21 Kasım 2013 Perşembe

Geleceğin Edebiyatında Kaybın Estetiği


Walter Benjamin, Nikolay Leskov üzerine yazdığı bir denemede anlatıya dayalı aktarılabilir deneyimin yok oluşuna tanıklık etmek ister. Gönüllü bir tanıklık değildir bu. Daha çok, insanın yaşam süresi boyunca tüm edimlerine yön veren,  geçmişle kurulan kendilik ilişkisini an/anılar parçalarıyla çoğullaştıran, şimdinin mevcut gerçekliğiyle geleceğin isimsiz mevcudiyetini geçirgenleştiren insanlık halinin kırılgan imgesi ”mutluluk”la ilgili bir tanıklıktır o. Çünkü, der Benjamin ”mutluluk imgemiz kurtarma ve kurtarılma imgemizle birliktedir.” Deneyimi, ”stratejik deneyimin siper savaşı” ndan,  ”iktisadi deneyimin enflasyon” undan, ”bedensel deneyimin mekanik savaş” ndan, ”ahlaki deneyimin iktidar sahipleri” nden çekip almaya, onu yendien kurtarmaya ve böylece mutluluk arayışını ”kötü tanıklıklar” dan elde etmeye çalışan bir yazardır Benjamin. Böyle bakılınca ”Hikaye Anlatıcılığı”, anlatan ile dinleyiciler arasında kurulan ve sözlü aktarım ile geleceğe taşınan ortak bir deneyimin adıdır. Bu noktada, ”hikaye anlatıcılığı” nın yerini almakta olan enformasyon çağına karşı parçalara bölünmüş, eski dönemlere saplanıp kalmış, ’yitip gitme tehdidi” ile karşı karşıya kalan bir geçmiş imgesini kurtarmaktır esas olan. Yani, deneyimi yeniden canlandırmaktır. 

Karşımızda ”geçmiş” ve ”gelenek” gibi muhafazakarlığın bolca beslendiği bir alanı, egemen siyasetin otantik/dilsel simgeler aracılığıyla piyasanın seferberliğine sunduğu bir kültürel atmosferi ”tehlike anında” kurtarma perspektifinden okumaya, ”geleneği hakim sınıfın, onu hükmü altına alan konformizmin elinden çekip almaya” gayretli bir yazar var. Başka bir deyişle, kaybolmakta olan geçmişi geleceğin tüketim/pop nesnesine dönüştürmeme, onu deneyimin bir parçası kılma isteminin var ettiği bir yazar... Burada her ne kadar geçmiş/gelenek söz konusu olsada asıl olarak kurtarılması gereken deneyim, nesne, simgelerin  ”gelecek” e aktarılması, yıkıntılardan oluşan tarih, söz ve sanat imgelerini ”gelecek” fikri üzerinde temellendirme gayesi olduğunu söyleyebiliriz. Benjamin'in tarihten estetiğe estetikten edebiyata kadar kurcaladığı hemen her meselenin altında deneyimi geçip gitmekte olanın, kayıp zamanın, yitik nesnelerin etrafında gezdirip ”gelecek” üzerine inşa etme arzusu onun aynı zamanda tarihsel maddeciliğini de en iyi şekilde karakterize eden şeydir. Baudelaire'in ”Geçen Bir Kadına” adlı şiiri hakkında düşünürken bir kimsenin arkasından atılan son bir bakışta, kalabalığın içinde hemen yitiveren iki insanın anlık göz göze gelişinde deneyimin kendisini görür. Ya da Proust'un ”Kayıp Zamanın İzinde” sinde yazma eylemini ”edebiyatla hayat arasında gittikçe artan uyuşmazlığın alabildiği en yüksek fizyonomik ifade” biçimi olarak onda deneyimin yeni imkanlarını bulmakta gecikmez. Gerçeküstücüleri eleştiririken de doktor kontrolünde kullandığı afyonun nesneler dünyasıyla ilişkisine yönelir ve onları sürreal alanın dışına taşımak, dünyevi ve maddeci kılmak, devrimci deneyimin enerjisine yöneltmek gereğinden bahseder. Tüm bunlarda Benjamin'in deneyimi kurtarma ve onu farklı yollarda yeniden yaratma kaygısının sürüklediği bir  ”gelecek” imgesi belirmiş olur. Bu doğrultuda birtakım soruların varlığı önem kazanıyor. Deneyimi yeniden yaratmanın bir geçmiş imgesiyle, geçmişin yitirilme tehlikesi taşıyan unsurlarıyla doğrudan ilişkisini hangi araçlarla sağlayabiliriz? Örneğin bu araçlardan bir tanesi edebiyatsa geleceğin edebiyatını kaybedilenin, kaybedilene duyulan hüznün deneyiminde kurma pratiklerini nasıl ortaya atabiliriz? Toplumsal, siyasi ve tarihsel değişimler hangi koşullarda neleri kaybetmemize, hangi deneyimleri yitirmemize neden oldu? Egemen sınıfın kültürel kodlarına, kitle kültürünün arzu ve beklentilerine uyumlu, konjoktürel/ideolojik ihtiyaçların giderilmesine yönelen sanatsal üretimler geleceğin edebiyatını yaratırken nelerin üzerine basıp geçti? Benjamin'in metinlerine aşina olanlar onun ”tarihsel maddecinin asıl meselesi...” şeklinde ele aldığı konuları gayet iyi bilirler. Nurdan Gürbirlek'in Tanpınar'a atfen söylemiş olduğu şu iki kelimeyi tarihsel maddecinin serencamında okumak böylece mümkün hale geliyor:  ”Kayıp estetiği”. Benjamin'in farklı temaları birarada işleyen metinlerinde temel kaygının ”kayıp estetiği” ni yaratma çabası olduğu söylemek güç değil. Öyleyse şöyle bir soru karşımıza çıkmakta? ”Kayıp estetiği” ni geleceğin edebiyatını oluşturmada bir imkan olarak görebilir miyiz? 

Edebiyatın Türkiye'deki geleceğini ele almak kuşkusuz değişen toplumsal dinamikleri, 12 Eylül sonrası oluşan kültürel ortamı iyi irdelemekten geçiyor. 12 Eylül, bir faşist darbenin kaybettirdiklerini nicelik olarak salt  baskı, işkence ve kıyımlardan ibaret olmadığı gerçeğini göstererek; ters yönde özgürlük ve bireysellik söyleminin her yere nüfuz etmesine, daha önce hiç olmadığı kadar cinselliğin söze kışkırtılmasına, Nurdan Gürbilek'in yerinde saptamasıyla kültürel iklimin iki ucunun birinde sözün baskılandığı diğer taraftında sözün patlak verdiği bir dönemin koşullarını hazırlamaya itmiştir. Bu koşullar üzerine yerleşen edebiyatın en çok deneyimin eksikliğine daha kötüsü neo-liberal kültürel piyasanın tekelinde yeniden üretimine tanık olmaktayız. Böylesi koşullarda deneyimi yitip gitmekte olan bir kaybın, o kayıptan beslenen bir edebiyatın merkezine yerleştirmek en büyük ihtiyaç olarak karşımıza çıkmakta.

12 Eylül sonrası kültürel ortam kendisini en çok bireysellik söylemi üzerine inşa etti. Kolektif değerlerin, dayanışma ve örgütlülüğün arkaik sayıldığı, onun yerine girişimcilik ve rekabetin ön plana çıktığı yeni deneyim alanlarını yarattı. Edebiyat, söz konusu deneyim alanlarını resmi ideoloji ve çağın bireyci ihtiyaçlarına göre belli başlı kategorilere ayırdı. Küresel kapitalizmin yaşamın her alanını kuşatan yayılmacılığının etkisi ile edebiyat yayın sektörünün pazarlama aracına dönüştü. Hal böyle olunca, 12 Eylül'de yaşanan kayıpların, yitirilen değerlerin anısına sahip çıkabilecek, darbenin yıkıcılığına doğrudan dahil olanların söz, söylem, algı ve pratiklerinde deneyimin devrimci enerjisini dönüştürebilecek,  ”kaybın estetiği” ni bir tür anlatı zeminine yansıtabilecek ”başka bir edebiyat” ın varlığı devam etti etmesine fakat onu üretecek mekanizmaların aşındığı bir dönemin hezeyanları halen sürdürüyor. Deneyimin sektörel bazda departmanlaştırılması, içinin boşaltıp kitle kültürünün beklentilerine sunulması ise edebiyatı sınırlamalarla ifade bulan bir mutlakiyetçiliğin hakimiyetine itti. Kısacası, deneyimin kaybı tamda Şükrü Argın'ın harika saptamasıyla ”belirleyici olanın edebiyatın ’muhafız birlikleri’ değil, ’piyasanın taaruz’ birlikleri olduğu” bir alanın içinde gerçekleşti. Şimdi sorulması gereken şudur: Benjamin'in enformasyon çağına karşı ”hikaye anlatıcı” nın izinden gitme ısrarındaki o duygu ”piyasanın taaruz” birliklerinde düğümlenen ”dehşet” değilde nedir?  Bu dehşet duygusundan beslenen bir edebiyat eğer ki ”gelecek”e taşıncaksa , yitirilenlen/kayıp edilen zamanın kaydını tutacaksa, bir ”itiraz”dan öte ”isyan” ın edebiyatı olacaksa ”kaybın estetiği” ni yaratmakla sorumludur diyebilir miyiz?    

Sonuç olarak, ”Geleceğin edebiyatı” nı konuşurken biçimsel, türsel ve politik adlandırmalardan belli oranda kaçınmaya çabalamak; edebiyatı belli ahlaki ve ideolijk kalıpların nesnesi, onu kültür endüstrüsünün bir parçası kılmaya meyilli bir ”tarih” anlayışını reddetmekle eşdeğer bir tutumu gerekitiriyor. Örneğin yakın zamanda muhafazakar edebiyat olur mu olmaz mı sorusu etrafında dönen beyhude tartışmaları  kabaca ” olamaz” şeklinde cevaplama gereği belki de bundan. Daha önemli bir başka nedeni, tarihi kazananların cephesinden; bir ihtişamın, zaferin, haşmetin ”ruh” undan okuma ısrarı, kültürü egemen sınıfın ehlileştirici doğasına kanalize etme gayreti, sanatı siyasal rejimin sınırlarına devşirme arzusu en nihayetinde ”geleceği” biçimlendirme isteminden ayrı düşünülemeyeceği için. Muahafazakar sanat böylesi bir ”gelecek” fikri üzerine kurulabilir ancak. Herşeyden önce, 12 Eylül sonrası oluşan toplumsal tahribatın, , tarihin ağır yükü, yarattığı yıkım ve bireysel çöküşden, hatırlamanın ebedi bir unutuşa sürüklenme halinden mustarip bir geçmiş imgesini ”hikaye anlatıcı”nın kayıp deneyimiyle aşmaya çabalayan edebiyat ancak ve ancak bir ”gelecek”e taşınabilir. Kanımca, Benjamin'i bu denli önemli kılan şeyde düşünsel hayatını bu çaba etrafında yoğunlaştırmasıdır. 

Not: Bu yazı Lacivert'in 54.sayısında yayınlanmıştır.

andacyazli@yahoo.com

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Bir Düşünce Şiddeti Olarak Proust'da Aşk ve Hakikat




Edebiyatta iyilik ve kötülük üzerine ayrışımlar genel olarak birtakım karakterler üzerinden sağlanır. Her bir karakterin belli sınırlar dahilinde cisimleşebilmesi için sadece fiziki ve mekansal bir oluşum yeterli olmaz. Aynı zamanda temsilli bir yaratımın nesnesi haline gelebilmeleri; düşünsel ve yaşamsal manada belli bir konum işgal etmeleri söz konusudur. Fakat işgal edilen konum durağan olmadığı ve karakterlerin hareket ve bağlantılarıyla tekrar tekrar biçim kazandığı için devamlı değişim halindedir. Karakterler, eserin kurgusal düzleminde çeşitli konumların parçası haline gelir ve devamlı yayılım gösterirler. Bu, tek bir karakterin çoğulculuğuna gönderme yapması açısından önemlidir. Örneğin roman türünden yola çıkacak olursak, roman karakteri yaşadığı ev, ilişkide bulunduğu kişi/ nesneler, doğrudan veya dolaylı gerçekleştirdiği eylemler, sahip olduğu düşüncelerle çoğul bir kişiliği yansıtır. Eserin zaman akışına uygun şekliyle çoğulculuğu uzamsal bir hal alır. Kurgu boyunca bütüncül gövdeden türeyen çoğulcu parçalar kendi içlerinde ve tabi dışsal dünyada ilişkisel ağlar örer ve bu ağları genişletirler. İlişkiler, eserin görece anlam ve bütünlüğü kavrayacak bir sonuç fikrinin salt araçları olarak değer kazanmazlar. Öyle olsaydı karakterler sadece temsilli bir düşüncenin edilgen sembolleri olarak, bir şekliyle hedefe yönelik ”görev” meziyeti görürlerdi. Mesela aşk ilişkisini odağına alan bir romanda aşık olan ile olunan arasında çoğulcu ben'lerin sürekli ağsal mekanizmalar tarafından maddileşmelerine tanıklık ederiz. İlişkiye geçen iki bedenin uzayın farklı alanlarında dağılımı ve her bir dağılımdan türeyen ben'lerin karışımları duygu katmanlarını oluşturacaktır. Bu duygular bir karakteri betimleyen sıfatlamalarla doğrudan ilişkilidir. Örneğin kıskanç erkek, takınıtılı ruh hali, öfkeli aşık, sadakatsiz kadın vs. Bu esas olarak şu anlama gelir: Aşık olunan karakterin geçmiş yaşamı, seven kişide sürekli farklı ben'lerin uzanımı ile çoğullaşır, onları kuşatır ve yorumlanmayı sağlar. (Daha detaylı olarak Proust özelinde değineceğim ”göstergeler”). Bu minvalde yaratıcının (yazarın) karakterlerini açıklayacak ve onu kimi nitelikler üzerinden tanımlayacak ağsal mekanizmaların işlerliğine ihtiyacı vardır. Bir karakterin eylem ve düşüncelerine bağlı olarak açığa çıkan  ”iyi” veya ”kötü” sıfatlarının tüm uzantılarını bu işlerliğin karşılıklarında bulabiliriz. Tabi başka bir açıdan, sabit ”iyi/kötü” imgesine ya da çizgisel karşıtlıklara dayanmayan iyilik ve kötülük hallerinin Spinoza'nın ”bedensel bağlantılar”ıyla anlamaya çalışarak.  

Öyleyse ”iyi” ve ”kötü” sıfatlarını ”bedensel bağlantılar”dan yola çıkarak açımlandırabiliriz. Bu ise iyilik ve kötülük derecelerini bir anlamda karşılaşmaların tesadüflüğüne bırakmak anlamına gelecektir. Peki, karşılaşmak Spinoza'cı temelde neye vurgu yapmaktadır. Spinoza Eticha'da ”duygulanış (affectus)” terimini bu yüzden kullanır. Duygulanışı ”bir cismin, bir bedenin, başka bir cismin eylemine maruz kaldığındaki durum” olarak açıklar. ¹

 Buradan yola çıkarak da “duygulanış fikirleri” adı verdiği bir “ilk fikir”den hareket eder. İlk fikir türü olarak “duygulanış fikirleri”, yalnızca etki ve sonuçlarla sınırlı kalırlar. Yani, etkileyen bedenle etkilenen bedenin arasındaki ilişkiye gönderme yaparlar. Deleuze'un bu konuda Spinoza'yı anlatırken verdiği güneş ve mum bağlantısı daha aydınlatıcı bir noktaya temas eder. Güneş mumla ilişkiye geçtiğinde mum erimektedir. Dolayısıyla mum etkilenen beden olarak duygulanır ve bedeninde değişikler meydana gelir. Benzer bağlantıyı kişiler arasında düşündüğümüzde iyilik ve kötülüğün tesadüfü karşılaşmaların devingenliğiyle bizatihi “duygulanış fikirleri”nin etki ve sonuçlarıyla oluşan sıfatlar olduğunu anlayabiliriz. Spinoza genç filozof Blyenbergh'le mektuplaşmasında kötülük üzerine şu basit cümleyi sarfediyordu: “Kötü bir karşılaşmadır. Sizinkiyle kötü karışan bir bedenle, bir cisimle karşılaşma...” ². Her kötü karşılaşma etkilenen bedeni çözüp dağıttığı için eyleme gücünü (varolma kuvvetini) düşürecektir. Bu haliyle şunu iddia edebiliriz ki tüm kötü karşılaşmalar, iki bedenin veya cismin birbirlerini çözüp dağıttıkları her bağlantı, eyleme gücü ve kudretimizi düşüren ilişkilerin bütünü Spinoza'nın iki temel tutkusundan birine yani, “keder”e götürecektir bizi. Bir “kötü karşılaşma” olarak kedere... Şimdi bir adım daha ileri giderek Marcel Proust'un yedi ciltten oluşan dev eseri “Kayıp Zamanın İzinde” sindeki kötü karşılaşmaların, diğer bir deyişle etkilenen bedenin bir duygulanışı olarak “keder” in hakikat arayışındaki önemin bahsine geçebiliriz. Öncesinde bazı sorulara yönelmemiz gerekecek: Hakikati neden ve nasıl isteriz? Hakikati Spinoza'nın ilk fikir türünde, yani duygulanış fikirlerinde kalarak, sadece etkilerin dünyasında yaşamaya devam ederek aramamız mümkün müdür? Hakikati istemek düşüncedeki bir şiddetin (kötücülüğün) ürünü müdür yoksa iyi niyetten, dostluktan ve başkalarının deneyimlerinden yola çıkarak elde edebileceğimiz birşey midir? Şimdi biraz bu sorular etrafında dolaşalım.

Hakikat ve keder... Bu iki kavramın Marcel Proust'un yedi ciltten oluşan dev eseri “Kayıp Zamanın İzinde”sinde nasıl bir ağırlığı bulunabilir? Hakikati kim neden arar diye sormuştuk. Deleuze'un “Proust ve Göstergeler” adlı çalışmasında bu sorunun cevabına giden girift yollardan geçmek durumundayız. İlk olarak Proust'da hakikat arayışının nelerden oluştuğuna bakmalıyız. Anımsama ve belleğin (iradi bellek) maddi güçleriyle kendiliğinden yakalanan bir hakikatin Proust'da önemli olduğu ama tek başlarına yeterli bir “kudret”e erişemediklerini bilmeliyiz. Asıl olarak “hakikati neden istiyorum”u sordurtan bağlantılar ve ilişkilerin göstergeler üzerinden nasıl çoğaldığına, yorumlanıp, deşifre edildildiklerine bakmamız gerekiyor. Deleuze'un da altını çizdiği gibi hakikat arayışı bir tür düşüncedeki şiddetten ötürü ayyuka çıkar. Yani, alışkanlıkların ritmini sekteye uğratan, bilincin yüzeylerinde katmanlar oluşturan aşırı bir duyarlılığın şiddetinden bahsediyorum.  Örneğin aşk gibi... 

Deleuze'un “olası dünyaların açıklanması ve deşifre edilmesi” olarak kavramsallaştırdığı “aşk göstergeleri” tam da burada devreye giriyor: “Aşık olmak, taşıdığı ya da yaydığı göstergelerle birisini bireyselleştirmektir. Bu göstergelere duyarlı olmak, bunların çıraklığını yapmaktır.” ³ Aşık olunan kişi sürekli olarak göstergeler yayar. Aslında göstergelerin çoğulculuğundan bahsetmek daha doğru olacaktır. Çünkü, tek bir gösteren yoktur. Aşık olan kişi (etkilenen beden) için göstergeler şu anlama gelmektedir: Kendisinin bilmediği olası dünyaların çoğulculuğunu yorumlamak. Yani, etkileyen bedenin (aşık olunan kişi) birden çok ben'lerini açıklamak adeta dedektif gibi izini sürmektir. “Kayıp Zamanın İzinde”sinin beşinci cildi ”Mahpus”da karakter (öykülemeci) sevgilisi Albertine'i evinde hapseder ve onu günlerce kuşatır. Karakterimiz, Albertine'in bilinmeyen dünyasını, “o varlığın uzayın bütün noktalarındaki, geçmişteki ve gelecekteki uzantısını” başka bir ifadeyle kıskançlığı doğuran tüm “olası dünyalar”ı göstergeler yoluyla anlamlandırmaya çalışılır. Spinoza'cı terimlerle söylersek Albertine'in varlığı karakterimiz için bir “kötü karşılaşma” dan doğan ”keder”i ima etmektedir. Aşk ve kışkançlıktan doğan keder sonuç olarak düşüncedeki şiddeti perçinler ve onu hakikati aramada seferber eder: “Sevilen kişinin bana karşı sergileyeceği tercihler ve okşamalar, başkalarının önceden, şimdi ya da daha sonra tercih edeceği olası dünyaların imgesini çizerek bana ulaşır.” 4

Deleuze, Spinoza'nın “duygulanış fikirleri” adını verdiği ilk fikre hayat boyu mahkum kalmamak için biraz felsefe yapılmasını salık verir. Çünkü, birçok insanın yaşam süresince sadece etkilerin ve sonuçların fikriyle, bir duygudan (keder) öbür duyguya (neşe) devamlı geçişi söz konusudur. Bu geçişler nedensellikten bir anlamda kopukturlar. Çünkü, “bedensel bağlantılar”ın açığa çıkardığı duygu biçimlerinin sadece etkileriyle ilgilenmektedirler (Güneş mumu eritiyor ama neden erittiğini bilmiyorum). Başka bir anlamda, duyguların dünyasında kalmaya mahkum insan için şu tarz bir soru pek mümkün olmayacaktır belki de: Ne oluyor da ilişkiye geçtiğim bedenler ve cisimler bende duygulanışa neden oluyor,  keder ya da neşeyi meydana getiriyor? Spinoza'nın “ikinci fikir” adını verdiği “mefhum fikirler” işte bu açılardan ivme kazanır. “Kayıp Zamanın İzinde”sine geri dönecek olursak, kahramanımızın evine hapsettiği Albertine'e karşı ürettiği kuşkular ve Albertine nedzinde çoğalan ben'lerin yorumlanıp, deşifre edilmesi sayısız duygu geçişlerinin sarsıntılarıyla kıskançlığı iyice katmanlaştırır: “Kıskançlığımız dediğimiz şey, sürekli, bölünmez ve tek bir tutku değildir. Birbirini izleyen sayısız aşktan, farklı kıskançlıklardan oluşur...” 5. Etkileyen bedenin (Albertine) yaydığı göstergeler arasında bağlantılar kurma ve ben'ler arasındaki geçişleri izleyen tüm açıklama çabaları karakterimizi “mefhum fikirler”e yöneltecektir: “Albertine'in bir profilinden diğerine, bir Albertine'den diğerine, bir dünyadan diğerine, bir sözcükten diğerine sıçramamıza neden olan” çapraz kesişenler” kurmaya yönelik bir arayışa sürükleyecektir. 6  Öyleyse dolaylı yoldan şöyle bir soru sormalıyım: “Kötücül bir duygu” olarak düşünceye şiddet uygulayan kıskançlığı hakikati aramada bir imkan olarak düşünebilir miyiz? Ya da “duygulanış fikirler”inin kıskacından kurtulmaya yöneltecek bir “ikinci tür fikri” kıskançlığın yasalarında bulabilir miyiz?

Kıskançlık duygusunun “göstergeleri kavrama ve yorumlamada daha ileri gitmesini” aşkın genel hakikatini içeren bir öznellikle ilintili bulmak pek yanlış olmayacaktır. Kıskançlığı doğuran tüm açıklama çabalarının, sevilen kişide yayılan göstergelerin olası dünyalarına doğru yöneldiğini daha önceden belirmiştik. Albertine örneğinde olduğu gibi, yayılan göstergelerin hepsi etkilenen beden için maddi olduğu kadar özneldir de. Albertine'in uzak geçmişinde yaşanmış bir olayın geçtiği mekan, onu çevreleyen manzaralar, iç içe geçmiş insan yüzleri, olası bir eski aşığın varlığı kıskanç kişi için birer göstergedirler. Hepsi etkileyen bedenin kıskanç aşığın önüne çıkardığı karmaşık denklemlere benzer. Örneğin geçmişin bir zaman diliminde Albertine'i çevreleyen herhangi bir hareketin tüm fiziki bileşenleri (cadde, bulvar, arkadaşlar) sevilen kişi tarafından yorumlanmakla kalmayıp farklı Albertine'lerin imgelerini ısrarla sunar. Her bir nesnenin varlığı Albertine'in bilinmeyen dünyalarını aydınlatma istemidir. Ayrıca, Albertine'in yüz hareketlerindeki değişim, ses tonunun çatallaşması, farklı açılardan beliren yüz siluetleri, jestler, mimikler vs. etkilenen kıskanç beden tarafından yorumlanıp, açıklanmaya çalışılacaktır. Fakat göstergeler sadece onu yayan nesneyle (Albertine) açıklanmaz. Evet, tek bir nesneden yayılırlar ama onu çapraz kesişenler ile çoğullaştırır ve bölmelere ayırırlar. Bu ise, Deleuze terminolojisiyle söyleyecek olursak “aşk dizileri”ni ortaya çıkaracaktır: “Swann'ın Odette'e olan aşkı, kahramanın Gilberte'e, Madam de Guarmantes'a ve Albertine'e olan aşkıyla devem eden dizinin bir parçasıdırlar. 7  Proust'un hakikati arayışındaki evrilme noktası işte tam anlamıyla bu eşikle aşılacaktır. Çünkü, kahramanımızın Albertine'e olan aşkındaki fikir, geçmiş aşklarını oluşturan ve tanıklık edilen başka aşkları da içeren tüm nesnelerin birleştiği, ortaklaştığı ve  yayıldığı bir gerçekliğin parçaları haline gelmesidir. Albertine fikrine karışmış bir Gilberte fikri ya da Gilberte'e duyulan ıstıraplı aşkın Swann ve Odette aşkıyla kesişmesi... Hatta Kont Charlus ve Morel örneğindeki eşcinsel aşkların bölmelere ayrılarak parçalanması ve her bir parçanın diğer aşklarla birleşmesi... Kısacası, tüm aşk biçimlerini cisimleştiren, farklı bedenlerin duygulanıp çözülmesine neden olan temel bir duygulanışın yani, kıskançlığın bilme ve açıklama ihtiyacıyla çoğalan “aşk dizileri”; yorumlanıp deşifre edilen göstergelerle nihai açımlama sağlayacak hakikatin yaratımı ve yakalanması... İşte Proust'çu dünya görüşünün Spinoza'cı yorumla açığa vurduğu hakikat arayışının sırrı burada: Bedensel bağlantılarla sarmalanan “keder”li bir duygulanış olarak kıskançlığı etkilerin dünyasına (duygulanış fikirleri) hapsetmeden; onları yorumlama, açıklama ve izini sürme ısrarı. Böylesi bir ısrarın köklerine eğildiğimizde kuşkusuz Proust'u “mefhum fikirlere” yönelten “keder”ci bir duygunun, hakikati arayışta ne denli önemli bir konum işgal ettiğini görebiliriz. 

Bu kapsamda iddialı bir varsayımdan hareket ederek Marcel Proust'u 20.yy'ın en büyük eserlerinden birine, “Kayıp Zamanın İzinde”sinin yaratımına götüren unsurların bir tür “kötü niyet”inden dem vurabilir miyiz? Deleuze'un felsefeyi ve felsefe yapma biçimlerini eleştirirken izlediği yol gibi biz de “kötü niyet”ten beslenen bir felsefenin olanaklarını Proust'da arayabilir miyiz? Felsefenin yanlışı der Deleuze “bizlere düşünmenin iyi bir niyetini, doğruya yönelik doğal bir arzuyu, bir aşkı varsaymasında yatar. Bu nedenle felsefe, kimseyi tehlikeye sokmadan ve hiçbir şeyi allak bullak etmeden soyut hakikatlere ulaşır yalnızca” 8.  Felsefenin “iyi niyet”ine karşılık sanat ve edebiyatın karanlık yüzünü koyar Deleuze. Bu tıpkı felsefe gibi iyi niyet ve uzlaşmaya dayanan dostluğun ve dostane sohbetlerin yerine, şiddet ve “sessiz yorum”lardan doğan aşkın kötümser yüzünü koymasında yaptığı gibidir. Çünkü, her ne kadar zeki, ufku geniş insanlarla akıcı sohbetler etsek de, yapıcı ilişkilere yaslanan dostluklar geliştirsek de hiçbir zaman aşk ve kıskançlığın sunduğu/sunacağı deneyimlerin zenginliğine sahip olamayız. Hakikati arama isteminin kaynağını dostluklar ve başkalarından edinilen deneyimler değil; aşkın öznelliği ve bireyselliği, harekete geçirdiği “kederli” duyguları, kıskançlığın genel yasaları oluşturacaktır. Burada Deleuze’un Sokrates’i anımsatması boşuna değildir: “Dosttan çok aşkım, aşık olanım; felsefeden çok sanatım; iyi niyetten çok torpilim, zorunluluk ve şiddetim”. 9

Özetle diyebiliriz ki, Spinoza'nın “duygulanış fikirleri” bir ilk fikir olarak sadece duyguların, özelinde de “keder”lerin kısır dünyasında yaşamaya zorlayacaktır bizi. Oysa o kısırlığın “kötü karşılaşma”ların sonucunda ortaya çıktığına, başka bir bedenle karışan bedenimi “keder”li duygulanışla kuşattığına dair bir bilginin varlığı (mefhum fikirleri) hakikati yakalamada sayısız açılım, en önemlisi de bir başlangıç sunacaktır. Böylesi bir açılımı iyi niyetin hikmetine sunmadan, dostça sohbetlerin deneyim alanlarını genişleteceği yanılgısına kapılmadan, uzlaşımcı felsefenin yapaylığına aldırmadan Proust'un yegane dünyasında keşfedebiliriz.                                                                                        
                                                                                                                                                                                                                                         

andacyazli@yahoo.com


KAYNAKÇA

1.Deleuze, Gilles ”Spinoza Üzerine On Bir Ders”, S.19, Öteki Yayınevi, İstanbul, 1997

2.Deleuze, Gilles ”Spinoza Üzerine On Bir Ders”, S.24, Öteki Yayınevi, İstanbul, 1997

3.Deleuze, Gilles, ”Proust ve Göstergeler”, S.15, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2004

4. Gilles Deleuze,  A.g.e,  S.146

5.Proust, Marcel, ”Swannlar’ın Tarafı”, S.382, çev:Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999

6. Gilles Deleuze,  A.g.e,  S.34

7. Gilles Deleuze,  A.g.e,  S.77

8. Gilles Deleuze,  A.g.e,  S.24

9. Gilles Deleuze,  A.g.e,  S.68