Geçen sene bu zamanlar, kamusal ve siyasal alana dair tüm ön kabullerimizi büyük ölçüde yeniden sorunsallaştıran ya da modern çağın yerleşik mücadele biçim ve yöntemlerini aşındıran yeni bir oluşun içinde buluverdik kendimizi. Oluş dememdeki kasıt, en basit haliyle, kendisini bir şekliyle Gezi direnişi olarak sunan bir sürecin içinde yer edinen bedenlerin sürekli olarak dönüştükleri/ genişleyerek çoğullaşan yaşam pratiklerinin sahici özneleri haline gelme durumu belki de. Yani, hiçbir örgütsel faaliyetin sınırların(c)da sabitlenmeyen, herhangi bir kültürel/sınıfsal varlığın öncülüğüne/özneliğine soyunmayacak kadar geniş, biricik ve nüfuz edilemez ’oluş’u. Direnişin bu özgül karakteri; onu oluşturan toplumsal katmanların (siyasi) çeşitliliğinde olduğu kadar başladığı günden bu yana devlet şiddetinin önünde ve arkasında boy gösteren tüm aktörlerin acz ve ikiyüzlülüğünde (yinede) bir tanımlama, ete kemiğe büründürme çabasına büründü. Gezi açısından baktığımızda, kendilerini direnişin etkin/faal üyeleri olarak ortaya koyan bireylerin (tikel) görüş/edim ve deneyimleriyle ilintili olarak muhtemel bir tanımlama veya anlamlandırma sürecine girmiş olmalarıyla birlikte her birinin özgür bir kamusal alanda ortaklaştığı, oluş olarak çoğul bakış ve dünyalar sergilediklerini gördük. Diğer yandan başından beri devletin ve onun bekasına soyunmuş ’politik aklın’ durumunda ise, sivil ve meşru bir hükümete karşı ”darbe” ya da iç ve dış odaklarca takdim edilen bir ”komplo”, ”üç-beş kendini bilmez çapulcu ”serüveni vs olarak adlandıradurduğu bir ”hakikat söylemi” ni ısrarla dolaşıma soktuğuna, muhafazakâr sağ paradigmanın ”fıtrat”ında olan tanımlamalara tanık olduk ve olmaya devam ediyoruz. İktidar açısından bu tür tanımlamaların aciliyeti ve şiddeti meşrulaştırmadaki rolü bir yana asıl mahareti etrafında topladığı kalabalığa bir bakış/ufuk sunmaktır.
İşte Şükrü Argın'ın ”Gezi'nin Ufkundan: Liberal Demokrasinin Krizi, Kamusallık ve Sol” adlı yeni kitabı bu bakışların, ”yarattığı algı çerçevesinin içinde kuşatılmaya, kavranmaya çalışıldığı” çok değerli bir kaynak. ”Algı çerçevesi” ne örnek olarak, Alain Badiou'dan devraldığı “skandal” ve “olay” kavramlarını, burada kısaca açmaya çalışacağım şekliyle, gerek direnişçiler gerekse de iktidar tarafına denk düşen anlamlarını sorguluyor. ’Skandal’ı tanımlarken ”şeylerin normal gidişatında ortaya çıkan ’anomali’yi, 'aksama'yı; ’hal’de, ’durum’ içinde meydana gelen ’görünmez’ ama doğası itibarıyla ’öngörülebilir’ ve dolayısıyla ’önlenebilir’ ’kaza’yı” kast ediyor. İktidarın direniş sürecini haliyle bir ”skandal” olarak görmesinin, normali sekteye uğratan bir tür felaket olarak okumasını bu bağlamda tartışabiliriz. Tersine ”Olay” ise ”tam da ’normal’ görünen ve görülen ’hal’in kendi özündeki ’anomali’yi açığa çıkaran ’kriz’e; deyiş yerindeyse, kaideyi bozan ’istisna’ya, gidişatı bambaşka bir mecraya sürükleme gücü yüklenmiş ’ihtimal” i anlatırken kavrayabiliriz. Dolayısıyla süregiden gidişatın, statükonun ’normal’ ya da ’anormal’ olup olmadığına ilişkin bakışımız Gezi direnişini ”olay” ya da ”skandal” şeklinde algılamamızla birebir ilişkilidir. Böylece, İktidarı özellikle liberal düzlemde onamaya soyunan entelektüel kesimlerin, Gezi'yi neden bir ’skandal’, veya ’normal’den sapma olarak görüp/bunun toplumsal kabul ve rıza süreçlerine entegre etmeye çalıştıklarını daha iyi anlayabiliriz sanıyorum.
Ayrıca bu kitap, Spinozacı anlamda birey ve toplumların neşe ve keder arasında devinen gelgitlerini ”Cumhuriyet tarihimizde yaşanmış en sevinçli, en keyifli ve en neşeli kolektif ruh kabarışı’na, kısa bir süreliğine de olsa, çeviren Gezi direnişini tüm yönleriyle ele alan düşüncelerden oluşuyor. Tam da burada olan, Gezi'yi meydana getiren koşulların iktidarın tüm yaşamsal alan ve etkinlikleri tehdit eden fütursuzluğuna duyulan ”öfke” ile, daha iyi yaşam arayışlarından beslenen umudu imleyen ”neşe”nin Spinozaca bir aradalığı. Kitap, düşünsel dinamiğini tabi ki 80'lerden bu yana hızla küreselleşen kapitalizmin neo-liberal kisvesiyle kamusal alanın içini boşaltması, tüm yaşamı piyasa güçlerinin tahripkar doğasına kanalize etmesi ve icraatlarını dayandığı ”az ve öz” ama ”kamusal yüklerinden kurtulmuş güçlü ve yetkin devlet”e borçlu olan yapısını analiz ederek temellendiriyor. Bu durumda kamusal alanın yeniden kazanımı en öncelikli hal olarak karşımıza çıkıyor olması boşuna değil. Gezi direnişini bu bağlamda kamusallığı egemen düzenin çıkar ve dışlayıcılığından arındırmanın ortak bir sözü, eyleyişi ve koşulu olarak öne sürüyor diyebiliriz. Kitapta öne çıktığını düşündüğün en temel arzu, ”ortak kaderin müşterek yaratımı” olarak kamusallığın yeni bir çehreye, bedenlerin kendilerini özgür ve katılımcı bir zeminde yeniden yaratabilecekleri imkânları tanımaya yöneliktir. Bu ise bireylerin yaşam alanlarını daraltan, kamusallığı yok eden, hegemonyacı küresel neo-liberal kapitalizmin reddi ile cisimleşebilecek kendisini ancak ”müşterek kaderin ortak reddi” nde bir araya gelen bedenlerin gücünde bulabilir.
Bir diğer öne çıkan mesele ise Şükrü Argın'ın direnişi ”sivil, kendiliğinden, çoğul ve post-politik” sıfatlarla kavramsallaştırması. İlk üç niteliğinin somut ve anlaşılır yansılarına karşılık diğer vasfın, yani ”post-politik” in (ayırıcı) önemi, sıkça iddia edildiği üzere, içinde Gezi kitlesinin ”apolitik konum ve tavrıyla” hiçbir benzerliğinin bulunmadığına yönelik fikri barındırmasıdır. Gezi direnişi ”reel politik”in yani, politik tüm yapı ve örgütlerin yok saydığı kitlelerin sahneye apolitik olarak değil ”politik sistemin ötesi”ne sıçrayabildikleri potansiyele içkin olarak çıkmışlardır. Buda bizi tam anlamıyla yurttaş olmanın kamusal alanda görünür olmayla, kendini en etkin/dinamik biçimde yaratma haliyle eşgüdümlü çeperini düşünmeye sevk edecektir.
”Gezi'nin Ufkundan: Liberal Demokrasinin Krizi, Kamusallık ve Sol” artık birinci yılını dolduran direnişin, bugüne değin epey biriken yazılı külliyatına özgün ve bir o kadar açılımcı bir perspektif sunuyor. Yazarın da belirttiği üzere bu satırlar ”ne sosyolojinin her zaman mecburen erken ötmek zorunda olan horozu ne de tarihin her zaman ötmek için karanlığın çökmesini bekleyen baykuşu”na benzetilebilir. Ben daha çok bu satırları; bir oluş içindeki direnişin yarattığı kamusal ortaklığın, içinde çokluğun serpilip yeşerdiği bir yaratımın, kitlelerin kolektif ruhuna nakşeden bir ’neşe an’ının, dayanışma ve arayışın umudunu/güzelliğini paylaşma ve tanıklık etme isteminin ürünü olarak okudum. Belki son olarak kişisel arzumu en iyi şekilde; kitabın giriş kısmında alıntılanan Walter Benjamin'in, sokak ve pasajları tasvir ederken sarf ettiği, ”kolektif ikametgah” kavramıyla aktarabilirim sanırım: Temenni olarak, ”iyi ve doğru bir yaşam”ı dert edinen herkesin bir ”kolektif ikametgah” yeri olarak öne süreceğim bu eserde buluşmak ve tartışmak dileğiyle!
Not: Bu yazı Birgün Gazetesi'nin 1 Ağustos sayılı Kitap ekinde yayınlanmıştır.
andacyazli@yahoo.com
20 Ağustos 2014 Çarşamba
8 Ocak 2014 Çarşamba
Ses ve Öfke: Genişleyen Bir Ütopyaya Doğru
Geleneksel dil ve anlatım tekniklerinin ötesine sıçrayarak deneysel denebilecek bir edebiyatın 20.yy’daki en yetkin örneğini sunan Willam Faulkner’ın ”Ses ve Öfke”sinin okuyucuları ilk olarak Jean-Paul Sartre’ın sorduğu şu soruya cevap aramakla başlarlar: ”Neden Faulkner’ın dünyasına açılan ilk pencere bir budalanın bilincinden verilir bize?”
Başlangıçta bu soruyu cevaplamak kolay olmayacaktır. Çünkü, klasik/geleneksel romanın odağında bulunan ve genelde eyleme yönelik bir sürecin karakterler üzerindeki etki ve dağılımından hareket eden anlatım kalıplarının çok uzağındayız. Sartre bu konuya Dostoyevski’nin ”Karamazov Kardeşler”indeki baba- Karamazov’un ölümüyle iyice açıklık getirir. Hikaye, olanca karmaşıklığı ve çoğulculuğuna rağmen bir öldürme eyleminin merkezinde sarmallaşan ilişkilere ve bu ilişkilerin yol açtığı ”eyleme biçimleri”ne yönelik ilerler. En önemlisi zaman ve mekanın tanımlanabilir, belli düzeneklerde sınırlandırılabilir bir kronolojiyi takip etmesidir. Bu açıdan bakıldığında klasik romanda zaman ve mekan algısı karakterlerin eylemlerine eşlik eden, onların varlık koşullarından türeyen, bir tür zorunlu ve içselleştirilmiş unsurlardır. Halbuki, Faulkner’ın dünyasında zaman ve mekan; kronolojiyi takip etmeyen, sayısız parçalara bölünmüş ve her bir parçanın diğer parçalara karıştığı, merkezsiz ve ölçülebilir olanın dışında var olurlar. Zaman ve mekanı bu şekliyle ele alış öncelikli olarak, modern kapitalist uygarlığın icat ettiği saat ve tarihin insan yaşamının doğal ve kaçınılmaz bir ölçüsü olduğuna dair önkabulün ürettiği bilinç dünyasına yönelik karşı duruştur. Başka deyişle, Heiddeger’in ”bilincin zamansallaşması” kavramıyla anlatmak istediği modern trajedinin, yani, bilinci sınırlamak ve önceden belirlenmiş kısıtlı zaman kesitlerine uygulanabilir bir hale getiren rasyonalitenin karşısına irrasyonel bir bilinci çıkarmaktır. Böylesi bir bilinç dünyası -daha sonra değineceğim üzere- “zamanın içinde mahsur kalan insanın talihsizliği”ni her yönüyle anlatma arzusunu beraberinde getirir.
Faulkner’ın zamanı sorunsallaştırması kuşkusuz onunla başlamadığı gibi biten bir şey de değildi. Zaman meselesi hemen hemen tüm anlatılara bir şekliyle ışık tutmuş, daha çok 20.yy roman yazarlarını epey meşgul etmiş bir alandır. 19.yy’da özellikle Victor Hugo ve Charles Dickens eserlerinde zamanın belli dönemlerde ürettiği sorun ve değişimlere direnen, varoluş mücadelesi veren, ya da toplumsal koşullara ayak uydurmaya çalışan karakterler karşımıza çıkar. Örneğin, Sanayi devrimi gibi büyük toplumsal değişimlerin gölgesinde sefalet, yoksulluk, adaletsizlik gibi temel sorunlarla boğuşan bireylerin, zamanın acımasız süregenliğine karşı tutumları ister istemez sorunsallaştırılan bir zaman imgesi sunar bize. Fakat, buradaki zaman birtakım tarihsel ve siyasi değişimlerle ortaya çıkan, daha özelinde bir dönemin özgül koşullarını karakterize eden bütüncül bir zaman anlayışıdır. 20.yy’a gelindiğinde ise James Joyce, Marcel Proust, Virginia Woolf ve William Faulkner’ın başı çektiği yazarların zamanla kurdukları ilişki -birbirlerinden birçok alanda ayrılsalar da- başka bir boyuta taşınır. Zaman, bu sefer parçalı, sınırları geçişken ve uzamsal bir nitelik kazanır. Buradaki temel değişim göstergesini; zamanın farklı mekan, beden, nesne ve imgelerin uzanımında başkalaşan, yoğunlaşan, bazen yok olan, bazen de -Proust’da olduğu gibi- yakalanan biçiminde aramak gerekir. Her zaman parçacığının kendi öz niteliğinden oluşan olası dünyaları, farklı bilinç halleri içerisinde yer kaplayan insan ve nesnelerin iç içe geçtiği süreçleri yarattığı görülür. Sarte’ın Faulkner’a atfen söylemiş olduğu ’zamanın metafiziği’ söz konusu 20.yy yazarlarının ana ekseninde yer alır. Faulkner’a dönecek olursak, onun metafiziği şimdinin/burada olanın farklı bilinçlerle (Benjy, Quentin, Jason) aktarılan devingesizliğinde ortaya çıkar. Hiçbir biçimde bir eylemin nihayete ermediği, hikayenin ilerlemediği, ”var olmanın ortada bir neden bulunmaksızın görünür olmak” dışında başka bir anlama gelmediği bir an/şimdiyi sabitler. Zamanın uzamsal süreçlerini askıya alan, daha da önemlisi uzamsal alanda oluşabilecek ve olasılıklar üzerinden belirecek farklı yaşam ve ilişkiler çoğulluğuna yanaşmayan ”umutsuzluk” örüntüsü fazlasıyla hissedilir. Örneğin, aynı dönemde yaşamış ve zamanın döngüsel/ hapsedici yanını tıpkı Faulkner kadar derinden hissetmiş ve buna karşılık olarak yazma eyleminin tüm imkanlarını ’hakikat’ istemine seferber etmiş Proust’la uzlaşmaz bağı onun geleceği olumsuzlayan anlatısında aranmalıdır. Proust’da ’geleceğin zamanı’ yitik olanın yakalanması ve hakikate ulaşımın etkin ve dinamik bir unsuru olarak öne çıkarken, Faulkner’da unutulması gereken sönük ve etkisiz birşey olarak kalır. Peki, zamanın metafiziğini yaratabilmiş böylesi büyük bir yazarın insan yaşamını ”budalanın anlattığı, ses ve öfke dolu, hiçbir anlamı olmayan öykü” olarak kurgulaması bize tam olarak ne söylemektedir? ” Faulkner’ın ”çürüyen evin kendi kurumuş nabzı” olarak betimlediği zamanın hegemonik, tekdüze yapısını mükemmel biçimde ifşa edip de eksik bıraktığı, başka bir deyişle, tamda alternatif ve özgürleştirici uzamsal varoluş hallerine yönelebilecekken umutsuzluğun girdabına takılıp kalmasını nasıl açıklamalıyız? Biraz iddialı bir varsayımdan hareket ederek, David Harvey’in bahsini açtığı verili zaman/mekan dışında yaratılabilecek uzamsal imkan ve tasarımların (ütopya/umut mekanlarının) Foucault’un ”Heteretopya” kavramı ile ilişkilendirerek bu sorulara cevap aramaya çalışacağım.
Sartre, Faulkner için ” onun umutsuzluğu zamanın metafiğinden önce gelir” der ve şöyle devam eder:
“Tüm umutların yitirilişi, örnek vermek gerekirse, insani gerçeği bütün olasılıklardan yoksun bırakmaz; zira söz konusu olan bu olasılıklar üzerinden bir varoluş türüdür.”
Burada çok açık bir biçimde, toplumsal süreçler tarafından düzenlenen zamanın doğasında yer eden insan yaşamının her yönüyle denetlenebilen bir nesneye indirgenmenin umutsuzluk kisvesi altında düşünülmesini sağlar. Böylesi bir varoluşun gelecekten beslenmesi şöyle dursun, tümden gelecek fikrinin her türlü özgürleştirici olasılıklarını fesheder. Kapitalist modernite özellikle zaman mefhumunu ”saatin tik-taklarıyla” düzenlenme, üretme ve denetleme yoluyla mekanik bir unsura çevirerek; üretim biçimlerine yön veren toplumsal/ekonomik süreçlerin işlevselliğini sürdürür. Bedenler her yönüyle kontrol altında tutulan döngüsel bir işleyişin nesnesi konumuna itilir. Zaman, farklı oluş ve deneyim hallerine açılım sağlayacak arayışları, ütopyadan beslenen uzamsal edinimleri kapitalist tahakkümün düzleştirici doğasında yok ederek bedenlerin ”yaratıcı-yıkım”ına sebebiyet verirken ,”zamanın içerisinde mahsur kalan insanın talihsizliği” de doğal olarak umutsuzluk hissiyatını pekiştiren sessiz bir feryada dönüşür. İşte Faulkner ”Ses ve Öfke”de böylesi bir feryadı en etkin şekliyle zihinsel engelli Benjy’nin aktarımıyla sahici bir biçimde anlatabildi:
“Sonra Benjy yeniden çığlığı bastı, umutsuz uzun bir çığlık. Hiçbir şeydi bu. Yalnızca ses. Hepsi de olabilirdi; gezegenlerin bir an birleşmesiyle ses haline gelen zaman ve haksızlık ve keder.”
Zaman kavramının salt hayatın ritmik bir düzenleyicisi olarak vuku bulmadığını, her şeyden önce tarihin belli aşamalarında şekillenen kurumsal pratiklerin / iktidar ilişkilerine yön veren toplumsal mücadeleler sürecinin mekanik bir üretimi olduğu kuşkusuz Faulkner da farkındaydı. Yine aynı şekilde zamanı; tarihsel ilerlemeciliğin kendi yasalarından türeyen, kısaca uygarlaşma olarak somutlaştırdığımız bir zeminin ortaklaştırdığı davranış biçimlerinin bir yansıması olarak da görebiliyordu. Zira görememiş olsaydı; söz konusu davranış biçimlerinin ABD’nin güneyinde yaşayan taşralı bir ailenin (Campson ailesinin) dağılışına nasıl etki ettiğini, verili zaman ve mekan hallerinin aile kurumu içinde kendi norm ve çıkışsızlığını nasıl dayattığını bu denli iyi anlatamazdı. İnsan bu noktada sormadan edemiyor: Faulkner bir adım daha ileri atıp zamanın çıkışsızlığına radikal bir eleştiri getirebilecek, onu uzamsal olasılık/olanaklar ile insan yaşamının süreğen yazgısına kaptırmadan düşünebilecek imkanları neden zorlamamıştır?
20. yy’da Faulkner’ın cevapsız – ya da eksik mi demeliyiz- bıraktığı sorulara kapitalizmin, Marx’ın tabiriyle ”o biricik vicdansız özgürlüğün”, verili zaman/mekan alanlarında kıskaca aldığı birey ve toplumlara -” zamanın içinde mahsur kalan insanın talihsizliği ”ne- özgürleştirici uzamsal boyutlar öneren bir 21. yy düşünürü olan David Harvey devam etti. ”Umut Mekanları” adlı kitabında ucu her zaman açık farklı oluş ve olasılıkların alternatif uzamsal birlikteliğinin, daha yalın ifadeyle iktidar ve güç ilişkilerinden -görece- bağımsızlaşacak varoluş imkanlarının neler olabileceği üzerine uzun uzun tartıştı. Harvey’in temel çıkış noktasını ABD’li deneme yazarı Susan Sontag’ın şu cümlesinde aramak yanlış olmayacaktır: “Zaman içerisinde, insan ne ise, her zaman ne olmuşsa odur. Uzam içindeyse bir başkası olabilir.” Buradaki uzamsallık ister istemez, düş ve ideallerin somut zaman/mekan yerleşkeleri aracılığıyla ’reel’leşme imkanı taşıyan ütopya modellerini düşünmemize olanak sağlıyor. Fakat, her ütopya tasarımının illa ki kendiliğinden özgürleşme pratiklerini getirmesini beklemek yanlış olur. Önemli olan nokta; ütopyaların verili toplumsal kurum ve işleyişlere ne denli içkin olup olmadığı yahut Thomes More’un ’Ütopya’ sndaki gibi ulaşılacak ideal ve ahlaki yaşamın aşkın doğasında da, sürekli gelişim/dönüşüm imkanlarına ne ölçüde açık olabileceği sorularıyla birlikte düşünülmelidir.
Harvey’in serbest piyasa kapitalizmine içkin ’süreç ütopyaları’ olarak öne sürdüğü kavram, mevcut olmayan fakat ileride bir şekliyle ulaşılabilme umudunu ve daha önemlisi o ideale ulaşabilme arzusunu barındıran bir paradoksu anlatır. Paradoksu yaratan ise salt hepimizin içinde yaşadığı sistem ve modellerin ’reel’ liğinden türeyen bir ütopya imalatı değildir kuşkusuz. Daha ötesinde, hayalgücü ve arzunun sınırsız/ serbest dolaşımını, özgürleştirici ütopya mekanlarına kanalize edebilme olasılıklarını engelleyen bir mekanizmanın aşkınlığıdır. Faulkner’ın ”zamanın içinde mahsur kalan insanın talihsizliği” dediği durumu piyasa ve tüketim süreçlerinde aşabilme yanılsamasını farklı bir uzamda sürdürme stratejisidir. Ütopyalar üzerine bu denli kafa yoran Harvey’in böylesi bir stratejinin yıkımdan başka bir şey getiremeyeceğini söyler. Öyleyse, süreç ütopyalarının bedenleri teslim aldığı ve farklı uzamsal ölçeklerde üreterek var ettiği ”gelecek”in inşasına karşı alternatif uzamsal birliktelikleri sağlamada ulaşılabilecek imkanlar neler olabilir? Zaman ve mekan ölçeklerinde meşruiyetini kurumsallaştığı pratiklere borçlu olan süreç ütopyalarını ifşa ederek, örneğin aile hiyerarşisi içinde (”Ses ve Öfke” nin işaret ettiği gibi), insan ilişkilerine yönelik hegemonyanın sınırlarını aşındırarak kavrayabilmek bir ilk adım olabilir. Faulkner bu adımı zamanın kuşatıcılığını göstererek gerçekleştirdi. İkinci adım olarak, özgürleştirici pratiklerle sürdürülebilecek uzamsal arayış/açılımlara yönelik bir ’siyaset’ imkanı düşünmek pekela Harvey’in yapmış olduğu gibi ütopyalar zeminine kaydırabilir bizi. Ütopya derken, somutlaştığı oranda sabitlenen ve kendi otoriter ilkelerini oluşturan bir kurumsal düzlemden bahsetmiyorum. Özneleri radikal anlamda ilişkisel oldukları – güç, bencillik, kazanma hırsı, nefret, ayrımcılık- gibi iktidar formlarıyla birlikte dönüştürebilecek bir arayışın, arzunun ve siyasetin belirebildiği bir ütopyadan hareket ediyorum. Harvey’in ”Umut Mekanları”ndan anladığım tam da budur. Üçüncü bir adım olarak da, ”çok sayıda olanaklı düzenin parçalarının heteroklit” boyutunu öne süren Foucault’un ”heteretopya” kavramını öne sürebiliriz. Böylece, ”İktidar-zamanın farklılık uzamlarıyla değişebileceği, bölünebileceği” bir alternatif oluş önerebiliriz. Önemli bir nokta olarak , Foucault’ın bu tezini ütopyaların aşkın idealleriyle karıştırmak hata olacaktır. Çünkü, ”heteretopya” mevcut toplumsal/siyasal/tarihsel oluşumların radikal formatta yeniden düzenleneceği fikrinden beslenen ’kolektivizmi’ reddettiği gibi, ”ütopya sorununu diriltebilmenin ve aynı anda ondan kaçabilmenin” yolunu da açmış olur. Foucault’un bu kavramla bize, kurumsallaşmış norm ve yasalara tabi olmadan fakat aynı zamanda temasın da sürdürülmesini mümkün kılan toplumsal süreçleri; yaratılacak heterojen uzamsal alanlarla ”tersyüz etme”, ”bölme” ve ”başkalaştırma” imkanlarının olduğunu söyler. Bu tezi Faulkner’ın ”Ses ve Öfke” nde sorunsallaştırmak bize Campson ailesinin her bir üyesinde açığa çıkan yoğun ve dipsiz bir umutsuzluğun ipuçlarını verebilir. Yolunu bulamamış, yanlış ilişkilerle savrulup duran Caddy’den, suçluluk duygusunun sonunda intihar ile sonuçlanan yıkımına maruz kalan diğer kardeş Quentin’e, bencil, acımasız ve para hırsı etrafında bireysel çöküşünü hazırlayan Jason’a kadar hiçbir karakterin uzamsal düzlemde olası yaşam ve pratiklerin sınırlarını zorlamayarak, değişim ve başkalaşımdan hiçbir surette beslenemeyerek, tüm hayatın ”ses” ve ”öfke” den ibaret olduğu bir zaman ve mekanın edilgenliğine mahkum olarak çıkışsızlığın içinde kalırlar. Faulkner bir iktidar sorunu olarak zaman meselesini, özellikle aile içerisinde konumlanan ve güçler hiyerarşisiyle dağılan sınıfsal/ırksal ayrımcılıkları zamanın döngüselliği ve hiçliğinde açığa çıkarmıştır. Fakat daha önceden de söylediğim gibi, iktidar Faulkner’da bir sorun olarak öylece kalmıştır, sorunsallaşmamıştır!
David Harvey, her ne kadar verili sistemi olumlayıcı tarihsel/coğrafi uzamsal alan ve birlikteliklerin farkında -idiyse de, ütopya fikrinde sonuna kadar ısrarcı oldu. Bunu yaparken, ideal bir bütünlük uğruna ahlaki ilkeler ve dogmalarla kurulu sabitleyen/kapatan mekan tahayyüllerinden uzak durdu. Ucu açık ve sınırsız bir gelişmeye öncelik verebilecek; dönüşüm, kopuş, bölünme, tersyüz olma, çelişme halleriyle iç içe bir insanlık deneyiminin imkanlarına inandı (Foucault’un”Heteretopya”sı ile kesiştiği yer). 20.yy’ın en önemli roman yazarlarından Willam Faulkner’ın ”Ses ve Öfke”si ile 21.yy’ın antropoliji profesörü, sosyolog, düşünce insanı David Harvey’in ”Umut Mekanları”nı belki de eşgüdümlü okumamı sağlayan tam da yukarıda sözünü ettiğim insanlık deneyiminin sınır ve imkanlarını düşünebilmek.
En basit şekliyle ütopya derken de anlamamız gereken, insanlık deneyiminin sınır ve imkanlarının ne olduğu meselesidir. En önemli nokta ise, ”Ses ve Öfke” örneğinde olduğu gibi bir edebi eserin tartışmaya açtığı tüm konuları; teorik zeminde felsefi derinlik ve kavrayışla tamamlama/sürdürme ısrarı, farklı kaynak ve yöntemlerden beslenen eserleri eklektik bir düzlemde yeniden yaratma gayretidir. Böylece, Faulkner’ın ”Ses ve Öfke” sini ütopyalarla karşı karşıya geldiği düzlemden sürdürme ihtiyacı daha iyi anlaşılır.
andacyazli@yahoo.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)