Alçak tavan aralarının kenarına iliştirilmiş kirli,tahta kenarları arşınmış her halinden odanın kasvetiyle bütüncül nesne izlenimini veren bir döşeğin ucuna oturan ve odanın tek küçük penceresinden, yağmur sularıyla akan bir havanın ağlamaklı bakışını izleyen bir adam.Saatlerce aynı köşede aynı noktaya dikilen gözlerin mahmurluğunda bir Kafka mekansalının içindeymiş gibi bir çıkışssızlığın izlerini takip ediyor.O bakışların oyuğunu dolduran çaresizlik hissiyatı bir örümcek ağı gibi etrafını sarıyor.Ama amacı kurtulmak değil....Onu için ağların; ellere dolaşan,mide bulandıran görüntüsünden sıyrılıp odadan kendisini atmak, hıncahınç bir yaşamın iri pençelerine boyun eğmek ile aynı anlama geliyor.
Günün bütün kısmında yanından ayrılmayan ılık kahveler ve izmaritlerin doldurduğu bir kültablası ile yan yana oturuyor.Onların korunaklı miğferinden başını kaldıramazsın.Yalnızlık sözcüğüne sığmayacak kadar büyük yerleri dolduruyor onlar.Yağmur;mavi kubbenin yeşille çaktığı ışıkların homurdusundan belli eder saatini ve dövmeye başlar kaldırım taşlarını.Sokağın sular ile serinlediği ılık bir sonbahar ikindisinde yüksek duvar dipleri ve çatı aralarına sığınan insanlar gözüne çarpar.Pencereden gözlerini ayıramayan adam,özgürlüğünü sokaklarda yaşayan yağmur ve özgürlüğn serinliğinde diplere sığınan insanlar arasında gizil bir iletişim başlamıştır.Bu,kozmik olanın uçsuz bucaksız çayırlarda koşusturduğu bir tay gibi özgürlüğün iletişimidir.Baskılanan,susturulan iktidar kalıplarıyla tekdüzeleştirilen insanlığın acınasılığında göz göze gelebilme halidir.
Sessizliğin çığlığa dönüştüğü,acıların yokuş aşağı bir tekerlek gibi sürüyle yuvarlandığı kaldırımların yağmur suları ile haykırışına kulak verebilme şevkiyle bir aradadır onlar.Susturuldukça,sindirildikçe hızlanan,öfkelenen suların gücü ile prangalardan kurtulma savaşı verirler.Durgunluk ölümü,yenilgiyi çağrıştıtır onlara.Yağmurun sınır tanımayan şehvetle akması,gök kubbenin sayısız renk cümbüşliğinde coşması bir kurtuluştur onlar için.
Dev binların izbe odalarında köleliğin durgun havasını ağır ağır koklarken,gözkapaklarımızdan akan gözyaşlarına artık kayıtsızlaşan insanlığın doğa ile başkaldırıya çıktığı bir devrim halati ruhiyesi değilmidir varoluş sınırlarımızı çizen? Albert Camus'nun 'Yabancı'nda olduğu gibi, soluksuz bırakan yakıcı güneşin altında işlenen bir cinayetin cinnetiyle sarsılmıyormuyuz hepimiz? Biçilen değerlerin,yaşam tarzlarının,kurumların boğazımıza yapışan kupkuru cehennem sıcağında,ortalığı serinliğin özgür esintisine bırakan yağmurun kokusunu aramıyor muyuz? Devrim fitilini,tekdüzeliğin durgunluğuna karşı yakmak için...Yoksa Tezer Özlü'nün tasvir ettiği 'acınası güncelliğimiz'de tek sığınak bile bulamadan cehennemin kavuruculuğuna boyun mu eğmek zorunda kalacağız.Tercih ettiğimiz şey; yağmurun demir gibi sert tokadı mı,yoksa kıpırtısız bir öğlen vakti başımıza çöreklenen yakıcı bir sıcak mı?
andacyazli@yahoo.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder