Taşranın meramını dillendirmek;dillendirirken oryantalist kolaycılığın merak/aşağılama hevesine teşne olmamak,klişelerin kavramlarından uzak,nostaji güzellemelere kapılmadan anlatabilmek güçdür muhtemel ama, güç olduğu kadar ’uzakdır’da bir hayli kelimelerin gündeliğine.Tanıl Bora'nın ”Taşraya Bakmak” derlemesinde bu güçlük/uzaklık yakınsallığının,taşranın ruhuna/özüne biçilmiş bir kıyımın parçası mı olduğu ya da ’uzaklığı’ bize çekmenin-bizden kılmanın gevşetici rahatlığı mı olduğu kitabın arka kapak satırlarında dert edinilmiş sanki.Nede olsa burada taşra mevzu bahise konu olan,taşra ama hangi taşra? ”darlık,boğuntu,kasvet,tekdüzelik,kenarda kalmışlık,gerilik,beğnazlık,kavrukluk,güdüklük” diğer yandan ”saflık,samimiyet,sıcaklık,sahicilik-otantiklik,sükünet,asüdelik...” Edward Said'in ”Şarkiyatçılık”ıda akla geliyor şüphesiz.Evrensel boyutta şark(çılık)-garp(çılık) ayrışmalarını cinsiyetçiliğe dayandıran,açmak gerekirse garpı erilliğin keşfedici/tavlayıcı//asilzade boyundurluğuna karşı,şarkın masum/gizemli/utangaç/mağrur güzelliğinin çekişmesinde arayan güçlü bir oryantalist eleştiriyi Türkiye'ye özgü, taşraya-taşralı olmaya-taşraya bakmaya dönük nasıl adlandırabiliriz?
Tanıl Bora ”Taşralaşan ve taşrasını kaybeden Türkiye” isimli nefis yazısında, metropolde yaşamak ile metropolü oluşturan kültürel olgunluğun uyuşmamazlığına şerh düşüyordu.Ülkenin bir anlamda taşralaşan şehirlerinde;taşraya yönelik ’uzak’dan bir sahiplenilmeyi gerek geç modernleşme kompleksinin,gerekse de milliyetçilik hamasetiyle yoğrulan kent-soylu imajının öngördüğü taşra imgelemi üzerine düşündürüyor.Cumhriyetin kuruluş ve yükseliş dönemlerini kapsayan 1930-40 lı yılların modernleşme eşiğindeki taşra; henüz merkezi idarenin güdümünde bir sosyolojik laboratuvar. Siyasal-idari-ideolojik karar ve yetkilerin topladığı Ankara'dan taşrayı ziyaret eden bürokrat-elitlerin,neticede taşrayı bir kalkındırma projesi olarak görmeleri,oranının merkez varlığında veya merkezin eşgüdümünde tanınabilecek bir alan olduğuna dair homojenleştirici tavırları taşra imgesinin ilk itici gücünü oluşturması açısından önemlidir.Ahmet Turan Alkan'ın tamda Abdülhamid tarafından Bursa'ya sürgüne gönderilen Süleyman Nazif isimli bürokratın hikayesinde anlattığı gibi.Vilayet mektupçusu olarak taşrada bulunmak Süleyman Nazif için ağır bir sürgünün göstergesi sonuçta.Osmanlı aydın-bürokratının Cuhmuriyet modernleşmesine evrilişide yine Alkan'ın ifadelerinde yani,”Taşra bir tanzimat ürünür” savında gizli.Öyleyse ilk parafta sözünü ettiğim oryantalist eleştiriyi geç modernleşme serüveninde,merkezi idarenin taşrayı uzakdan yapılandırma gayesiyle ilntili olarak açıklığa kavuşturabilir miyiz?
Tanıl Bora'nın Nurdan Gürbilek'in ”Taşra Sıkıntısı” denemesinden hareketle tartışmaya açtığı,çocukluk ve taşra ilişkisi değinmek istediğim diğer konu.Gürbilek: ”...sadece çocukluğum taşrada geçtiği için değil,çocukluğun kendisi bir taşra olduğu için” diyerek bağlıyor çocukluk sıkıntısını bir anlamda taşra sıkıntısını anlatmaya.Cuhmuriyetin erken dönemlerini de birer çocukluk yılları olarak düşünürsek lakin...ya da olgunlaşamayan kent-soylu toyluğunun birer çocuk masallarından devşirme hayalciliğinin izlerini bulursak...
”...Ancak taşrada bulunmuşların,hayatlarının şu ya da bu aşamasında taşranın darlığını hissetmişlerin,hayatı bir taşra olarak yaşamışların,kendi içlerinde bir şeyin daraldığını,benliklerinin bir parçasının sapa ve güdük kaldığı,giderek bir taşradan ibaret kaldığını hissedenlerin anlayabileceği bir sıkıntı bu.”
andacyazli@yahoo.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder