29 Eylül 2011 Perşembe

Nuri Bilge Ceylan'ın ”Uzak” Anadolu'su

2002 yapımı ”Uzak”ın Cannes Jüri Büyük Ödülüne layık görüldüğü zamanlarda,Türkiye sinemasında ”auteur” sinemacılığı konuşulmaya başlanıyordu.Fransız Yeni Dalga'dan yeşererek, yedinci sanatın damarlarında müzmin dolaşıma giren bu yeni kavram ülkemiz sineması için renksiz,kokusuz sahte bir görselliğin taşıyıcısı olarak algılanıyordu.Ama öyle olmadı! Nuri Bilge'nin sinema kariyerinde mihenk taşı olarak kabul edilen ”Uzak”,minimalizmin zirve doruklarında ”auteur” sinemacılığının en ince desenlerini işledi sinemamıza.Görselliğin filmin bütününü saran gövdesine karşılık,hikayenin akışını aşırı estetize motiflerle boğan ”gösterişciliğin” hiçbir izini yansıtmıyordu kareler.Yönetmenin fotoğrafçılıktan gelmekte olduğunu anımsayarak,filmin karakterlerinden Yusuf'un fotoğrafçı olarak tanıtılması,görselliği kurgusal bir parça olarak değil,hikayenin asli taşıyıcısı konumuna yükselten tavrını ortaya koyuyordu yönetmenin.Kendi yaşanmışlıklarından,hislerinden,sezgilerinden yüksek bir estetik şema yaratabilen,bunu yaparken de toplumun temel çelişkileri ve çatışmaları içinde barındıran yapısı hakkında düşünceler üretebilen bir yönetmen Nuri Bilge Ceylan.Bunun da ”auteur” anlayışa nasıl açık kapı bıraktığını tekrarlamaya gerek yok sanıyorum.

Yaklaşık 9 yıl sonra yine Cannes'de Jüri Büyük Ödülüyle dönen son filmi ”Bir Zamanlar Anadolu'da” ile yönetmenin sinemasını yeniden (ve sürekli) gündeme taşıma zorunluluğunu üstümüze almış bulunuyoruz.Yeni filmin,”Uzak” ile,uzak akrabalığına değinmeden önce,söylemem gereken şey: ”Bir Zamanlar Anadolu'da”,Nuri Bilge sinemasının belki de dört başı mamur,sanki önceki filmlerinin toplamının kısa ve öz bir cümleye dönüşebilmiş şeklini yansıtan,yine önceki çalışmalarına sadık ama yeni sözler söylemekten de kaçınmayan kurgusuyla yönetmenin en iyi filmi olmayı hak edebiliyor olması.

Film,Kırşehir'in kırsalında bir cinayet vakasının peşinden sürüklenen insanların ”saklı geçmişler”ni mercek altına alıyor.İşlenen bir cinayetin ardından ceset aramaları için bir araya gelen çeşitli kademelerdeki  devlet memurları (polis,savcı,muhtar vs.),bölge sakinleri ve cinayeti işleyen iki katil ile tekinsiz bir dedektif hikayesinin içine sürükleniyoruz.Uzun planların asla sarkmayan döngüsü,birbiri ardına gelişen olayların sürekli artan gerilimini yelpazelendiren atmosferi,filmin özellikle ilk bölümünde hakim karanlık ve ıssız mekanlar tüm varlıklarıyla bizleri Nuri Bilge'nin ”Uzak” kasabasına ve uzaklığın ”aydın” yabacılaşmasıyla örülü karanlık bölmelerine girmemizi salık veriyor.

Tıpkı bir cinayet olayının gerçekleşmesiyle kendi yaşamlarında izler ve bulgular keşfeden dedektifler gibi biz seyircilerde cinayetin gizemli karmaşıklığından sıyrılıp,karakterlerin görev ve sorumuluklarını aşan geçmiş yaşantılarının izlerine kapılıyoruz.Filmde her karakterin söz konusu cinayet ile geçmiş suçlara,yüzleşilmeyen hakikatlere,örtbas edilen bilinmezliklere,yılgın yaşantılara bir bir kapı açtığını görüyoruz.Aceleden sakınan kamera hareketleri ve doğrudan karakterlerin ruhsal durgunluklarına yönelen dramatik öge temelde taşra-şehir ikileminde yabacılaşmış ”aydın” duruşunun puslu bölmelerine fener tutuyor.Fakat filmin ”Uzak”dan ayrılan en önemli yönü,bu çatışmanın görünür insan ilişkilerinde saklı hezayanları değil direk olarak kişinin ruh dünyasını ele veren donuk ve sessiz yüz ifadelerinde arıyor olması.

Nuri Bilge kamerasını,sistemin genel işleyişindeki sorunlara ve bireyleri yabancılaştıran doğasına yönelik çevirerek asıl derdini saklı tutulan ve yüz yüze gelinmesi imkansız hale getirilen insani değerlerin basiretsizliğe yöneltiyor.Cinayeti bir toplumsal netice olarak görüp,o neticenin etrafında ki küçük yaşantıların da o cinayetten bağımsız ele alınamayacağını çok çarpıcı dile getiriyor.Kayıtsız kalınan ve sistemin cenderesi altında taşa döndürülen vicdanların, uzaklarda bir yerde kaybolan dokusuna kamera çeviriyor Nuri Bilge.Filmi final sahnelerinde kameranın bir pencere arkasında dış göz gibi konumlanması,iç yaşantıların dar odalarına sıkışan karakterlere kendi gerçekliklerini gösteriyor.Pencerenin arkasında onları açık,sonsuz ve itiraflarla sarılı rüzgarın sert gerçekliğine bırakıp/bırakmamanın cevabını vermeden şu soruyu yöneltiyor: uzaklığın iç yalnızlığa gebe vicdani yükü mü,yoksa sert rüzgarların vicdani yükü arındıran hakiki doğası mı? 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder