Edebiyatta iyilik ve kötülük üzerine ayrışımlar
genel olarak birtakım karakterler üzerinden sağlanır. Her bir karakterin belli
sınırlar dahilinde cisimleşebilmesi için sadece fiziki ve mekansal bir oluşum
yeterli olmaz. Aynı zamanda temsilli bir yaratımın nesnesi haline
gelebilmeleri; düşünsel ve yaşamsal manada belli bir konum işgal etmeleri söz
konusudur. Fakat işgal edilen konum durağan olmadığı ve karakterlerin hareket
ve bağlantılarıyla tekrar tekrar biçim kazandığı için devamlı değişim
halindedir. Karakterler, eserin kurgusal düzleminde çeşitli konumların parçası
haline gelir ve devamlı yayılım gösterirler. Bu, tek bir karakterin
çoğulculuğuna gönderme yapması açısından önemlidir. Örneğin roman türünden yola
çıkacak olursak, roman karakteri yaşadığı ev, ilişkide bulunduğu kişi/
nesneler, doğrudan veya dolaylı gerçekleştirdiği eylemler, sahip olduğu
düşüncelerle çoğul bir kişiliği yansıtır. Eserin zaman akışına uygun şekliyle
çoğulculuğu uzamsal bir hal alır. Kurgu boyunca bütüncül gövdeden türeyen
çoğulcu parçalar kendi içlerinde ve tabi dışsal dünyada ilişkisel ağlar örer ve
bu ağları genişletirler. İlişkiler, eserin görece anlam ve bütünlüğü kavrayacak
bir sonuç fikrinin salt araçları olarak değer kazanmazlar. Öyle olsaydı
karakterler sadece temsilli bir düşüncenin edilgen sembolleri olarak, bir
şekliyle hedefe yönelik ”görev” meziyeti görürlerdi. Mesela aşk ilişkisini
odağına alan bir romanda aşık olan ile olunan arasında çoğulcu ben'lerin
sürekli ağsal mekanizmalar tarafından maddileşmelerine tanıklık ederiz.
İlişkiye geçen iki bedenin uzayın farklı alanlarında dağılımı ve her bir
dağılımdan türeyen ben'lerin karışımları duygu katmanlarını oluşturacaktır. Bu
duygular bir karakteri betimleyen sıfatlamalarla doğrudan ilişkilidir. Örneğin
kıskanç erkek, takınıtılı ruh hali, öfkeli aşık, sadakatsiz kadın vs. Bu esas
olarak şu anlama gelir: Aşık olunan karakterin geçmiş yaşamı, seven kişide
sürekli farklı ben'lerin uzanımı ile çoğullaşır, onları kuşatır ve yorumlanmayı
sağlar. (Daha detaylı olarak Proust özelinde değineceğim ”göstergeler”). Bu
minvalde yaratıcının (yazarın) karakterlerini açıklayacak ve onu kimi
nitelikler üzerinden tanımlayacak ağsal mekanizmaların işlerliğine ihtiyacı
vardır. Bir karakterin eylem ve düşüncelerine bağlı olarak açığa çıkan
”iyi” veya ”kötü” sıfatlarının tüm uzantılarını bu işlerliğin
karşılıklarında bulabiliriz. Tabi başka bir açıdan, sabit ”iyi/kötü” imgesine
ya da çizgisel karşıtlıklara dayanmayan iyilik ve kötülük hallerinin
Spinoza'nın ”bedensel bağlantılar”ıyla anlamaya çalışarak.
Öyleyse ”iyi” ve ”kötü” sıfatlarını ”bedensel bağlantılar”dan
yola çıkarak açımlandırabiliriz. Bu ise iyilik ve kötülük derecelerini bir
anlamda karşılaşmaların tesadüflüğüne bırakmak anlamına gelecektir. Peki,
karşılaşmak Spinoza'cı temelde neye vurgu yapmaktadır. Spinoza Eticha'da
”duygulanış (affectus)” terimini bu yüzden kullanır. Duygulanışı ”bir cismin,
bir bedenin, başka bir cismin eylemine maruz kaldığındaki durum” olarak
açıklar. ¹
Buradan
yola çıkarak da “duygulanış fikirleri” adı verdiği bir “ilk fikir”den hareket
eder. İlk fikir türü olarak “duygulanış fikirleri”, yalnızca etki ve sonuçlarla
sınırlı kalırlar. Yani, etkileyen bedenle etkilenen bedenin arasındaki ilişkiye
gönderme yaparlar. Deleuze'un bu konuda Spinoza'yı anlatırken verdiği güneş ve
mum bağlantısı daha aydınlatıcı bir noktaya temas eder. Güneş mumla ilişkiye
geçtiğinde mum erimektedir. Dolayısıyla mum etkilenen beden olarak duygulanır
ve bedeninde değişikler meydana gelir. Benzer bağlantıyı kişiler arasında
düşündüğümüzde iyilik ve kötülüğün tesadüfü karşılaşmaların devingenliğiyle
bizatihi “duygulanış fikirleri”nin etki ve sonuçlarıyla oluşan sıfatlar
olduğunu anlayabiliriz. Spinoza genç filozof Blyenbergh'le mektuplaşmasında
kötülük üzerine şu basit cümleyi sarfediyordu: “Kötü bir karşılaşmadır.
Sizinkiyle kötü karışan bir bedenle, bir cisimle karşılaşma...” ². Her kötü karşılaşma
etkilenen bedeni çözüp dağıttığı için eyleme gücünü (varolma kuvvetini)
düşürecektir. Bu haliyle şunu iddia edebiliriz ki tüm kötü karşılaşmalar, iki
bedenin veya cismin birbirlerini çözüp dağıttıkları her bağlantı, eyleme gücü
ve kudretimizi düşüren ilişkilerin bütünü Spinoza'nın iki temel tutkusundan
birine yani, “keder”e götürecektir bizi. Bir “kötü karşılaşma” olarak kedere...
Şimdi bir adım daha ileri giderek Marcel Proust'un yedi ciltten oluşan dev
eseri “Kayıp Zamanın İzinde” sindeki kötü karşılaşmaların, diğer bir deyişle
etkilenen bedenin bir duygulanışı olarak “keder” in hakikat arayışındaki önemin
bahsine geçebiliriz. Öncesinde bazı sorulara yönelmemiz
gerekecek: Hakikati neden ve nasıl isteriz? Hakikati Spinoza'nın ilk
fikir türünde, yani duygulanış fikirlerinde kalarak, sadece etkilerin
dünyasında yaşamaya devam ederek aramamız mümkün müdür? Hakikati istemek
düşüncedeki bir şiddetin (kötücülüğün) ürünü müdür yoksa iyi niyetten,
dostluktan ve başkalarının deneyimlerinden yola çıkarak elde edebileceğimiz
birşey midir? Şimdi biraz bu sorular etrafında dolaşalım.
Hakikat ve keder... Bu iki kavramın Marcel
Proust'un yedi ciltten oluşan dev eseri “Kayıp Zamanın İzinde”sinde nasıl bir
ağırlığı bulunabilir? Hakikati kim neden arar diye sormuştuk. Deleuze'un “Proust
ve Göstergeler” adlı çalışmasında bu sorunun cevabına giden girift yollardan
geçmek durumundayız. İlk olarak Proust'da hakikat arayışının nelerden
oluştuğuna bakmalıyız. Anımsama ve belleğin (iradi bellek) maddi güçleriyle
kendiliğinden yakalanan bir hakikatin Proust'da önemli olduğu ama tek başlarına
yeterli bir “kudret”e erişemediklerini bilmeliyiz. Asıl olarak “hakikati neden
istiyorum”u sordurtan bağlantılar ve ilişkilerin göstergeler üzerinden nasıl
çoğaldığına, yorumlanıp, deşifre edildildiklerine bakmamız gerekiyor.
Deleuze'un da altını çizdiği gibi hakikat arayışı bir tür düşüncedeki şiddetten
ötürü ayyuka çıkar. Yani, alışkanlıkların ritmini sekteye uğratan, bilincin
yüzeylerinde katmanlar oluşturan aşırı bir duyarlılığın şiddetinden
bahsediyorum. Örneğin aşk gibi...
Deleuze'un “olası dünyaların açıklanması ve
deşifre edilmesi” olarak kavramsallaştırdığı “aşk göstergeleri” tam da burada
devreye giriyor: “Aşık olmak, taşıdığı ya da yaydığı göstergelerle birisini
bireyselleştirmektir. Bu göstergelere duyarlı olmak, bunların çıraklığını
yapmaktır.” ³ Aşık
olunan kişi sürekli olarak göstergeler yayar. Aslında göstergelerin çoğulculuğundan
bahsetmek daha doğru olacaktır. Çünkü, tek bir gösteren yoktur. Aşık olan kişi
(etkilenen beden) için göstergeler şu anlama gelmektedir: Kendisinin bilmediği
olası dünyaların çoğulculuğunu yorumlamak. Yani, etkileyen bedenin (aşık olunan
kişi) birden çok ben'lerini açıklamak adeta dedektif gibi izini sürmektir. “Kayıp
Zamanın İzinde”sinin beşinci cildi ”Mahpus”da karakter (öykülemeci) sevgilisi
Albertine'i evinde hapseder ve onu günlerce kuşatır. Karakterimiz, Albertine'in
bilinmeyen dünyasını, “o varlığın uzayın bütün noktalarındaki, geçmişteki ve
gelecekteki uzantısını” başka bir ifadeyle kıskançlığı doğuran tüm “olası
dünyalar”ı göstergeler yoluyla anlamlandırmaya çalışılır. Spinoza'cı terimlerle
söylersek Albertine'in varlığı karakterimiz için bir “kötü karşılaşma” dan
doğan ”keder”i ima etmektedir. Aşk ve kışkançlıktan doğan keder sonuç olarak
düşüncedeki şiddeti perçinler ve onu hakikati aramada seferber eder: “Sevilen
kişinin bana karşı sergileyeceği tercihler ve okşamalar, başkalarının önceden,
şimdi ya da daha sonra tercih edeceği olası dünyaların imgesini çizerek bana
ulaşır.” 4
Deleuze, Spinoza'nın “duygulanış fikirleri”
adını verdiği ilk fikre hayat boyu mahkum kalmamak için biraz felsefe
yapılmasını salık verir. Çünkü, birçok insanın yaşam süresince sadece etkilerin
ve sonuçların fikriyle, bir duygudan (keder) öbür duyguya (neşe) devamlı geçişi
söz konusudur. Bu geçişler nedensellikten bir anlamda kopukturlar. Çünkü, “bedensel
bağlantılar”ın açığa çıkardığı duygu biçimlerinin sadece etkileriyle ilgilenmektedirler
(Güneş mumu eritiyor ama neden erittiğini bilmiyorum). Başka bir anlamda,
duyguların dünyasında kalmaya mahkum insan için şu tarz bir soru pek mümkün
olmayacaktır belki de: Ne oluyor da ilişkiye geçtiğim bedenler ve cisimler
bende duygulanışa neden oluyor, keder ya da neşeyi meydana getiriyor?
Spinoza'nın “ikinci fikir” adını verdiği “mefhum fikirler” işte bu açılardan
ivme kazanır. “Kayıp Zamanın İzinde”sine geri dönecek olursak, kahramanımızın
evine hapsettiği Albertine'e karşı ürettiği kuşkular ve Albertine nedzinde
çoğalan ben'lerin yorumlanıp, deşifre edilmesi sayısız duygu geçişlerinin
sarsıntılarıyla kıskançlığı iyice katmanlaştırır: “Kıskançlığımız dediğimiz
şey, sürekli, bölünmez ve tek bir tutku değildir. Birbirini izleyen sayısız
aşktan, farklı kıskançlıklardan oluşur...”
5. Etkileyen bedenin (Albertine) yaydığı
göstergeler arasında bağlantılar kurma ve ben'ler arasındaki geçişleri izleyen
tüm açıklama çabaları karakterimizi “mefhum fikirler”e yöneltecektir: “Albertine'in
bir profilinden diğerine, bir Albertine'den diğerine, bir dünyadan diğerine,
bir sözcükten diğerine sıçramamıza neden olan” çapraz kesişenler” kurmaya
yönelik bir arayışa sürükleyecektir. 6 Öyleyse dolaylı yoldan
şöyle bir soru sormalıyım: “Kötücül bir duygu” olarak düşünceye şiddet
uygulayan kıskançlığı hakikati aramada bir imkan olarak düşünebilir miyiz? Ya
da “duygulanış fikirler”inin kıskacından kurtulmaya yöneltecek bir “ikinci tür
fikri” kıskançlığın yasalarında bulabilir miyiz?
Kıskançlık duygusunun “göstergeleri kavrama ve
yorumlamada daha ileri gitmesini” aşkın genel hakikatini içeren bir öznellikle
ilintili bulmak pek yanlış olmayacaktır. Kıskançlığı doğuran tüm açıklama
çabalarının, sevilen kişide yayılan göstergelerin olası dünyalarına doğru
yöneldiğini daha önceden belirmiştik. Albertine örneğinde olduğu gibi, yayılan
göstergelerin hepsi etkilenen beden için maddi olduğu kadar özneldir de.
Albertine'in uzak geçmişinde yaşanmış bir olayın geçtiği mekan, onu çevreleyen
manzaralar, iç içe geçmiş insan yüzleri, olası bir eski aşığın varlığı kıskanç
kişi için birer göstergedirler. Hepsi etkileyen bedenin kıskanç aşığın önüne
çıkardığı karmaşık denklemlere benzer. Örneğin geçmişin bir zaman diliminde
Albertine'i çevreleyen herhangi bir hareketin tüm fiziki bileşenleri (cadde,
bulvar, arkadaşlar) sevilen kişi tarafından yorumlanmakla kalmayıp farklı
Albertine'lerin imgelerini ısrarla sunar. Her bir nesnenin varlığı Albertine'in
bilinmeyen dünyalarını aydınlatma istemidir. Ayrıca, Albertine'in yüz
hareketlerindeki değişim, ses tonunun çatallaşması, farklı açılardan beliren
yüz siluetleri, jestler, mimikler vs. etkilenen kıskanç beden tarafından
yorumlanıp, açıklanmaya çalışılacaktır. Fakat göstergeler sadece onu yayan
nesneyle (Albertine) açıklanmaz. Evet, tek bir nesneden yayılırlar ama onu
çapraz kesişenler ile çoğullaştırır ve bölmelere ayırırlar. Bu ise, Deleuze
terminolojisiyle söyleyecek olursak “aşk dizileri”ni ortaya çıkaracaktır: “Swann'ın
Odette'e olan aşkı, kahramanın Gilberte'e, Madam de Guarmantes'a ve Albertine'e
olan aşkıyla devem eden dizinin bir parçasıdırlar. 7 Proust'un hakikati arayışındaki evrilme
noktası işte tam anlamıyla bu eşikle aşılacaktır. Çünkü, kahramanımızın
Albertine'e olan aşkındaki fikir, geçmiş aşklarını oluşturan ve tanıklık edilen
başka aşkları da içeren tüm nesnelerin birleştiği, ortaklaştığı ve
yayıldığı bir gerçekliğin parçaları haline gelmesidir. Albertine fikrine
karışmış bir Gilberte fikri ya da Gilberte'e duyulan ıstıraplı aşkın Swann ve
Odette aşkıyla kesişmesi... Hatta Kont Charlus ve Morel örneğindeki eşcinsel aşkların
bölmelere ayrılarak parçalanması ve her bir parçanın diğer aşklarla
birleşmesi... Kısacası, tüm aşk biçimlerini cisimleştiren, farklı bedenlerin
duygulanıp çözülmesine neden olan temel bir duygulanışın yani, kıskançlığın
bilme ve açıklama ihtiyacıyla çoğalan “aşk dizileri”; yorumlanıp deşifre edilen
göstergelerle nihai açımlama sağlayacak hakikatin yaratımı ve yakalanması...
İşte Proust'çu dünya görüşünün Spinoza'cı yorumla açığa vurduğu hakikat
arayışının sırrı burada: Bedensel bağlantılarla sarmalanan “keder”li bir
duygulanış olarak kıskançlığı etkilerin dünyasına (duygulanış fikirleri)
hapsetmeden; onları yorumlama, açıklama ve izini sürme ısrarı. Böylesi bir
ısrarın köklerine eğildiğimizde kuşkusuz Proust'u “mefhum fikirlere” yönelten “keder”ci
bir duygunun, hakikati arayışta ne denli önemli bir konum işgal ettiğini
görebiliriz.
Bu kapsamda iddialı bir varsayımdan hareket
ederek Marcel Proust'u 20.yy'ın en büyük eserlerinden birine, “Kayıp Zamanın
İzinde”sinin yaratımına götüren unsurların bir tür “kötü niyet”inden dem
vurabilir miyiz? Deleuze'un felsefeyi ve felsefe yapma biçimlerini eleştirirken
izlediği yol gibi biz de “kötü niyet”ten beslenen bir felsefenin olanaklarını
Proust'da arayabilir miyiz? Felsefenin yanlışı der Deleuze “bizlere düşünmenin
iyi bir niyetini, doğruya yönelik doğal bir arzuyu, bir aşkı varsaymasında yatar.
Bu nedenle felsefe, kimseyi tehlikeye sokmadan ve hiçbir şeyi allak bullak
etmeden soyut hakikatlere ulaşır yalnızca” 8. Felsefenin “iyi niyet”ine karşılık sanat
ve edebiyatın karanlık yüzünü koyar Deleuze. Bu tıpkı felsefe gibi iyi niyet ve
uzlaşmaya dayanan dostluğun ve dostane sohbetlerin yerine, şiddet ve “sessiz
yorum”lardan doğan aşkın kötümser yüzünü koymasında yaptığı gibidir. Çünkü, her
ne kadar zeki, ufku geniş insanlarla akıcı sohbetler etsek de, yapıcı
ilişkilere yaslanan dostluklar geliştirsek de hiçbir zaman aşk ve kıskançlığın
sunduğu/sunacağı deneyimlerin zenginliğine sahip olamayız. Hakikati arama
isteminin kaynağını dostluklar ve başkalarından edinilen deneyimler değil;
aşkın öznelliği ve bireyselliği, harekete geçirdiği “kederli” duyguları,
kıskançlığın genel yasaları oluşturacaktır. Burada Deleuze’un Sokrates’i
anımsatması boşuna değildir: “Dosttan çok aşkım, aşık olanım; felsefeden
çok sanatım; iyi niyetten çok torpilim, zorunluluk ve şiddetim”. 9
Özetle diyebiliriz ki, Spinoza'nın “duygulanış
fikirleri” bir ilk fikir olarak sadece duyguların, özelinde de “keder”lerin
kısır dünyasında yaşamaya zorlayacaktır bizi. Oysa o kısırlığın “kötü
karşılaşma”ların sonucunda ortaya çıktığına, başka bir bedenle karışan bedenimi
“keder”li duygulanışla kuşattığına dair bir bilginin
varlığı (mefhum fikirleri) hakikati yakalamada sayısız açılım, en önemlisi de
bir başlangıç sunacaktır. Böylesi bir açılımı iyi niyetin hikmetine sunmadan,
dostça sohbetlerin deneyim alanlarını genişleteceği yanılgısına kapılmadan,
uzlaşımcı felsefenin yapaylığına aldırmadan Proust'un yegane dünyasında
keşfedebiliriz.
andacyazli@yahoo.com
KAYNAKÇA
1.Deleuze, Gilles ”Spinoza Üzerine On Bir Ders”, S.19, Öteki
Yayınevi, İstanbul, 1997
2.Deleuze, Gilles ”Spinoza Üzerine On Bir Ders”, S.24, Öteki
Yayınevi, İstanbul, 1997
3.Deleuze, Gilles, ”Proust ve Göstergeler”, S.15, Kabalcı
Yayınevi, İstanbul, 2004
4. Gilles Deleuze,
A.g.e, S.146
5.Proust, Marcel, ”Swannlar’ın Tarafı”, S.382, çev:Roza
Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999
6. Gilles Deleuze,
A.g.e, S.34
7. Gilles Deleuze,
A.g.e, S.77
8. Gilles Deleuze,
A.g.e, S.24
9. Gilles Deleuze,
A.g.e, S.68