüyle,küçük bir parçanın diş arasından sökülmesi üzerine konumlanırken,çizmiş olduğu sınırlar doğrultusunda uyarıcı hiçbir varlığı evinde barındırmıyor ve programını her daim var olanı muhafaza etmeye yönelik sürdürüyor.Atay'ın romanındaki 'sıkışmış' bir ruhaniliğin kaçmak ve kalmak ikilemini, tıpkı diş arasına sıkışmış bir uyarıcının orada tutulması ve lağvedilmesi şeklinde kutuplaşan bir iç çatışma ortamıni hazırlıyor.

Sahip olduğun ve sahip oldukların olmadan varolmadığını düşündüğün her birşeyi geride bırakarak gitme çekiciliğine kapılmak,kuşkusuz radikal bir haraket.Bir tür,bedensel/zihinsel/düşünsel/ruhsal bir başkalaşım hali.Ama bir yandan da,kalmak hissiyatı içinde 'eve dönüş' konformizmini barındırdığı için tekdüze ve heyecandan arınmış bir ruh hali.İkisinin arasına sıkışmış bir zihni dünya ise,içe kapanma,kuşkucu ve kendine dönük bir iç hesaplşama sürecinin sinyalleri...Bu türden meselelerde Ivan Gonçorov'un klasik şaheseri 'Oblomov'u anmadan geçmek olmaz.'Oblomovluk' felsefine yadedilen geçmişe güzelleme ve yeniliğe pasif bir biçimde başkaldırma parallelliğinde uzanan inasan portleri aydınlığa kavuşuyor çevremde.Solgun yüzlerin derin çizgilerinde somutlaşan, yaşama boyun eğmiş,kabullenmiş ve iç hesaplşamayı gerçekleştirememiş yüzler...Diğer yandan,yeniliği bir biçimiyle içinde taşıyan,onun ateşli düşüncesinde kavrulan,fırtınalı rüzgarında savrulan ama yinede kısa bir sürede cılızlaşan düşüncelerin eski,sıkıcı ve durgun rüzgarına yenik düşenler...Hayat dediğimiz savruluş,yıpranma ve mutsuzluk sözcükleri hep buralarda saklı değil mi zaten? Seyahata çıkmışken,evimden,yatağımdan ve çevremden uzaklaşmışken 'gitmek ve direnmek' sandalında bir oraya bir buraya sallnanmaktayken... sanki...sanki...Düğümleri çözülmüş,uçsuz okyanusa tek başına yolculuğa çıkan bir düşünce sandalının üstündeyim...

Tekrar merhaba...

andacyazli@yahoo.com