24 Temmuz 2011 Pazar

Bulantı'nın İki Dayanağı

Önceki yazımda (Sartre'nin Çakıl Taşı,22 Temmuz) varoluşculuğun bir anlamda modernitenin karşısında nasıl varedilebilrliği  üzerine bir beyin fırtınası yaratmıştım.Teori çerçevede böylesi bir akımın çıkmaz yola sapmayacağı faka pratik dayanaklarıyla çıkmaz yola tabi olabileceğini anlayıp,bu durumun tersini ne gibi kulvarda yaşatılabileceğini saptamaya çalışmıştım.Görünen o ki,varoluşcu felsefeyi anlamak birazda tarihsel konjöktürü iyi çözümlemekten geçiyor.Akımın en önemli duayeni Sartre,20.yy'ın ortalarında varoluşculuğun esaslarını ortaya atarken dünyada amansız yükselen bir faşizmin kanlı tarihi yazılıyordu.Bununla beraber,savaş yıllarının getirdiği katliamlar,işknceler vs. nedenlerle insanlık 'ölüm' ve 'yaşam' keimelerini altını doldurabilecek fikirler üretiyor veya bu iki kavramın çeperinde bir 'yokoluş' destanı çiziyordu.Felsefi yaklaşımların,entellektüel çabaların hemen hemen bu kulvarda hareket etmesinin özüde savaşın ta kendisiydi diyebilirim.Esas olarak varoluşcu akımı bu toplumsal tabloda ele almak,bize tarihsel duruşun-ve tabi bugünün dünyasıda varoluşun-kıstaslarını görmemizi sağlayacaktır.

Varoluşculuk; temelini Rönesans Hümanizmine bir başkaldırı yada kökten bireysellik esasını kullanıp Anarşist düşünselinde yer alabilirliği gibi iki kutupsal soru zemini hazırlıyor bizlere.Önceki yazımın ana gövdesini oluşturan 'Bulantı' romanında, Sartre'nin söznün ettiği anti-hümanist başkaldırıyı biçimlendiren ögelerin varoluşcu noktada nasıl yer aldığını anlamaya ihtiyaç var.Romanda bir Fransız şehrinde küçük bir kafede geçen iki kişinin diyaloglarını bizleri birçok noktada aydınlatıyor diyebilirim:

(A)”...Düşünüyorum da hepimiz şurada oturmuşuz,o değerli varoluşumuzu sürdürmek için yiyip içiyoruz.Oysa,var olmaya devam etmemiz için hiçbir,ama hiçibir sebep yok”


Bu sözlerin varoluşcu bir profilin ağzından çıktığı çok açık.Tabi bu kelimlerin sarf edilmesine en büyük dayanağını oluşturan söz konusu konuşmada karşı tarafın (yani ikinci kişinin) hümanist bir profilde olması.Zaten tartışmayı elzem kıran nokta da tam bu.Varoluşculuğun anti-hümanist bir tezden ileri geliyor olmasının çok açık biçimde belirtilmesi.Buradan hareketle-yazının başında belirtildiği üzere-varoluşculuğun teori ve pratik alanlarda çok ayrı noktalarda yer aldığının göstergesi.

(B)”Var olmaya devam etmememiz için hibir neden yok...Hayatın hiçbir amacı olmadığını söylemek istiyorsunuz kuşkusuz.Kötümserlik denilen şey budur,değil mi?”


Sartre'nin varoluşcu dünyası genişledikçe hümanist tanımlamasının bir tür yanılsama olduğu gerçeği karşısında bir süre donuklaşıyoruz.Çünkü bu anlayış toplumsal kodlarla teyit edilmiş kollektif ruhaniliği baltalayan,onu yok eden bir düşünce.Zaten meselenin özünü oluşturan varlığın; fazlalık olup/olmadığının farkındalığı ile meydana gelen özgürleşme biçimi.Diyaloglardan da anlaşıldığı üzere,varoluşmaya başlayan yada bir biçimde o farkındalığa erişen kimse varoluşunun bir yanılsamadan ibaret olacağını kavramaya başlar...Sonuç olarak da,böyle bir akımı kollektif bir oluşumla yaşatmak mümkün olmadığı gibi kollektif olmayanın da örgütsel olmayacağı dolayısıyla kitleselleşemeyeceği bir hakikati anlamamız gerekiyor.

Bir diğer soru işareti bu akımın, Anarşizmin düşünsel sistemetiğinde yer alıp/alamayacağı.Bu soruya verilebilecek yanıtlar çok çeşitli ve tartışmalı olsada,kritik çizgiyi belirleyen veya ezber sürecimizi sekteye uğratan Sartre'nin kendisini bir yandan da Marksist olarak tanımlaması.Marksizmin dinamikleriye anti-kollektif bir felsefi alternatif her nekadar diyalektizmle bir aradalığı savunulmasa da,Sartre'nin böylesi bir özgün Marksizmi geliştirmiş olması oldukça ilginç.Marksist paradigmadan bakıldığında da, varoluşculuğun pratik boyutunun boşlukta kaldığı belli oluyor.Teori zeminde ise durum epeyce farklı.Modern kapitalist ve liberal persektif ile ilerleyen toplumsal dinamikler bugünlere kadar varoluşculuğu teoride yaşatmış olmaları,akımın özgünlüğünü ve kalıcılığını kanıtlıyor diyebiliriz.Söz konusu diyalogda hümanist ve kollektif direnişin esas alındığı düşünce,varoluşcu rüzgara karşı bir tür 'kötümselik' yelkeni dikmesi bireyselliğe biçilen kollektif anlayışın özgürleştirme misyonundan kopmuş olabileceği düşüncesini akıllara kazıyor.Bu durumda,kökten bireycilik dolayısıyla her türlü toplumsal olandan arınmış bireyselliğin üzerine örtü serilmesi gibi bir anlayışı beraberinde getiriyor diyebiliriz.Böylece varoluşculuğu Marksist bir kollektif ürün olarak değil de,toplumsalllığın yarattığı otorite araçlarına külliyen reddeden anarşist persektifle eşgüdümleme daha gerçekçi gibi gözükmekte.

Varoluşculuğun iki paydada (anti-hümanist ve anarşist bağdaşım) tartışmaya açmaya çalıştığım bu yazının esas sorusunu oluşturan:Varoluşculuğu bir yaşam alternatifi olarak nasıl yeşerttmek olduğu Sartre'nin romanda da belirttiği üzere,kişi varoluşmaya başladığı andan itibaren kendisiyle birlikte yaşamda yer eden tüm varlıkların birer fazalıktan ibaret olacağını kavramaya başlar...Bu çıkış akıllara bir başka soruyu da getiriyor kuşkusuz:Fazlalık olunduğu anlaşıldıktan sonra,bireyin yaşamının bir anlamı olup/olmayacağı.Sartre'nin buna verdiği cevap ise,intiharında-yani ölüm denilen soyut varlığında-bir fazlalıktan ibaret olacağı gerçeği.Öyleyse tüm bu soruların karşısında aciz kalan bizler durumu nasıl kavramalı? Belki de bir çakıl taşını ele alarak başlayabiliriz herşeye.

andacyazli@yahoo.com

22 Temmuz 2011 Cuma

Sartre'nin Çakıl Taşı

Sarte'nin 'Bulantı' romanında resmettiği varoluşculuğun adımlarını takip etmek en ivedi zamanlarda bir tür sığınak haline dönüşüyor.Tüm yaşamsal çabaların,sessiz direnişlerin,duygusal yokoluşların anlamsızlık dehlizlerinde kaybolduğu durumlara tekabül ediyor.Yaşamsal pratiklerin romantik bir anlam ile yoğrulduğu her saniye herbirimizin bir çakıl taşına rastlaması o kadar olasıki... Bulantıyı bir nesne ile hissetmenin hayat karşısnda hissizleşmeye eşdeğer paradoksluğunun diğer bir deyişle,tutunamama farkındalığının tam ortasında bulmak gibi birşey kendini.Fazlalığa dönüşmüş varlıkların arasında sessiz sedasız bir bedenin fazlalığını keşfetmek ve oluşan tüm fazlalıkların hayat denilen gotik bir atmosferin ana kuderetini üstlenmek olduğu gerçeği salt Sartre'nin yaşadığı dönemlere mi özgü acaba? 20.yüzyılın umutsuz yakarışlarında hayat ve ölüm üzerine en kıdem tezlerin öne sürülmesi bugünün dünyasında anti-teze mi dönüşyor? Albert Camus'un 'Sisifos Söyleni'nde hiçliğin taşlarını kaldırmakla yükümlü lanetlilerin, güncelliğin telaşlı koşturmlarında birdenbire sis bulutlarına mı dönüştüler? Veya sesleri çıkmamaya mı başladı dersiniz? Toplumsal manipüle etmenin en basit ve yoz hali olan 'trend' basmaklarında kendine yer bulduğu sanılan varoluşculuğun,yine toplumsal olanla kol kola gezdiğini itiraf mı etmeliyiz kendimize? Bana sorarsanız asla! Hatta tam tersine çakıl taşlarının etrafımızı en çok saran ve çaresizliğin çöllerinde fosillşen birer nesneler haline geldiğin söylesem çok abes olmaz sanırım.

Sartre'nin 'Bulantı'sında bir çakıl taşının yerini koyulşatırmak tamda toplumasal olanın kurmacalığını koyulşatırmakla eşdeğer.Neden çakıl taşları derseniz;toplumsal değer ve ahlak sitemlerinden kendilerine basit ama hiçte bozulur olmayan görevlerin taşıyıcılığına erişen insanoğlunun,bir ateş çemberinde oradan oraya savruluşunun zavallığını görmek anlamına geldiği için.Küçük bir çakıl taşının, toplumsal travma ve yıkımın bizatihi kendisi olduğu için.Bulantının içe çöken ağır kasvetini yalnızlık sancılarıyla başkladıraya dönüştürebilmek için.

Varoluşu anlamlandırma üzerine kurulu toplumsal ritüellerin neresinde durmalı bulantıyı hissedince? Yaşamın küçük hayaller manzumesi sayesinde yeşeren dalllarına tutunamayışın yine toplumsal olanla birarada olmasını nasıl açıklmalı? Hastane koridorlarında çürüyen bedenlerin sızlanmasını büyük bir apartman dairesinde oturma hayallerinden ötürü meydana gelmiş olmasına nasıl tepki vermeli? Çözüm yalnızlıksa,yalnızlığın sınırlarını bir anlam boyutu katmadan nasıl çizmeli? İşte Sartre'nin çakıl taşını ele almak böyle fırtnalı gel-gitlerin ortasında kalmaktır.Tıpkı bir kafeste yaşayan hayvanın bulunduğu yerin uçsuz bucaksız doğa olmadığını keşfetmesi gibi bir haykırıştır tüm bunlar.İşin belki de en acı tarafı hayatın tüm 'anlam' çabalarıyla sürüp gitmesidir bir yandan da...Öyleyse ne yapmalı? Varoluşculuğu hayatın anlamsız çabalarına nasıl nüfuz etttirmeli?

Devam edeceğim...

andacyazli@yahoo.com

15 Temmuz 2011 Cuma

Toplumsal Hafızanın Otopsisi

Şilili yönetmen Pablo Larrari 28.İstanbul Film Festivalin'de Altın Lale ile dönen filmi 'Tony Manero'nun ardından yeni filmi Morg Görevlisi (Post Mortem) ile yine öncekine benzer temalarla karşımıza çıkıyor.Yönetmen,Amerika'da bir dönemler fenomen haline erişmiş Tony Manero karakteri ile kendini özdeşleştiren bir adamın,Pinoşe rejiminin arka fonunda hissizleşme süreci diye tabir edeceğimiz bir olgu üzerinden genel toplumsal panaroma çizmişti.Bunu yaparken de,'en başarılı Tony Manero' gibi bir isme benzer yarışmayı kazanmak uğruna bütün sınırları hunharca aşan bir insan portresi yaratmıştı.Günbegün kayıtsızlaşan,darbenin ağır bedellerini ödeyenlere karşı silikleşen ve darbe ruhuna eşdeğer bir biçimde canavarlaşan 'hafızasızlık' halini çok başarılı yansıtmıştı.

Pablo Larrari'nin bu biçimde yarattığı arazi karaktere uygun bir tipoloji Morg Görevli'sinde de mevcut.Bir hastanenin otopsi bölümünde yazman olarak görev yapan Mario (Alfredo Castro) işi gereği 'ölüm ve öldürülme' haline alışkın,yani genel bir hissizleşme durumuna müsait bir karakter.Bunu,filmin ilk sekanslarında gözlemlemek mümkün.Mario'nun; işinde oldukça mekanik bir tavır sergilemesi,iş arkadaşlarına karşı donuk ve umursamaz hali ,evinin adaeta yoğun bir kasvet içermesi bu duruma uygun kanıtlar içermekte.Dışardan bakıldığında görülen bu kişisel özellikler ve onlarla bütünleşen mekansal atmosfer yaklaşmakta olan bir askeri cuntanın karanlık tablosuyla gayet uyumlu.Bu uyumu bozan yada bir biçimde bozması umulan bir başka karakter ise Mario'nun komşusu aynı zamanda kabera sanatçısı olan Nancy.

Mario'nun tıpkı Tony Manero'da olduğu gibi saplantılı ruh hali Nancy ile tanışmasıyla başlıyor.Nancy'nin bulunduğu evi perde arkasından gözlemlemek,onu işine kadar takip etmek ve cinsel dürtüsünü mastürbasyon ile gidermek Mario'nun işi dışında yaptığı diğer eylemler. Bir akşam yemeğinde Nancy'e  beklenmedik bir evlenme teklifi etmesi ve bunu şaşkınkıla izleyen Nancy'nin yüzünde beliren alaycı ifadesi bize Mario'nun düştüğü takıntılı tavrın derin tasvirlerinde bulunuyor.Mario,tüm bunların yanında iktidarda bulunan Sosyalist Salvador Allenda yönetmini destekleyen sol grupların çok dışında kalıyor,hatta Nancy'nin evinde toplantılar yapan devrimcilere kayıtsız bir tavır sergiliyor.Nancy'i elde etme dışında Mario'nun bir başka gayesi olmadığı gibi,yaşadığı ülkenin düşeceği tehlikeli durumunu bile yıkıcı ciddiyetsizlikle izliyor.Mario'nun darbe sabahı Nancy'nin evi basıldığında sakince duş alıyor olması ve talamur edilen evden çıkan gürültüyü akan su ile bastırıyor olması bunun en büyük kanıtı.

Darbeden hemen sonra sayısı giderek artan, hastane koridorlarına dahi sığmayacak bir miktarda yığınca büyüyen cesetlerin otopsilerini Mario,iş arkadaşı ve başlarındaki doktor üstleniyor.Askerin Mario'ya artık Şili ordusu için çalışıyorsunuz sözüne ve yığılan cesetlere karşılık bile Mario umursamaz tavır takınmaya devam ediyor.Öldürülen insanlar,çekilen acılar,korkunç manzalar hatta asker kontrolünde çarpırtılarak yalan otopsi raporu çıkarılanlar (Askerin başında beklediği ve doktorun ölen bedene dokunmadan dahi yazdığı yalan otopsi raporuna söz konusu olan Salvador Allenda.Amaç ise Allen'danın öldürülmediği,yerine intihar ettiğini otopsi belgesinde resmileştirmek) Mario'yu ilgilendirmiyor,onu ilgilendiren tek şey kayıp Nancy'nin nerede olduğu! Nancy'i bulduğunda ise ona sahip olabilme tutkusu hayatının aktörü haline geliyor.

Nancy'i evinin arka bahçesinde sakladığı zamanlarda ise,Nancy'i bir başka erkekle yakalaması onu ilk bakışta etkilemeyen bir yan unsur gibi gözüküyor.Fakat Mario'nun finalde anlam kazanacak davranışı,söz konusu yan unsuru başat aktör haline getiriyor.Filmin son sekansında, duvarın arkasını onlarca eşyayla kapatan ve Nancy'i ölüme mahkum eden Mario'nun hali, bir nevi başarıya ulaşan bir darbenin saplantılı doğasına denk düşen bir insan tipolojisini yaratıyor.Mario;Nancy'i ölüme gönderen ve onun üstünü örten;haykırışları, feryatlarını duymayan bir toplumsal örtünün tezahürü olarak son buluyor.Tıpkı Allenda'nın üstüne örtülen örtü gibi.Örtü kaldırıldığında ortaya çıkacak acı tablo ise:Bir toplumun otopsiye alınan hafızasından başka birşey olmayacak.

andacyazli@yahoo.com

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Knut Hamsun ve Açlık

Knut Hamsun
Knut Hamsun'un şehirlerinde bir roman kahramanı olarak dolaşmak en büyük ezimet olsa gerek.Mağrur yüzlerin okkalı bakışları altında tozlu yollardan geçmek,küçük bir fırıncı dükkanının önünde vitrini seyre dalmak,hep bir yerlerde unutulan,yok olmamış bir umudu yılmadan arayabilmek...Knut Hamsun'un satırlarında acının yitik ama engebelli umut parçalarını aramak böyle bir ruh halini yansıtıyor.Tıplı Orhan Veli'nin 'Bir Roman Kahramanı' satırlarında olduğu gibi: ”Çadırımın üstünde yağmur yağıyor/Saros körfezinden rüzgar esiyordu/Ve ben,bir roman kahramanı/Ot yatağın içinde/İkinci dünya harbinde/Başucumda zeytinyağı yakarak/Mevzuumu yaşamaya çalışıyordum/Bir şehirde başlayıp/Kim bilir nerde/Kim bilir ne gün bitecek mevzuumu”


Knut Hamsun'un 'Açlık' romanını okurken aklımın bir köşesinde gizli bir roman kahramanı yaratmıştım.Bekleyişlerin türlü manzumelerini; yürüdüğü yollarda,konuştuğu kimselerde,sevdiği kadınlarda ve yazmanın erdemliliğinde arayan bir kahraman.Ucuz motel odalarından atılan,bir küçük ekmek parçası koparabilmek için durmadan yazan bir kimseyi uzaktan izleyebilme cesaretine kavuşmak gibi birşeydi bu satırlar.Sanki yaşamın ajitasyonu ile serpilmiş tohumlardan kaçmak,hunharca bir direnmenin ve yaşama şevkinin kanlarda dolaşan zehrini akıtma savaşı sunuyordu zihinlere.Yaşamın ancak yazmak ile anlamlanabileceği gibi bir varoluş rüzgarı estiriyordu kimsesiz ruhların çöllerine.

Ölümün donuk ve sert yüzüne karşı, ölümün bir başka halini, erdemle yükselen sıcak buharını yüzüne üfleme cüretkarlığı ile savuruyordu ağırlığından arınmış bedenlerimizi.Gökyüzünün bulutlar arkasına gizlenmiş maviliğini, en ürkünç gök gürültüsüyle saklayabiliyordu gözlerimizden.Mutlu son beklentilerine inat,ölümün timsalini canlandırıyordu zihinlerde.Açlık'ın pençesine yakalanmış bir farenin; amaçsız,sönük ve kaba çırpınışlarını değil,göklerde birlikte uçtuğu martıların kararlı kanat çırpışlarına erişebilme bilgeliğiydi onun varoluş sebebi.Yoksa ki,ölüm basit bir son vermeydi...Bir kurtuluş olabilecek kadar çekici fakat gitmenin sisli yolları kadar belirsiz ve ufku dar bir yoldu.

Gitmenin dümenleri kırılmış,bir yavrunun anne memesine yönelmesi kadar net ve aydınlığın dipdiri sularına gömülmüş kadar derin bir anlamı olması gerekiyordu.Ölüm, ancak ve ancak böyle bir berraklığın sonucu varılabilecek bir yerdi.Açlığın tüm bedeni saran kabuğunu koparmak,benzer bir acının kanayan yerlerine çıplak elle dokunmak aynı yolun yolcusuydu.Tıpkı ölüm ile gitmek arasındaki aynılık gibi.Bu bir aşk olabilirdi yada büyük bir yazar sevdası...Kim bilir,gidilen yerde her ikiside bir arada olabilirdi.Ama gidilen yer neresiydi? Belki de cevap Orhan Veli'nin şu satırlarında gizliydi:

”Kimse Duymadan ölmeliyim/Ağzımın kenarında/Bir parça kan bulunmalı/Beni tanımayanlar/'Mutlaka birini seviyordu' demeliler/Tanıyanlarsa,'zavallı' demeli/Çok sefalet çekti.../Fakat hakiki sebep/Bunlardan hiçbiri olmamalı”

andacyazli@yahoo.com

10 Temmuz 2011 Pazar

Bir Kadın Yaratalım...

Bir kadın yaratabilseydik.Nasırlaşmış ellerin emektarlığı kadar sert,şehvetli inltilerin derin solukları kadar kararlı,zincirlerini kırmış bir boğanın debelenmesi kadar çevik olsaydı.Yılların gövdesine işlemiş sıkı düğümleri çözebilecek çeviklikte eller,bir bedenin en derin mahzenine dokunan dudaklar,yüreklerin el değmemiş duvarlarını çivileyen yüksek topuklar soylu zihinlerin küçük bölmelerinde bir kadın yaratabilseydi keşke...Herbir öğretinin yeni baştan,hiç olmadığı gibi ve olamayacağını düşüdüğümüz gibi tekrardan varedebilseydik...Birilerinin omuz üstünden birilerini gözetlemediği uçsuz bucaksız vadiler keşfedebilseydik soylu tarihimizde...Hepimizin bir tay gibi esnekçe koşabildiği vadiler..Ötekiler diye bir sözcük girmeseydi zembrek dillerimize.Bileklerimizin en kuvvetli çevirisiyle fırlatabilseydik üstünde 'ötekiler' yazan çakıl taşlarını.

O zaman tipik toplumsal ritüel haline dönüşmüş kadın cinayetlerini, üstümüzdeki bir örtünün atılması kadar hızlı bir biçimde atabilir miydik acaba?  Kayıtsızlığın en tehlikeli ormanlarında dolaşıp,vicdanları onaran bitkisel icaatların peşinde koşabilir miydik? Üç maymunu oynayıp burnumuza konan bir sineği kovar gibi savurabilir miydik sorumluluklarımızı? Sıranın hangi kadına geleceğini,hangi bedenin ayaklar altında ezileceğini,kimlerin en delikanlı kabarışların tutkusunda alevleneceklerini bekler,merak eder miydik o vakit? Kimsenin üsütünden atamayacağı,susamayacağı ve cevaplaması zorunlu bu soruların hakkaniyetle konuşulması gerektiğini bilmem kaçıncı kez tekrarlarmıydık 'biz' bilmem şu tarihte şu zamanın devrimini bekleyenler?

Şimdi şu fotoğrafa dikkatlice bakalım.Yarın sansasyonel haberlerin alnı kapatan saçları arasında unutulacak bir fotoğraf olsa da.Bakalım çünkü,bombardıman görselliğin zihin kuşatıcı cehenneminden bir şans kurtulabilir ve belki bilnçlatımızn en kaba haliyle ortaya çıkacağı bir kabus anını yakalayabiliriz umuduyla.Eril iktidarın şip şak gözlerimizin önüne örttüğü sis perdelerini aralayıp büyük çayırların özgür ülkelerine göz atabiliriz beklentisiyle...

Sonra hikayeyi öğrenelim.Tıpkı kırmızı çember etrafına alınan yaldızlı harflerle bizlere öğretilen hikayler gibi.Çocukluk anılarının hortlayan karanlık korkusunu hafifletmeye yönelik uydurulan baba masallarını dinler vaziyette.Şaşkınlığımızı bir celsede hafifletecek konu değiştirebilme kabiliyetimizi etrafdakilerimize göstererek...Belleğin tozlu eşayalarına merhaba diyen karanlık kilere bu hikayeyi de göndererek..

Daha sonra neden sorusunun bilnimez ufkuna selam göndererek olayı etraflıca ele alalım.Suçun bir hollywood filmi kötü karakterleri kadar ucuz bir karaktere yükleyerek sıyrılalım.Neden ve nasıl yolunun sınırlarını aşmamayı kodlayan yüce sistemimizin komutlarını yerine getirerek.Mağdur olanla yürümenin zararlı deneyimlerini eğitim sıralarımızda yüksek sesle haykırarak.Hemde gözlerimizden akan yaşlara engel olamadan.

Bir kadın yaratmışız..Bir kadının diri diri çocuğuyla birlikte yakıldığını bir yerlerden bu hikayeyi duyumsuyorum çıkarımlarıyla öğrenerek...Toplumun kendisinin tamda bu hikayeyinin özünü oluşturduğu gerçeğini unutarak...Devlet erklerinin kayalıkların arakasında kıs kıs güldüklerini kanıksayarak...Yeni cinayetlerin hunharca devamlılığının vaatlerine alkış tutarak...Bir kadın yaratmışız..Yarın yepyeni bir günde,yeni kayıtsızlıkların ve şaşkınlıkların ortasında öldürülecek olan...

Bir kadın yaratabilseydik.Nasırlaşmış ellerin emektarlığı kadar sert,şehvetli inltilerin derin solukları kadar kararlı,zincirlerini kırmış bir boğanın debelenmesi kadar çevik olsaydı...

andacyazli@yahoo.com

7 Temmuz 2011 Perşembe

Duvarın Ötesinde Hiçlik

Günlerdir Fransız yazar Jean Paul Sartre'nin, yaşamın duvarlarla ayrıştığı varlık ve hiçlik odalarında geziniyorum.Varlığın bir fazlalık haline dönüştüğü savını aklımda uzun süre yer ederek,hiçlik üzerinde kafa yoruyorum.Kafamda dolaşan soru;varoluşun özünü baltalayan toplumsallığın, varoluşu kavramayı zorlaştıran gücünün neler olduğu.Acaba,hümanist edinimlerin,sevgi-şevkat selinin,dayanışma aldanışının ve ahlaki değerler manzumesinin varoluş gerçeğini yok saymayı dikte ettiren fazlalıklardan ibaret olması mı? Düşünceler pınarının dehilizlerinde kaybolmamak adına,varoluşcu felsefenin tüm hayat pratiklerinin neresinde yer aldığı odağını, Sarte'nin 'Duvar' kitabında topladığı bir öyküden yola çıkarak anlamak isityorum.

Öykünün kitapta yer alan ismi 'Oda'.Hikaye;kurallarına göre işlnemiş sorunsuz birlikteliğin emekli yıllarını yaşayan bir çiftin ( Bay-Bayan Darbedat) konuşmalarıyla başlıyor.Yeni evlenen kızlarının şizofren bir eşle yaşamını dert edinmeleri üzerine,anne-babalık görevlerini yerine getirme güdüsüyle kızları Eve'nin evliliğini bitirme planlarını yapıyorlar.Bunun için de babanın kızıyla uygun bir şeklide konuşması gerektiği üzerine hemfikirleşiyorlar.

Kızları Eve'nin eşiyle mutlu ve ayrılma ihtimalinin imkansız olduğunu düşüncesini karşısında baba bir deli doktoruna danışıyor.Kızının eşinin deli olduğuna,tehlikleli ve uyumsuz bir yaratıktan başka bir işe yaramadığına,bunun içinde en sağlıklı yolun bir tımarhaneye kapatılmasından geçtiğine inanıyor ve bu yönde doktoru ikna etmeye çabalıyor.

Jean-Paul Sartre
Sartre'nin varoluşçuluğu ve toplum değerlerinin topyekün reddiyesi üzerine kurulu 'bireyci' paradigması tam bu noktada çekici güç haline dönüşüyor.Deliliğin,toplumun çizmiş olduğu sınırlar içerisinde 'tehlikeli' halinden yeni bir başkaldırı portresi çiziyor.Delilik ve normallik kavramlarının algısal inşasını yerle bir etmeye yönelik bu başkaldırı biçimi,ontolojik bağlamda bireyin toplum dışı özerk bir varlık olduğu kanısını üzerinden hareket ediyor.Toplumsal olan ile olmayan her bir etmeninin açık bir biçimde ayrıştığı 'Duvar' ların ötesinde,bireyin saf benliğine ulaşabilmesinin kavramsal engellerine dikkat çekiyor.Burada ütopik tabirinin aslen varoluşun çıplaklığını gizlemeye yönelik toplumsal yapıların ürettiği bir kavram olduğu,dolayısıyla rasyonel olduğu kabul edilenin irrasyonel olabilirliği savını algısal düzlemde yeşertmeyi ön kabul olarak resmediyor.Sartre'nin duvarlarını esasen,tarihin muzaffer silahlarını ve iktidar olanaklarını kullanarak varolan egemenliğin bir tür algısal faşizmine bir set koymaya yarayan metaforları olarak düşünmeliyiz.Sartre'ye göre duvarlar;yaşamın her bir evresinde bireyi zapturapt altına alan,iktidar çemberinin kıskacında etkisizleştiren ve onlara birer isim uyduran asıl düşmanlardır.Duvarları ören iktidarlarla mücadele öncelikle kavramsal mücadeleyi beraberinde getirir.Deli,hasta,eşcinsel,terörist vb. kavramlarının duvarların çok ötesinde,iktidar ve toplumsal dilden arınmış,özgür zihinlerde kurulan bir algılayışla kavramak mümkündür.Sartre;birey varoluşunun farkına vardığı ve toplumsal 'bulantı' yı her bir karede hissettiği anda fazlalık olduğunun farkına varacak ve yaşamın hiçbir anlamı olmadığını kavrayacaktır demeye getiriyor.

Sorulması gereken;söz konusu öykünün odağında yer alan şizofren eşin, duvarların ötesinde özgür bir yaşamın kapılarını araladığı ve deliliğin en 'tehlikeli',diğer yandan en 'normal' halini toplumsal duvarların çok ötesinde varettiği alanda bir başka kişiye gereksinimi olup olmadığı.Daha doğrusu tüm duvarlar ortadan kalkacağı zaman,insanlığın biraradalığa daha da öteye gidersek yaşamaya (varolmaya) ihtiyacının olup olmadığı.

andacyazli@yahoo.com

5 Temmuz 2011 Salı

Aynalar

Yedinci Kıta (Michael Haneke)
Gelip geçen vücutlara çarpmadan,kayıtsız, başı yukarıda hızlı adımlarla yürüyebilme otonomluğudur biraz da modernleşme aynası.Kalabalıkların mevcudiyetini çevik bir alaycılıkla itmek kadar,kalabalığın tasasını istemeden de olsa omuzlarında taşıyabilme zorunluluğunu barındırır içinde aynalar.Aynalar yansımasını;kalabalık içinde 'ben' ile,kalabalık dışında 'ben' in aynı potada tek 'ben' bileşimine evirebilme dayanağından alır.Bu biraz da,kollektif olanla olamayan arasında sunni bir çatışma ortamı yaratır.Çatışmadan arta kalanlar daha çok yansımadan gördüğümüz kalabalık içinde koflaşmış bir birey fetişizmidir.

Bireysel özgürlüklerin en ideal toplumsal sözleşme temelinde korunduğu liberal toplumlarda,özgürleşme algısı tam olarak bu duruma tekabül eder.Kutsal mertebelere ulaşmış aile,din,ahlak vb. barınaklarından sıyrılabilmeyi ve yüksek iradesini kullanarak kararlarını bir başına verebilmeyi elzem kılan bireysellik, özünde öz-benliğe ulaşabilmeyi amaçlar.Özgürleşen birey onu kuşatan kurumlardan özgürleştiği kadar,birey olabilmenin sunni yordamlarından da bir o kadar özgürleşmiş kişidir.Peki,sunni yordamları yaratan saikler nelerdir? 

Sunni yordamlar; bireyselliğin yada özgürlük arayışının malzemelerini yine belli otoriter ve kısıtlayıcı yapılar etrafında kullanır.Bireyin kökten özgürlüğü kutsanırken,bir başka yandan bireyin prangaları yaratılır.Birey etraflıca ve geniş bir huzur ile birlikte kalabalıklarda yürürken,müzmin olarak kalabalığın içinde kendi yalnızlığına doğru savrulur.Dokunmadan,başı dik ve hızlı adımlarla yürüyebilmek yaratılan sunni bireyselliğin kibirli tavırları olduğu gerçeği kadar,birey fetişizminin boşluğunda tutunacak hiçbir dayanağın olmadığı gerçeğini de ifşa eder.

Bu rotada yaratılan ve kendini sürekli tekrar eden bireysellik algısı,yalnızlığı ve yabancılaşma edinimleri vahşice içinde barındıran unsurları yaratır.Dokunmadan,rutinleşmiş ve tekdüze yaşam kalıplarını bireycilik adı altında servis eder ve idealliği bu kulvarda aramaya başlar.Böylece;kalabalıklar içinden sıyrılmaya çalışmak,dokunmadan ürkek ve kayıtsız yürümek,yalnızlığın ağır kasvetinde yaşlanmak ve rutinleşen günlük ritüelerin kıskacında yaşamaya mecbur eder.Aynaların karşısında beliren iki farklı benliğin aldanışı;özgürlüğe giden yolda çırpılan takma kanatların duyarsızlılığını yaratır.

Michael Haneke'nin 1989 yapımlı 'Yedinci Kıta' filmini tekrar hatırlarsak ve gündeliğin sakin,tasasız ve müzmin yakarışının nelere gebe olabileceğini tartarsak belki anlayabiliriz sunni özgürlük fetişizmini.

andacyazli@yahoo.com

1 Temmuz 2011 Cuma

Edvard Munch ve Delilik

Ruhsal devinimlerin hoyratça,hunharca yalpalanmaları en gündelik ve olağan zamanlarda meydana gelir.İnce olduğu kadar tekinsiz ve sisli bir çizginin yollarıdır çöküntüler.Biraz da delilik ve normalliğin iç içe girdiği,bütünleşemeden parçalara ayrıştığı zamanlardır çöküntüyü yaratan.Deliliğin sınırları normal addedilen kıstaslar temelinde çizilir.Nevrotik yaşamların normalliği kollektif dayanışmadan ötürü gelmez mi? Diğer bir deyişle,delilik tamda kollektivizmin oyunlarında yer almak istemeyen bireyselliğin sıradaşlığın da başlamaz mı? Öyleyse algısal zeminde yer alan/aldığı düşünülen tüm 'normal' ritüellerin,bir tür deliliğin başlangıcına giden patolojik edinimler olduğunu söylemek çok mu abesle iştigal olur?


Şimdi geilin Edvard Munch'un deliliğin en duru,cinnettin en duyarsız,normalliğin en pak resmini resmettiği 'Çığlık (Skrik,1893)' tablosuna bir bakalım.Tüm oyunların en ince kuralına göre işlendiği,ağların sıkıca örüldüğü,normalliğin parlak,hareketsiz ve sessiz bir çehrede soluk aldığı bir anın kıyılarında dolaşalım.Kalın çizgilerin en kaba ve hoyrat biçiminde baskı renklere büründüğü o anlar,normalin dünyasından kopuşun en kadim haykırışlarını fısıldamıyor mu kulaklara? Herşeyin aynı akışkanlıkla sürdüğü modern duvarların içinde sessiz bir çeviklikle hareket eden tılsım etkilerin bağrında; seslerin kimselere ulaşmadığı,yankıların boşluklarda eridiği gerçeği karşısında sarsılmıyor mu insanlık?

Şehirlerin herhangi bir yerinde,herhangi bir zamanında ve herhangi bir bedeninde kopan çığlıklar,hep oyun dışı kalan bireylerin 'zavallılıkları' şablonunu çağrıştırmaz mı bize? Çığlıklar,oyunu yöneten ve oynayalar için tehlikeli ve geçişken deliliklerdir çünkü.Kopan çığlıklar,gündeliğin hoş beş ve dingin renklerinde hep bastırılır.Bastırılanlar,ruhsal sinyallerin sınırsız ve otonom renkleridir.'Çığlık'ın bir volkan patlamasını andıran dışavurumculuğunu en 'bohem' kıvılcımlarla resmeden koyu-kırmızı renklerdir.Çığlık anıyla birlikte sıkışmışlığın ve huzur pespayeliğinin maviliğine karşı,başkaldırının kırmızısı kutsanır.Kırmızı;hayatı olduğu gibi kabul edenler dünyasında asla yer alamayan,arkada yürüyen iki kişinin gri tonda kasvetli mutluluğuna el değmeyen noksalığıyla gökyüzünde billurlaşır.

Munch'un ölümsüz tablosu 'Çığlık'ı bir tür deliliğe övgü olarak mı okumalıyız? Bana sorarsanız biraz da öyle.Deliliğin; toplumsal nevrotikliğine karşı normalliği en özgür biçimde kullanan yanını sürekli hatırlayabilerek belki de.Her çığlık sonrası yeniden normalleşme yılanına değil de,normalliğin yılanlarını öldürerek...Çığlıkları haykırarak...

andacyazli@yahoo.com