Geçen sene bu zamanlar, kamusal ve siyasal alana dair tüm ön kabullerimizi büyük ölçüde yeniden sorunsallaştıran ya da modern çağın yerleşik mücadele biçim ve yöntemlerini aşındıran yeni bir oluşun içinde buluverdik kendimizi. Oluş dememdeki kasıt, en basit haliyle, kendisini bir şekliyle Gezi direnişi olarak sunan bir sürecin içinde yer edinen bedenlerin sürekli olarak dönüştükleri/ genişleyerek çoğullaşan yaşam pratiklerinin sahici özneleri haline gelme durumu belki de. Yani, hiçbir örgütsel faaliyetin sınırların(c)da sabitlenmeyen, herhangi bir kültürel/sınıfsal varlığın öncülüğüne/özneliğine soyunmayacak kadar geniş, biricik ve nüfuz edilemez ’oluş’u. Direnişin bu özgül karakteri; onu oluşturan toplumsal katmanların (siyasi) çeşitliliğinde olduğu kadar başladığı günden bu yana devlet şiddetinin önünde ve arkasında boy gösteren tüm aktörlerin acz ve ikiyüzlülüğünde (yinede) bir tanımlama, ete kemiğe büründürme çabasına büründü. Gezi açısından baktığımızda, kendilerini direnişin etkin/faal üyeleri olarak ortaya koyan bireylerin (tikel) görüş/edim ve deneyimleriyle ilintili olarak muhtemel bir tanımlama veya anlamlandırma sürecine girmiş olmalarıyla birlikte her birinin özgür bir kamusal alanda ortaklaştığı, oluş olarak çoğul bakış ve dünyalar sergilediklerini gördük. Diğer yandan başından beri devletin ve onun bekasına soyunmuş ’politik aklın’ durumunda ise, sivil ve meşru bir hükümete karşı ”darbe” ya da iç ve dış odaklarca takdim edilen bir ”komplo”, ”üç-beş kendini bilmez çapulcu ”serüveni vs olarak adlandıradurduğu bir ”hakikat söylemi” ni ısrarla dolaşıma soktuğuna, muhafazakâr sağ paradigmanın ”fıtrat”ında olan tanımlamalara tanık olduk ve olmaya devam ediyoruz. İktidar açısından bu tür tanımlamaların aciliyeti ve şiddeti meşrulaştırmadaki rolü bir yana asıl mahareti etrafında topladığı kalabalığa bir bakış/ufuk sunmaktır.
İşte Şükrü Argın'ın ”Gezi'nin Ufkundan: Liberal Demokrasinin Krizi, Kamusallık ve Sol” adlı yeni kitabı bu bakışların, ”yarattığı algı çerçevesinin içinde kuşatılmaya, kavranmaya çalışıldığı” çok değerli bir kaynak. ”Algı çerçevesi” ne örnek olarak, Alain Badiou'dan devraldığı “skandal” ve “olay” kavramlarını, burada kısaca açmaya çalışacağım şekliyle, gerek direnişçiler gerekse de iktidar tarafına denk düşen anlamlarını sorguluyor. ’Skandal’ı tanımlarken ”şeylerin normal gidişatında ortaya çıkan ’anomali’yi, 'aksama'yı; ’hal’de, ’durum’ içinde meydana gelen ’görünmez’ ama doğası itibarıyla ’öngörülebilir’ ve dolayısıyla ’önlenebilir’ ’kaza’yı” kast ediyor. İktidarın direniş sürecini haliyle bir ”skandal” olarak görmesinin, normali sekteye uğratan bir tür felaket olarak okumasını bu bağlamda tartışabiliriz. Tersine ”Olay” ise ”tam da ’normal’ görünen ve görülen ’hal’in kendi özündeki ’anomali’yi açığa çıkaran ’kriz’e; deyiş yerindeyse, kaideyi bozan ’istisna’ya, gidişatı bambaşka bir mecraya sürükleme gücü yüklenmiş ’ihtimal” i anlatırken kavrayabiliriz. Dolayısıyla süregiden gidişatın, statükonun ’normal’ ya da ’anormal’ olup olmadığına ilişkin bakışımız Gezi direnişini ”olay” ya da ”skandal” şeklinde algılamamızla birebir ilişkilidir. Böylece, İktidarı özellikle liberal düzlemde onamaya soyunan entelektüel kesimlerin, Gezi'yi neden bir ’skandal’, veya ’normal’den sapma olarak görüp/bunun toplumsal kabul ve rıza süreçlerine entegre etmeye çalıştıklarını daha iyi anlayabiliriz sanıyorum.
Ayrıca bu kitap, Spinozacı anlamda birey ve toplumların neşe ve keder arasında devinen gelgitlerini ”Cumhuriyet tarihimizde yaşanmış en sevinçli, en keyifli ve en neşeli kolektif ruh kabarışı’na, kısa bir süreliğine de olsa, çeviren Gezi direnişini tüm yönleriyle ele alan düşüncelerden oluşuyor. Tam da burada olan, Gezi'yi meydana getiren koşulların iktidarın tüm yaşamsal alan ve etkinlikleri tehdit eden fütursuzluğuna duyulan ”öfke” ile, daha iyi yaşam arayışlarından beslenen umudu imleyen ”neşe”nin Spinozaca bir aradalığı. Kitap, düşünsel dinamiğini tabi ki 80'lerden bu yana hızla küreselleşen kapitalizmin neo-liberal kisvesiyle kamusal alanın içini boşaltması, tüm yaşamı piyasa güçlerinin tahripkar doğasına kanalize etmesi ve icraatlarını dayandığı ”az ve öz” ama ”kamusal yüklerinden kurtulmuş güçlü ve yetkin devlet”e borçlu olan yapısını analiz ederek temellendiriyor. Bu durumda kamusal alanın yeniden kazanımı en öncelikli hal olarak karşımıza çıkıyor olması boşuna değil. Gezi direnişini bu bağlamda kamusallığı egemen düzenin çıkar ve dışlayıcılığından arındırmanın ortak bir sözü, eyleyişi ve koşulu olarak öne sürüyor diyebiliriz. Kitapta öne çıktığını düşündüğün en temel arzu, ”ortak kaderin müşterek yaratımı” olarak kamusallığın yeni bir çehreye, bedenlerin kendilerini özgür ve katılımcı bir zeminde yeniden yaratabilecekleri imkânları tanımaya yöneliktir. Bu ise bireylerin yaşam alanlarını daraltan, kamusallığı yok eden, hegemonyacı küresel neo-liberal kapitalizmin reddi ile cisimleşebilecek kendisini ancak ”müşterek kaderin ortak reddi” nde bir araya gelen bedenlerin gücünde bulabilir.
Bir diğer öne çıkan mesele ise Şükrü Argın'ın direnişi ”sivil, kendiliğinden, çoğul ve post-politik” sıfatlarla kavramsallaştırması. İlk üç niteliğinin somut ve anlaşılır yansılarına karşılık diğer vasfın, yani ”post-politik” in (ayırıcı) önemi, sıkça iddia edildiği üzere, içinde Gezi kitlesinin ”apolitik konum ve tavrıyla” hiçbir benzerliğinin bulunmadığına yönelik fikri barındırmasıdır. Gezi direnişi ”reel politik”in yani, politik tüm yapı ve örgütlerin yok saydığı kitlelerin sahneye apolitik olarak değil ”politik sistemin ötesi”ne sıçrayabildikleri potansiyele içkin olarak çıkmışlardır. Buda bizi tam anlamıyla yurttaş olmanın kamusal alanda görünür olmayla, kendini en etkin/dinamik biçimde yaratma haliyle eşgüdümlü çeperini düşünmeye sevk edecektir.
”Gezi'nin Ufkundan: Liberal Demokrasinin Krizi, Kamusallık ve Sol” artık birinci yılını dolduran direnişin, bugüne değin epey biriken yazılı külliyatına özgün ve bir o kadar açılımcı bir perspektif sunuyor. Yazarın da belirttiği üzere bu satırlar ”ne sosyolojinin her zaman mecburen erken ötmek zorunda olan horozu ne de tarihin her zaman ötmek için karanlığın çökmesini bekleyen baykuşu”na benzetilebilir. Ben daha çok bu satırları; bir oluş içindeki direnişin yarattığı kamusal ortaklığın, içinde çokluğun serpilip yeşerdiği bir yaratımın, kitlelerin kolektif ruhuna nakşeden bir ’neşe an’ının, dayanışma ve arayışın umudunu/güzelliğini paylaşma ve tanıklık etme isteminin ürünü olarak okudum. Belki son olarak kişisel arzumu en iyi şekilde; kitabın giriş kısmında alıntılanan Walter Benjamin'in, sokak ve pasajları tasvir ederken sarf ettiği, ”kolektif ikametgah” kavramıyla aktarabilirim sanırım: Temenni olarak, ”iyi ve doğru bir yaşam”ı dert edinen herkesin bir ”kolektif ikametgah” yeri olarak öne süreceğim bu eserde buluşmak ve tartışmak dileğiyle!
Not: Bu yazı Birgün Gazetesi'nin 1 Ağustos sayılı Kitap ekinde yayınlanmıştır.
andacyazli@yahoo.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder