Sarte'nin 'Bulantı' romanında resmettiği varoluşculuğun adımlarını takip etmek en ivedi zamanlarda bir tür sığınak haline dönüşüyor.Tüm yaşamsal çabaların,sessiz direnişlerin,duygusal yokoluşların anlamsızlık dehlizlerinde kaybolduğu durumlara tekabül ediyor.Yaşamsal pratiklerin romantik bir anlam ile yoğrulduğu her saniye herbirimizin bir çakıl taşına rastlaması o kadar olasıki... Bulantıyı bir nesne ile hissetmenin hayat karşısnda hissizleşmeye eşdeğer paradoksluğunun diğer bir deyişle,tutunamama farkındalığının tam ortasında bulmak gibi birşey kendini.Fazlalığa dönüşmüş varlıkların arasında sessiz sedasız bir bedenin fazlalığını keşfetmek ve oluşan tüm fazlalıkların hayat denilen gotik bir atmosferin ana kuderetini üstlenmek olduğu gerçeği salt Sartre'nin yaşadığı dönemlere mi özgü acaba? 20.yüzyılın umutsuz yakarışlarında hayat ve ölüm üzerine en kıdem tezlerin öne sürülmesi bugünün dünyasında anti-teze mi dönüşyor? Albert Camus'un 'Sisifos Söyleni'nde hiçliğin taşlarını kaldırmakla yükümlü lanetlilerin, güncelliğin telaşlı koşturmlarında birdenbire sis bulutlarına mı dönüştüler? Veya sesleri çıkmamaya mı başladı dersiniz? Toplumsal manipüle etmenin en basit ve yoz hali olan 'trend' basmaklarında kendine yer bulduğu sanılan varoluşculuğun,yine toplumsal olanla kol kola gezdiğini itiraf mı etmeliyiz kendimize? Bana sorarsanız asla! Hatta tam tersine çakıl taşlarının etrafımızı en çok saran ve çaresizliğin çöllerinde fosillşen birer nesneler haline geldiğin söylesem çok abes olmaz sanırım.
Sartre'nin 'Bulantı'sında bir çakıl taşının yerini koyulşatırmak tamda toplumasal olanın kurmacalığını koyulşatırmakla eşdeğer.Neden çakıl taşları derseniz;toplumsal değer ve ahlak sitemlerinden kendilerine basit ama hiçte bozulur olmayan görevlerin taşıyıcılığına erişen insanoğlunun,bir ateş çemberinde oradan oraya savruluşunun zavallığını görmek anlamına geldiği için.Küçük bir çakıl taşının, toplumsal travma ve yıkımın bizatihi kendisi olduğu için.Bulantının içe çöken ağır kasvetini yalnızlık sancılarıyla başkladıraya dönüştürebilmek için.
Varoluşu anlamlandırma üzerine kurulu toplumsal ritüellerin neresinde durmalı bulantıyı hissedince? Yaşamın küçük hayaller manzumesi sayesinde yeşeren dalllarına tutunamayışın yine toplumsal olanla birarada olmasını nasıl açıklmalı? Hastane koridorlarında çürüyen bedenlerin sızlanmasını büyük bir apartman dairesinde oturma hayallerinden ötürü meydana gelmiş olmasına nasıl tepki vermeli? Çözüm yalnızlıksa,yalnızlığın sınırlarını bir anlam boyutu katmadan nasıl çizmeli? İşte Sartre'nin çakıl taşını ele almak böyle fırtnalı gel-gitlerin ortasında kalmaktır.Tıpkı bir kafeste yaşayan hayvanın bulunduğu yerin uçsuz bucaksız doğa olmadığını keşfetmesi gibi bir haykırıştır tüm bunlar.İşin belki de en acı tarafı hayatın tüm 'anlam' çabalarıyla sürüp gitmesidir bir yandan da...Öyleyse ne yapmalı? Varoluşculuğu hayatın anlamsız çabalarına nasıl nüfuz etttirmeli?
Devam edeceğim...
andacyazli@yahoo.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder