Günlerdir Fransız yazar Jean Paul Sartre'nin, yaşamın duvarlarla ayrıştığı varlık ve hiçlik odalarında geziniyorum.Varlığın bir fazlalık haline dönüştüğü savını aklımda uzun süre yer ederek,hiçlik üzerinde kafa yoruyorum.Kafamda dolaşan soru;varoluşun özünü baltalayan toplumsallığın, varoluşu kavramayı zorlaştıran gücünün neler olduğu.Acaba,hümanist edinimlerin,sevgi-şevkat selinin,dayanışma aldanışının ve ahlaki değerler manzumesinin varoluş gerçeğini yok saymayı dikte ettiren fazlalıklardan ibaret olması mı? Düşünceler pınarının dehilizlerinde kaybolmamak adına,varoluşcu felsefenin tüm hayat pratiklerinin neresinde yer aldığı odağını, Sarte'nin 'Duvar' kitabında topladığı bir öyküden yola çıkarak anlamak isityorum.
Öykünün kitapta yer alan ismi 'Oda'.Hikaye;kurallarına göre işlnemiş sorunsuz birlikteliğin emekli yıllarını yaşayan bir çiftin ( Bay-Bayan Darbedat) konuşmalarıyla başlıyor.Yeni evlenen kızlarının şizofren bir eşle yaşamını dert edinmeleri üzerine,anne-babalık görevlerini yerine getirme güdüsüyle kızları Eve'nin evliliğini bitirme planlarını yapıyorlar.Bunun için de babanın kızıyla uygun bir şeklide konuşması gerektiği üzerine hemfikirleşiyorlar.
Kızları Eve'nin eşiyle mutlu ve ayrılma ihtimalinin imkansız olduğunu düşüncesini karşısında baba bir deli doktoruna danışıyor.Kızının eşinin deli olduğuna,tehlikleli ve uyumsuz bir yaratıktan başka bir işe yaramadığına,bunun içinde en sağlıklı yolun bir tımarhaneye kapatılmasından geçtiğine inanıyor ve bu yönde doktoru ikna etmeye çabalıyor.
|
Jean-Paul Sartre |
Sartre'nin varoluşçuluğu ve toplum değerlerinin topyekün reddiyesi üzerine kurulu 'bireyci' paradigması tam bu noktada çekici güç haline dönüşüyor.Deliliğin,toplumun çizmiş olduğu sınırlar içerisinde 'tehlikeli' halinden yeni bir başkaldırı portresi çiziyor.Delilik ve normallik kavramlarının algısal inşasını yerle bir etmeye yönelik bu başkaldırı biçimi,ontolojik bağlamda bireyin toplum dışı özerk bir varlık olduğu kanısını üzerinden hareket ediyor.Toplumsal olan ile olmayan her bir etmeninin açık bir biçimde ayrıştığı 'Duvar' ların ötesinde,bireyin saf benliğine ulaşabilmesinin kavramsal engellerine dikkat çekiyor.Burada ütopik tabirinin aslen varoluşun çıplaklığını gizlemeye yönelik toplumsal yapıların ürettiği bir kavram olduğu,dolayısıyla rasyonel olduğu kabul edilenin irrasyonel olabilirliği savını algısal düzlemde yeşertmeyi ön kabul olarak resmediyor.
Sartre'nin duvarlarını esasen,tarihin muzaffer silahlarını ve iktidar olanaklarını kullanarak varolan egemenliğin bir tür algısal faşizmine bir set koymaya yarayan metaforları olarak düşünmeliyiz.Sartre'ye göre duvarlar;yaşamın her bir evresinde bireyi zapturapt altına alan,iktidar çemberinin kıskacında etkisizleştiren ve onlara birer isim uyduran asıl düşmanlardır.Duvarları ören iktidarlarla mücadele öncelikle kavramsal mücadeleyi beraberinde getirir.Deli,hasta,eşcinsel,terörist vb. kavramlarının duvarların çok ötesinde,iktidar ve toplumsal dilden arınmış,özgür zihinlerde kurulan bir algılayışla kavramak mümkündür.Sartre;birey varoluşunun farkına vardığı ve toplumsal 'bulantı' yı her bir karede hissettiği anda fazlalık olduğunun farkına varacak ve yaşamın hiçbir anlamı olmadığını kavrayacaktır demeye getiriyor.
Sorulması gereken;söz konusu öykünün odağında yer alan şizofren eşin, duvarların ötesinde özgür bir yaşamın kapılarını araladığı ve deliliğin en 'tehlikeli',diğer yandan en 'normal' halini toplumsal duvarların çok ötesinde varettiği alanda bir başka kişiye gereksinimi olup olmadığı.Daha doğrusu tüm duvarlar ortadan kalkacağı zaman,insanlığın biraradalığa daha da öteye gidersek yaşamaya (varolmaya) ihtiyacının olup olmadığı.
andacyazli@yahoo.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder